Paylaş
Türkiye entelijisiyasının içine düştüğü derin bir ikilemden söz ediyorum.
Aydın olmanın alameti farikası ayrıksı olmadır, itaatsiz tutumlar geliştirmektir, özgürlükler adına toplumsal değerler tarlasına traktörü cesurca sürmektir.
Tüm bunlar hoşluktur, demokrasinin biraz da fütursuzluklara sevecen bir hoşgörü ile yaklaşması gereğini hatırlatır bizlere.
Ancak aydın olmak, kafayı kuma gömmek değildir. Çoğunluğun beklentilerini küçümsemek hiç değildir.
Halkı anlamaya çalışmak, zihnini bir an bile olsa onların bakış açısından işletmeye gayret etmek iyi bir şeydir. Öyle “halk yalakalığı” diye yaftalamamak gerekir.
Bir başka türlü çalışmaya hiç ihtiyaç hissetmemiş, referansını hep Batı değerlerinden almış aydın kafalar, itaatsiz olmayı o hayran oldukları batının bile yerleşik değerlerini zorlamak olduğunu zannettiler.
Batı’ya bile aykırı kalmak bizim aydınlarımıza tatmin sağladı. Yurdum insanımıza değen bir şeyler olmadığı için, buralarda önemsenmediler.
Derken birileri, bu aydın diye bellediklerimiz; ülkede yaşanan sosyal ve siyasal değişimlerin kurmaca dünyaları paçavraya çevirmesine daha da duyarsız kalamadılar.
Acaba mı diye sorgulama tohumları yeşermeye başladı tektipleşmiş özgür (!) zihinlerde.
Yılmaz Erdoğan, “Neden mesela” dedi, “Filmlerde ezan sesi hiç yer almadı?”
Vicdanları kanatan ihmallerin gecikmiş simgesel özeleştirisiydi bu. Fanus içindeki aydın ötesine gitmedi. Kolayından “iktidara yanaşma çabası” deyip adamı asmaya kalktı. Var olanı, olması gerekeni baskılama ruhsatı hep onların olmuştu çünkü.
Aykırı mı olacaksın, onun da formu belliydi. “Ayasofya kilise olsun, lezbiyen cumhurbaşkanı bize yakışır...”
Giderek demodeleşen özgür aklın yarı çılgın haylazlıklarını kutsamaktan, ben, kendi adıma yoruldum.
Ötesinde, Yeni Türkiye’nin yeni yeni palazlanan aydınlarını, daha ağızlarını açmadan, çok bilir tavırlarda peşin bir eksiklendirmeye yeltenen eden seçkinliği protesto ediyorum.
Seçkinler geçmişte sosyal mühendislerin “uslu şımarıkları” oldu.
“İncitmeyi” hesabın içinde hiç görmedi.
Vicdanların, pekala o bizim bildiğimiz tektip tarzdan başka beslenmelerle teşekkül edebileceğine ihtimal vermediler.
İnsanlar, kendilerini sürekli rencide edenlere, gün gelir bardaklarını doldururlar.
İşte bir marjinal aydın için en büyük ceza bu aşamada oluşur. İlgilenmeye bile değer bulunmama hali bambaşka bir acıtıcılıktır.
Köksüz aydınlarımızın kilitlendiklerini zihni hapishanenin anahtarı yine kendi ellerinde. Esas marjinal olmak bizleri kıstıran kabulleri cesurca gözden geçirmek değil midir?
“İzmir’de bir Süleymaniye yok” demek, neden günahlarımız içine dahil edilmez? Ya da dini anlayışın gelişimini dumur eden, onu legal platformlardan soğutan bir kararla medreseleri kapatan zihniyete sual açmak topluma gerçek katkı sayılmaz mı? Fanteziler yerine, var olanı evriltmeye çalışmak yakışmaz mı aydın sorumluluğuna. Neyin “Fincancı Katırı” olduğunu doğru tespit edip, bırakın ürkütmeyi onları kesimhaneye göndermek, değil midir aydın cesareti?
Paylaş