Sıtkı Şükürer

SAĞDUYU

12 Ağustos 2012
BU memleket, bu kadim coğrafya, üzerinde binlerce yıl yaşadığımız topraklar, insanlık tarihinin taşıyıcı kolonlarından biridir.

Tarihin en büyük imparatorlukları da bu topraklarda hüküm sürmüştür, en uzun istilalara, göçlere, savaşlara da bu coğrafya tanıklık etmiştir.
Mezopotamya’dan Balkanlara, Anadolu’nun her karışında tarihin yoğun yaşanmışlığının izleri vardır. Buralarda onlarca kültür iç içe geçmiş, birbiriyle yoğrulmuştur.
Tarihçiler 36 ayrı etnisik kültürün varlığından söz eder Türkiye’mizde.
19. yüzyıl sonlarına baktığınızda tüm dünyada milliyetçilik akımlarının yükseldiğini gözlerseniz.
Artık zamanın ruhu, imparatorluklar çağını geride bırakmış ulus-devlet anlayışları ön plana çıkmıştır.
Bizim coğrafyamız da bu gelişmelerden etkilenmiş, İttihat-Terakki ile hareketlenen süreç cumhuriyetimizle bu yeni modele çevrilmiştir.
Ulus-devlet modelleri milli aidiyet duygusu üzerinden yapılandırılır.

Yazının Devamını Oku

Bir bardak su

5 Ağustos 2012
İZMİR’in kanaat önderleri kentlerini çok seviyor. “İzmir” deyince onu yere göğe koyamıyorlar.


Hatta bazen aşırıya gidildiği de oluyor. Çetin Altan’ın meşhur tanımlamasıyla Türk’ün Türk’e propagandası gibi İzmirlinin İzmirliye propagandası keyfine kendimizi kaptırıyoruz.
Pek tabii “abartı” dış gözle değerlendirildiğinde “gülümsemeye”
sebebiyet veriyor.
Bakın bu kentin önemine inanmak hamasetten geçmez.
Objektif kriterler yönünden yapacağınız gerçekçi gözlem ve değerlendirmeler, zaten her yönüyle İzmir’imizin başta beşeri insan kalitesi almak üzere, müthiş potansiyeller içeren bir kıymet olduğunu ortaya koyuyor.
Hele son dönemlerde gerek yerel yönetimlerin, gerekse de merkezi yönetimin başlattığı projelerle kentin her anlamıyla “rüzgarı arkasına aldığı” açık olarak gözüküyor.

Yazının Devamını Oku

Farklılıklarımız zenginliğimizdir

29 Temmuz 2012

BİZ Ege’de yaşıyoruz. Muhacirler diyarıyız.
Çoğunluğumuz kendini Türk olarak hissediyor.
Boşnak’mış, Çerkez’miş, Pomak’mış, Arnavut’muş, belki için için geleneklerini yaşıyor ama kendini bu kimliğiyle aşırı ölçüde belli etmeyi tercih etmiyor.
Hani, zamanında kendilerine kucak açmış bu devletin üzerine giydirdiği elbiseye itiraz etmek, gerekli addedilmiyor.
“Müslüman olmayan Araba Türk derler” anlayışının tezahürü olarak, “değilmi ki Hıristiyan değilim, değilmi ki beni anavatanımda barındırmadılar, değilmi ki bana bu ülke bağrını açtı, ben Türk sayılırım ve bunu hiç problemsiz içime sindiririm” kabulüyle fazla kurcalamadıkları bir dengede yaşamlarını sürdürüyorlar.
Esasında bir üst kimlik olarak Türk kavramı, daha ziyade “Türkçe” ortak paydasında, direnilmeye pek ihtiyaç hissedilmeyen, öyle pek çoğumuzun hiç de orta Asya’nın steplerinden kök aldığına heyecanlanmadığımız bir tariftir.
Bu yüzden bu memlekette şu anda var olan Türk-Kürt ikilemi, aslında Türkçe konuşan kanı karışıklar ve Kürtler diye tanımlanmalıdır.

