Paylaş
Sümeyya Erdoğan, “Hiç olmazsa ‘cafe’ değil ‘kafe’ yazsınlar, o bile daha iyidir” dedi.
Bakınız, “Türk Dili”, üzerinde tartışmamız gereken çok önemli bir konudur.
Orta Asya’nın içlerine kadar, zorlanarak ta olsa anlayabileceğimiz Türk dili, Anadolu coğrafyasında pek çok dil ve kültürle kaçınılmaz olarak yoğrulmuştur.
Anadolu’da kullanılan Türkçe’nin üzerindeki en büyük etki Arapça ve Farsça’dan gelmiştir.
Atilla İlhan’ın hafızalarımıza kazınan analizinde, “Bir imparatorluk ve ümmet kültürü olan Osmanlı’nın, Arapça ve Farsça’nın Türkçe üzerindeki etkisinden bir sıkıntı duymadığını, zaman içerisinde millet kültürünün ifadesi olan Türkçe ile bu dillerden gelen kelimelerin sentezlendiğini, dolayısıyla, esas olanın yaşayan dil olduğu ve illa kelimelerin etimolojik köklerine hassasiyet duymanın gereksiz olduğunu” ifade eder.
Bu görüşe paralel pek çok Türk dili uzmanı da Türk Dil Kurumu’nun dilde özleşme ve arındırma çabalarını gereksiz bulmaktadır.
Dilbilimci Nermi Uyar yaşayan Türkçe’ye kamu eliyle müdahalenin dili fakirleştirildiğini, çağrışım gücünü zayıflattığını belirtir. Gam, keder, yeis, hicran, elem, efkar, hüzün gibi her biri ayrı nüansa işaret eden kelimeler, öztürkçecilik gerekçesiyle sadece “üzüntü veya acı” ile ifade edilmeye çalışılırsa, bu fakirlik savunulamaz.
Anlaşıldığı kadarıyla konuşulan ve benimsenmiş kelimelere müdahale bir yönüyle “dilde ırkçılık” olarak kabul görmektedir.
Türk dili üzerinde şüphesiz, başta Rumca ve Ermeni’ce olmak üzere daha pek çok kültürün etkisi vardır.
Bu durumun böyle olması normaldir.
Dünyada hiçbir dönemde muhtelif kültürlerini açık bölgelerde saf bir dil söz konusu olmamıştır.
Hatta etimolojik bir araştırmada ‘Kuran’da bile Arapça’nın dışında Farsça, Yunanca hatta Türkçe köklere dayalı kelimelerin dökümü belirtilmiştir.
Yaşadığımız Türkçe şüphesiz 36 ayrı etnisitenin harmanlığı coğrafyamızda her kültürden bir katkı alarak lezzetini derinleştirmektedir.
Dilin hayranlık duyulan kültürlerin etkisine de açık olduğunu belirtelim. Özellikle 19. yüzyılın sonlarından itibaren şehir diline pek çok Fransızca kökten gelen kelimeler girmiştir.
Yine gelişen teknoloji ve bilime paralel, bunları geliştiren ülkelerin dünya dillerine armağan ettiği yeni kelimeler fazla değişime uğramadan yerel dillere intikal etmektedir.
Pek tabii emperyal kültürlerin etkisi ile yaşam gustosundan, kendi spesifik sorunsallara, “trend ettikleri” pek çok kavram, onların isimlendirdiği şekliyle bu etkiye açık kültürlerde karşılık bulmaktadır.
Şimdi; bu halin bir sınırı olmalı mıdır? Dil her türlü etkiye açık mı bırakılmalıdır? Korunmasız bir dil bir kültür erozyonuna yol açmaz mı?
Bunların cevabı şüphesiz ‘evet’dir.
Bu noktada Devlet’in bir rol alması beklenir. Ancak ‘dil’in dinamik olduğu ve hele küreselleşen bu dünya da ilavelerle bazı değişimlere uğrayacağı da karşı konulmaz bir realitedir.
Yeni kavramlar, yeni nüanslar yaşadığımız dilde bir karşılığa sahip değilse, o boşluk yabancı kelimeyle dolar. Bunlara “uyduruk” eşleşmeler oluşturmak geçmişte tutmamıştır. Bir kelime benimsenmişse zorlamanın gereği yoktur. Ancak aşırı teslimiyetçi bir öykünme içeriyorsa, yapay olduğu üzerinden akıyorsa, bu noktada meseleyi Devlet’e bırakmadan, yurtseverlik bilinciyle bu duruma tepki göstermek gerekir.
Paylaş