BARIŞ süreci, isminden de anlaşılacağı üzere, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve seçenekler arasından “bölünme”nin çıkarılması esasına dayanıyordu.
PKK’nın Bağımsız Kürdistan seçeneğinden vazgeçmesi, büyük ölçüde ülkenin Batı’sından kopmak istememesi nedenine bağlanabilir.
İstanbul, İzmir, Bodrum... Özetle Türkiye’nin gelişmiş yöreleri Kürtler tarafından bir cazibe ve çekim merkezidir.
Diyelim ki, bu özellik ülkedeki gerginliğe paralel zedelenmeye, laik-muhafazakar kutuplaşması kaotik bir hak almaya başladı. Hiç şüpheniz olmasın bu durum... Doğrudan bağımsız Kürdistan hayallerini tetikler. Huzurun, istikrarın, demokrasinin bağlı olarak ekonomik refahın olmadığı bir ülke, opsiyonu olanlar yönünden bir tercih nedeni olmaktan çıkar.
İşimiz kolay değil
AK Parti, hepimizin, herkesin zannettiğinden daha fazla Müslüman Kardeşler’le ilgili ve içice görünüyor.
İNSANLARIN dünyayı algılamasıyla bilimin gelişmişlik düzeyi arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bilim ve teknolojinin gelişmediği dönemler ve toplumlarda, hemen her şeyi açıklamak için manevi parametreler ön plana çıkarılır.
Çağın en aydınlık ve berrak ‘kafa’sına sahip Aristo, herhangi bir katı kütlenin yere düşmesini ya da buharlaşan sıvının göğe yükselmesini bir gizli çekim gücüyle izah etmişti. Ona göre bu ‘sevgi’nin gücüydü. Pek tabii, yüzyıllar sonrasında keşfedilecek yer çekimi ve termodinamik yasalardan garibin henüz haberi yoktu.
Esasına bakarsanız bilgi yetersizliğinden kaynaklanan belirsizlik ortamlarında bir karmaşa oluşmasın diye, süratle bir değerler sistemi oluşturulması, hep bir zorunluluk olarak gündeme getirilmiştir.
Bu değerler sisteminin oluşturucuları, bizlere bir takım ‘erdemler’ öğütler. Bu süreç Antik Yunan’dan 7 bilge öğütleriyle başlar. Erdem ya da ahlak, özü itibariyle size, sizin o güzel aklınızı fazla yormamanız için sunulmuş reçetelerdir. Kendi iştahını dengelediği ve genel bir çerçeve içinde kaldığı sürece pek bir sakınca taşımazlar. ‘Ailenizi sevin, insanları kazıklamayın, yalan söylemeyin, hırsızlık yapmayın...’ Ancak insanlık tarihine baktığınızda, erdemi empoze edecek güce sahip olanlar hiçbir zaman bu sınırlar içinde kalmamışlardır.
Hakim otorite, mevcut menfaatlerini koruyan, kollayan kuralları oluştururken (ki buna hukuk demişlerdir), işlerine gelenleri ahlaki norm görüntüsüyle yasalara çivilemeyi asla ıskalamamışlardır.
Ortaçağ Avrupa’sında teokrat yapı, kendi dayattıkları çerçeveyi tartışmasız kılmak için, meşhur ‘her iktidar Allah’tan gelir’ (Omnes prostes Doe) formülasyonunu geliştirmiştir.
SON bir aydır hepimizin ağzında 90’lılar kuşağı.
Adeta pek çoğumuz yeni keşfettik.
Esasında bu kuşak gökten zembille inmedi.
Tüm dünyada, bu arada ülkemizde uygulanan neoliberal politikaların sosyal bir çıktısıdır bu gençler.
Kapalı ekonomiler, baskıcı yönetimler, farklı düşüncelerin belirmesine ve serpilmesine uygun ortamlar sağlamaz.
Meseleye bu yönüyle baktığınızda, 90’lar kuşağının tohumları Turgut Özal’ın 24 Ocak 1980 kararları ile atılmıştı.
Oyununu kurallarının daha disiplinli hayata geçişi Kemal Derviş’le gerçekleşti.
GEZİ Parkı çocukları,
Siz geç kaldınız,
Çok geçmişlere dair tabii ki sizin günahınız yok.
33 kişi vurulurdu sorgusuz sualsiz,
En fazla Ahmet Arif’in şiirlerinden iştirak ederdik zulümlere sessizce.
6-7 Eylüllerde talan yaşanırdı İstanbul sokaklarında. Çaresiz bakardık Yorgo’nun şaşkın gözlerine.
Senaryonun pespayesi uygulanırdı Fadime Şahin’le. Sanki fazla kurcalamak gelmemişti işimize.
Gezi Parkı kuşağını hepimiz anlamaya çalışıyoruz.
Bence en önemli özellikleri “çatışmasızlık” üslubunu benimsemiş olmaları.
Bizim dertlendiğimiz konular ve bunlara dair çözüm yöntemleri onlar için önemli değil.
Diyeceksiniz, daha dünya işlerine dahil olmadılar, henüz kütür çağla bademler, o da değil.
İnsanların gençliklerinde edindikleri kültür, izlerini bir ömür boyu taşır.
Gelecek on yıllarda bu insanlar yine meselelere böyle bakacaktır.
Bizim kuşak maalesef militanlığa, kutuplaşmaya, gizli övgü düzerdi.
Hatırlayın, bizi biçimleyen mizah anlayışımız bile bir tuhaftı.
DÜN ne demiştik?
Daha güçlü bir demokrasi için geçmişte Türkiye’nin önüne çok fırsatlar geçti. Şöyle bir hatırlayın. Her iktidar değişiminde umutlanan halk, hükümetlere kredi açan halk ve buna rağmen “mağdurlar mezarlığı”nın giderek artan sayısı...
AK Parti’nin başlangıç söylemleri çok umut vericiydi.
Bugün önce tespitimi yapacağım; yani bir fotoğraf çekimi. Yarın da asıl ne yapmamız gerektiğine dair görüşlerimi yazacağım. “Bu masada bizim de yerimiz var” diyebilmek için Türkiye’nin nerelerden gelip geçtiğini hatırlamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Taksim Gezi Parkı protestosu ve sonrasında yaşanan olaylar asla sürpriz değildir.
Başbakanın son dönemlerde dozu artan “köşeli” üslubu belki bir kıvılcım olmuştur. Ama meselenin özü AK Parti’nin demokratikleşmeyle ilgili bazı uygulamalarının yarattığı derin hayal kırıklığıyla ilgilidir.
Açıkça belirtelim, son 11 yılda yaptıkları şeylerle ilgili kimse bu partinin hakkını yemez.
Ama bu ülke onlardan çok daha önemli bir şey bekliyordu.
Tüm toplum, acemisi olduğu ve elbirliği ile öğreneceği “demokrasinin” herkes için, hepimize dair geçerli olabileceği bir Türkiye hayal ediyordu.
GİTTİK, gidiyoruz derken “190 Spartalı” olarak Diyarbakır gezimizi eda ettik.
Geziye başlangıçta çok karşı çıkanlar oldu.
Hatta grupta yer alanların dahi, katılıp katılmama konusunda ciddi tereddütleri vardı.
Kolay değildi elbet. Ülke her ne kadar geleceğine barış ve umutla bakma konusunda hemfikirse de, yakın geçmişte yaşanan acılar insanları temkinli olmaya itiyordu.
Diyarbakır’da yaşadıklarımız zihnimizde yer alan tüm endişeleri dağıtmış mıdır?
Şüphesiz bir günlük geziden böylesi sonuç beklemek gerçekçi değildir.