Yazının Devamını Oku

Artık balık restoranlarını sorgulayalım

22 Temmuz 2012

BELİRLİ bir yaşa geldikten sonra sosyal yaşamınızı renklendirme gayretine girdiğinizde yeme içme keyfi ön plana çıkıyor.
Şüphesiz herkesin kendine göre bir lezzet anlayışı vardır.
Zaman içerisinde bu ilginizi derinleştirir ve “gurme” sıfatını elde edebilirsiniz.
Ancak “gurme” nitelemesi öyle kolayından ulaşılabilecek bir rütbe değildir.
Onun için bu neviden hobisi olanlara, en fazla “lezzet avcısı” demek yeterlidir.
Bendeniz de kendimi bu kategoride görürüm.
Gittiğim yeni yerlere hep bir gizli “gırtlak turizmi” heyecanıyla motive olurum.
Pek tabii, kişisine göre değişmekle beraber, benim arayışım yerel tatların keşfedilmesi üstünedir.
Atina deyince aklıma ilk gelen balık halindeki esnaf lokantalarıdır, Urfa sabah ciğeri ve katmeriyle gözümde tüter, Antep Halil’dir, Denizli Enver Usta, Sicilya ucuz ve lezzetli sofra şarapları yüzünden hasretimdir.
Öyle anlaşılmaktadır ki yerel tatlar o bölgenin en önemli turizm değerlerinden biridir.
Buradan hareketle sözü kentimizin yeme-içme mekanlarına getirmek istiyorum.
Esnaf lokantalarımıza bir diyeceğim yok. Onlar geleneksel tatlarını hep aynı seviyede tutsunlar, sürpriz yapmasınlar, kalite ve hijyen çatısını yukarıya çıkarsınlar, yüzyıllık lezzetleri en otantik tarzda sunmaya gayret etsinler.
Adil Müftüoğlu’ndan Zaim Usta’ya, Beğendik Abi’den Bergama Köftecisi’ne, sağolsunlar bize aradığımız tatminleri yaşatıyorlar.
Ancak aynı şeyi, hitap ettiği kitle itibariyle, fiyat düzeyleriyle, ulusal şöhretleriyle belirli bir seviyeye gelmiş balık restoranlarımız için söyleyemiyoruz.
Ünlü Gurme Yazar Vedat Milör, İzmir ve Çeşme’de o pek öğündüğümüz deniz kıyısı restoranlarını çok net eleştiriyor, hatta yetersiz buluyor.
“Bu restoranlar” diyor Milör, “Son 20 yılda üzerlerine bir tuğla bile koyamadı. Hep aynı anlayış, aynı kolaycılık”. Denizden çıkan taze balığı at ızgaranın üstüne, yanına haşlanmış ot, sebze, zeytinyağı, limonla servis et, bunu da bulunmaz, eşsiz lezzet diye pazarla.
Bakın, geleneksel lezzet başka bir şeydir, iddialı bir restoran olmak bambaşka.
Bu ikincisi yenilikçilik ister, emek gerektirir, uğraşmak gezip görmek, uygulamak zorluğu içerir.
Bizim marka restoranlarımız, “Mekanı tefriş ettik, tuvaleti temiz tuttuk, garsonun kılık kıyafetini düzelttik, tüm işimiz bitmiştir” diye düşünüyorlar.
Bir biçimde talep gördüklerinden mevcut menülerde yeniliğe, gelişime kendilerini kapalı tutuyorlar.
Şüphesiz bu durumun en önemli sebebi bu yerleri işletenlerin çoğunun “bilahare restorancı” olmalarıdır.
Mesleki görgülerinin kıtlığı, risk almaktan çekinmeleri, ufuksuzlukları... Ne derseniz deyin, neticede içleri bayıltan tek düzelikleriyle işi bilenlerin tokat gibi eleştirilerine müstahak oluyorlar.
Bizim gibi, İzmirlinin İzmirliye propagandasını seven insanlara da, galiba susmak, hak vermek ve çıplak gerçeği kabullenmek kalıyor.
Yazının Devamını Oku

Stres var adrenalin yok

15 Temmuz 2012
Etrafınızı gözlediğinizde, haline tavrına bir sükûnet inmiş, dengeli, dingin insanlara rastlarsınız. Hemen kolayından bu insanlara “mutlu” dersiniz. Oysa bu haller, mutluluğun tanımında yer alan huzur, sevgi, aşk gibi kavramları içermeyebilir.
Günümüzde kişinin kendisiyle “barışık” olması, “barışıkmış gibi” gözükmesiyle iç içe geçmiş durumda.
Çağımız insanı karmaşık ve yoğun ilişkilerden kendini sakınmak için adeta maskeli yaşamı tercih ediyor.
Maskeli yaşamdan kastımız “içimizdeki beni” örterek, erteleyerek, bir plastik denge yakalama halidir.
Bu dengeyi sürdürebilir kılmak için baskı altında tuttuğumuz kişiliklerimiz “tahammül” taşlarından döşenmiş bir zemin üzerine inşa ediliyor.
Bir değerli dostum çağdaş insanı, “fren sistemleri en fazla gelişmiş insan” diye tanımlanmıştı.
Pek çoğumuz yaşam mücadelesi içinde, sorunsuz bir izlenim bırakmak için kişiliklerimiz üzerinde giderek kontrollerimizi artırıyoruz. Buradan hareketle en fazlasından ancak becerebildiğimiz, yaşamlarımızın üzerimize bindirdiği stresleri yönetebilmek.
Oysa mesele sadece stres kaynaklarımızla aramıza mesafe koymayı başarmak değil.
Bu tercihlerin bizi getireceği yer, biraz tepkisiz ama müthiş uyumlu bir davranış modeline sahip olmak.
İşte kritik nokta da burası.
Bizler “uyumlu olma” ile “mutlu olma”yı birbirine karıştırıyor duruma geliyoruz.
İş ilişkilerimizden sosyal ilişkilere uyumlu beraberlikler oluşturmuşsak meseleyi çözdük zannediyoruz.
Frenler esas alınarak inşa edilmiş yaşam biçimleri bizlere heyecanı unutturuyor, sevgi, huzur ve aşka dair hesapsızlık hallerinden ıskalatıyor.
Hemen yan tarafta duran gaz pedalının yok varsayıldığı, mevsimlerden birinin de “yaz” olduğu gerçeği, zihinlerimizden kazılıyor.
Yaşamı zenginleştiren zeminlerin salt tahammül değil, itiraz, vazgeçiş, göze alış taşlarından da döşenmesi gerektiğini unutuyoruz.
Netice de “stres var, adrenalin yok” şeklinde “klişe yaşamları” yönetir hale geliyoruz. Akdenizli kimliğimizi imha ve inkar ederek, bir garip “İngiliz soğukkanlılığı” modelini kutsayıp, kıpırtısız rollerde, sınırlı ömürlerimizi tüketip bu dünyadan çekip gidiyoruz.
Yazının Devamını Oku

Tanrı parçacağı

8 Temmuz 2012

 

BİLİM dünyasındaki gelişmeler, her nedense bazı inançlı insanlarda tedirginliğe yol açar.
Bu insanlar sanki kendi inanç dünyalarında oluşturdukları kabullerin yine tartışma konusu edileceğini ve bu sebeple rencide olacaklarını düşünür.
Ancak meselenin diğer yönünü de hiç görmezden gelmek doğru değildir.
İnançlı insanlar kendilerini ait hissettikleri dinin yüzlerce yılda şekillenmiş kabulleriyle pek çok kritik konuyu zihinlerinde netleştirmişlerdir.
Bazen bazı bilimsel gelişmeler bu konforu zedeler.
İşte bu noktada “kuşku”, inanan insana da yakışan tutumdur.

Yazının Devamını Oku

Orta gelir tuzağı

1 Temmuz 2012
TÜRKİYE ekonomik anlamda 2023 yılı için büyük hedefler belirledi.

Önümüzdeki 11 yılın sonunda dünyanın 10’ncu büyük ekonomisi olmayı, kişi başına geliri 25 bin dolar seviyesine çıkarmayı, ihracatımızı 500 milyar dolara ulaştırmayı hedefliyoruz.
Bu büyüklüklere ulaşmak kolay değildir. Her yıl yüzde 7 oranında büyüme rakamlarını yakalamak icap ediyor.
Bakınız, bizim geçtiğimiz yollardan daha önce geçmiş ülkelerin gelip başlarını vurdukları bir tehlike var.
Ekonomistler bu tehlikeye “orta gelir tuzağı” ismini takmış.
Orta gelir tuzağı, gelişmekte olan ülkelerin bir takım önlemlerle ekonomilerini disipline ettikleri zaman, kişi başına geliri 10 bin dolarlar seviyesine kadar getirdiklerini, ancak bu noktadan itibaren tık nefes kalarak öteye sıçratamadıklarından söz etmektedir.
Örnek olarak Tayland, Filipinler, Malezya, kimi Güney Amerika ve Güneydoğu Asya ülkeleri verilmektedir. Bu listeye Yunanistan, Portekiz hatta İspanya eklenebilir.
Orta gelir tuzağına düşmeyen dünya örnekleri sınırlıdır. Japonya ve Kore dışında son kırk yılda emsal yoktur.
Ekonomistler, gelişmekte olan ekonomiler yönünden kritik eşiğin kişi başına gelir itibariyle 16 bin 400 dolarr olduğunu tespit etmişlerdir. Diğer bir baz kriter de ABD’nin kişi başı gelirinin yüzde 58’dir.
Bu noktaya kadar ucuz iş gücünden çevre duyarsızlığı ve iç tüketim açlığına kadar bir takım liberal sinerjilerle milli gelir hızla yükselmekte, ancak daha fazlası için kaynak ve imkanlar yetersiz kalmaktadır.
Konuyla ilgili MÜSİAD çok kapsamlı bir rapor yayınlamıştır.
Aynı şekilde TÜRKONFED ve TÜSİAD bu tehlikeyi sürekli gündemlerinde tutmaktadır.
Pek tabi çıkış yolu çok kapsamlı, koordineli, planlı bir yol haritası gerektiriyor.
Olayın özü markalaşma, inovasyon, ve Ar-ge’den geliyor.
Ar-ge meselesinde karnemiz çok iç açıcı değil. Halihazırda milli gelirimin binde 7-9’ları arasında dolaşıyor. Katma değerli ürünlerimiz sınırlı.
Ama tüm bunlara karşın müteşebbis bir kitlemiz, heyecanımız, moralimiz var. Yanısıra, orta gelir tuzağının farkında olan bir ekonomi yönetimimiz.
Sermayenin kıt olduğu bir ülkede ve dünyanın bu karmaşık ekonomik ve siyasi ortamında işimizin kolay olduğu söylenemez.
Dolayısıyla ümitsizliğe kapılmasak da, ekonomik hamasete kendimizi fazla kaptırmamamız yerinde olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Makul aklın zeminidir İzmir

24 Haziran 2012
TÜRKİYE, ülkenin “kürt sorunu”nun çözümü konusunda adımlarını sıklaştırmaya başladı.

Ana muhalefet partisinin açılımına iktidarın olumlu yaklaşması, akabinde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, kişisel olduğu ifade edilse de, Abdullah Öcalan için ülke bütünlüğü ve silahların susması karşılığı “ev hapsinin” bile tartışabileceğini belirtmesi bir kararlılık göstergesi olarak yorumlanmalıdır.
Evvela bir saptama yapmak gerekirse, bölge “Kürt’tür, Müslüman’dır, fakirdir”.
Devlet, Başbakanın da ifadesi ile Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Kürt kimliğine yönelik “inkarcı” politikalar uygulamıştır.
Vaka, Kürt olan kendini “bilgi”yle teçhiz edip, resmi ideolojiye uyum sağladığında, devlet katında bir engelle karşılaşmamışsa da, bu bahşedici ve tolere edici yaklaşım giderek incitici hale dönüşmüştür.
Kürt kimliğini, diğer deyişle “etnik bilinci” uyandırarak politik ve silahlı mücadeleyi yöntem olarak seçen ve bugünlere getiren örgüt PKK’dır.
PKK, Marksist gelenekten gelen, dini değerleri öncelemeyen ve fakat kimliğin ezilmişliğine vurgu yaparak belirli bir tabana erişen bir harekettir.
Beri yandan bölge insanı aynı zamanda Müslüman’dır.
Devlet ve devleti temsil eden iktidar, bilinen muhafazakar yapısıyla, Kürt vatandaşları, din kimliği üzerinden ülke bütününe bir entegrasyona gayret göstermektedir.
Diğer başlık “ekonomi”dir, bölgenin fakirlik sorunudur.
Örgüt, kendi metodolojisinde hakların silahlı mücadele ile alınmasını benimsediğinden, istikrar ve huzur bölgeye “haram” haline dönüşmüştür.
İş ve aş’ın zeminini sağlayacak olan da sadece devlet düzenidir. Bu gerçeği bölge insanı herkesten önce bilmektedir.
Zamanın ruhu demokrasidir. Demokrasi bir yönüyle zenginliğe giden yoldur, ama aynı zamanda insan haklarına saygı ve hukukun üstünlüğüdür.
Devletin geçmişte ayıbı vardır. Örgüt abartılı tepkisiyle de olsa bu yanlışı gündemimize taşımıştır. Ancak seçtiği yol savunulabilir değildir. Örgüt bugün mücadelelerinin aracı değil amacı haline dönüşmüştür. Artık totaliter bürokratik yapısıyla, halkından ziyade kendine bir şeyler ister hale gelmiştir.
Ayrı bir devlet sonucuna gidecek yapılanmalar, demokrasi yerine şiddet ve korku ile beslenen bir yönetim anlayışı, sırf Kürt kimliğimizi kabul ettirdik diye bölge insanını tatmin etmeye yetmez.
Makul aklın kırmızı çizgileri bellidir. Tabii ki, ülke bölünmez, terör bitmelidir. Bunlar kadar vazgeçilmez olan tüm tarafların mücadelelerini demokrasi zemininde yapmalarıdır.
Örgüt yönünden sıkıntı bu noktada başlamaktadır. Bu yapıların demokrasilerde oy karşılığı olmaz.
Bu sebeplerle, zaten giderek homojen yapısını terk eden örgütün barış sürecini provoke etmesi sürpriz değildir. Meselenin uluslararası boyutları da diğer bir zorluktur. Denklem zordur.
Ancak 21’nci yüzyıl gerçekleri ülke bütünlüğünden geçmektedir. Bu, PKK dahil herkesin gerçeğidir.
Sivil toplumun yaşanan bu hengamede çözüme yönelik bir rol üstlenmesi kolay değildir.
Ancak tüm yükü Devletimize bırakmak bize kolaycılık gibi geliyor.
Acaba, barış ve istikrar ortamını herkesten fazla istediğini bildiğimiz doğu ve güneydoğu iş insanlarını, STK yöneticilerini İzmir’e davet etsek, ülkenin bütünlüğüne, huzur ve istikrara yönelik çabalara sivil toplumun gücüyle ortaklaşa destek versek; yanlış anlaşılmanın riskiyle sinip kalmasak...
Sanki böylesi girişimler ülkeye borcumuzdur gibi geliyor.
Yazının Devamını Oku