EXPO cephesinde bildiğiniz gibi 5 ülke yarışıyor. Duyumlara göre Tayland ve Brezilya tık nefes olmaya başladı. Yarış Türkiye, Rusya, Dubai arasında geçecek gibi görünüyor.
Dubai’de EXPO alanlarının inşaatına başlanmış bile. Adamlar “kazanırsak kazanırız, kazanmasak EXPO’nun getireceklerini bizim bu vesileyle yapacaklarımıza engel değildir” anlayışını güdüyorlar.
Biz ise, EXPO kanununu bile kazanma şartına endeksliyoruz.
Yani; EXPO olmaz ise projelerimizden neden vazgeçiyoruz, bunu anlamak güç.
Mamafih Büyükşehir Belediyesi bu yanlışa düşülmeyeceğini sık sık belirtiyor, ama hani 2015 EXPO’su kazanılsa idi, şunun şurası iki yıl kalmıştı ve pek çok şey mecburen yapılmış olacaktı. Kazanılmadı ve fakat hiç bir şey de yapılmadı. Demek ki, “niyet”, “laf” hikaye oluyor. Dubaililer kadar olamıyoruz, izahı zor.
Bu arada, bir hususu vurgulayalım; sanki son gelişmeler İzmir’in umudunu arttırıyor gibi... Devlet sessiz ve derinden çok çaba sarf ediyor. “Dubai kazanır ama 2025 EXPO’sunu” söylemlerini giderek daha sık duyuyoruz. Hayırlısı...
Zor dostum zor
300 Türk Aydını bir bildiri yayınladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve sahibi olan Türk Milleti’nin adının, vatandaşlık tarifindan ve Anayasa’dan çıkartılamayacağını belirtti.
“İzmir neyin sembolü” başlıklı yazımız hafta boyunca çok tartışıldı.
Karşı çıkanlar olduğu gibi beğendiğini ifade eden çok sayıda okur oldu.
Karşı çıkan bazı okurlar, uzun uzun mailler yazarak neden farklı düşündüklerini belirtmişler.
İnanın bu çok hoş bir şey. Demokrasi neden çok önemli, bu vesileyle daha bir hissediyorsunuz.
Yalnız bazı okurlara küçük bir sitemim var. Lütfen katılmadığınız fikirleri savunurken meseleyi kişiselleştirmeyin. Hakaret bizlerin tercih edeceği bir düzey olmamalı.
Yazıya gelince...
Yazının ana fikri, esasında hiç bilinmedik bir savı ifade etmiyor.
“HÜRRİYET Günü” kapsamında gazeteci Ahmet Hakan’ın, İzmir Ekonomi Üniversitesi’ndeki, “Tarafsız Bölge” programındaki konuşma metnimizdir:
İzmir; İzmirli’nin İzmirli’ye propagandasını yapacak olursak, özgürlüğün, rahatlığın, rehavetin sembolüdür diyebiliriz.
Ancak meseleye derinliğine baktığımızda, esasında İzmir, tedirginliğin, endişelerin, özgüvensizliğin ve giderek köksüzlüğün sembolüdür.
İzmir, cumhuriyet tasavvurunun en fazla başarı kazandığı bölgedir aslında.
Bunu “iyi” anlamıyla da değerlendirebilirsiniz eleştirisel de yaklaşabilirsiniz.
Cumhuriyet, hatta İttihat Terakki ile başlayan süreç, o çağın esen rüzgarları, hatta dayatmaları ile bir ulus devlet hayal edilerek kuruldu.
Ulus devletin parametreleri belliydi. Bu toprakların insanlarının ‘Türk kimliği’ üzerinden konsolide edildiği ve devlet denetimli bir din anlayışı ile İslam’ın sosyal ve siyasal taleplerinin törpülendiği, içe dönük bir modeldi bu.
Devlet Abdullah Öcalan’la görüşüyor. BDP aktif rol alıyor, yasal düzenlemeler yapılıyor. Tüm gayret 30 yıldır kanayan bir yarayı çözümlemeye çalışmak. Şüphesiz bu zor bir süreç... Hükümet fedakarca bir politik risk alıyor.
Başbakan şahsi karizmasıyla kendi partisinden aykırı seslerin çıkmasını önlüyor.
MHP, kendi iç tutarlılığı yönünden doğal olarak izlenen yönteme karşı çıkıyor. Ancak onlar da bu meselenin mutlaka çözülmesi gereğinin farkındalar. Bu sebeple muhalefetlerini demokratik bir tavırla sadece “sert söylem” düzeyinde tutuyorlar.
CHP, her konuda olduğu gibi bu konuda da kafa karışıklığı yaratan bir çizgi tutturmuş gidiyor.
Kılıçdaroğlu destek verdiklerini söylüyor, ancak Başbakan’ın hangi anlamda söylediği açık olan bir hususta, Rizeliler üzerinden milliyetçi duyguları tahrik etmeyi politik tenezzülüne dahil ediyor.
Bakınız, CHP, MHP gibi bir parti olsa Birgül Aymar Güler’den Süheyl Batum’a katı ulusalcı söylemlere bir itirazımız olmaz.
“Elalemin enayisi sen misin?” “Rüzgara karşı...” “Don Kişot’luğun alemi yok” “Oğlum, bak dalgana, akıllı ol” “Böyle gelmiş, böyle gider” “Şimşekleri üzerine çekme”.
Tüm bu deyimler, aslında size tek bir şey önerir.
İdare-i maslahatçı olmanın küflü konforudur bu.
İşin acısı bu yaklaşım müthiş bir kabul görür.
Hayatın her alanında bu tutumun izlerini gözleyebilirsiniz.
Hani mevzu nispeten hafif konulara ilişkindir, fazla mesele etmez, gülümser geçersiniz. Ama temel hususlarda “top gezdiriliyorsa” işte o noktalarda içinizi bir acılık kaplıyor.
Böylesi hallerin en fazla yaşandığı meslek gazetecilik ve özel olarak, gazete köşe yazarlığıdır.
Evrenin oluşumunu büyük patlamaya bağlayan teoriyi herkes bilir. Bu konuda gelişme ve tartışmalar baş döndürücü. Cern deneylerinde “tanrı parçacığı aranıyor”. Standart modelin, ışık hızının asla geçilemeyeceğine dair varsayımı “takyon”lar sebebiyle sorgulanıyor, evrenin sürekli büyüdüğü ve günü geldiğinde patlayacağı ifade edilirken, bir başka görüş limite gelindikten sonra bu defa büzülme yaşanacağını iddia ediyor, “Big Bang”den önce de evrenin bu süreci defalarca yaşadığı söyleniyor, “paralel” evrenlerden bahsediliyor, “sicim” teorileri isimlendiriliyor, “Atom altı” parçacıkların gizemi çözülmeye çalışılıyor.
Hülasa “bilim” bu konularda doludizgin. Tüm bu araştırmalar, beraberinde “kadim” bir tartışmayı da gündemde sıcak bir şekilde tutuyor.
Yaklaşımlardan biri, böylesi mükemmel bir düzenin mutlaka bir “yaratıcı”ya ihtiyaç gösterdiğini ifade ediyor.
Diğer yaklaşımsa, insan aklının sınırlılığından dem vurarak, idrakimizin “akıl üstünü” kavrayamayacağını söyleyerek, Tanrının varlığı veya yokluğunu tartışmanın beyhude olduğunu, zira mevcut beyin kapasitemiz ile bu durumun asla bilinemeyeceğini belirtiyor.
İkinci yaklaşımın yanında saf tutanlar; tüme varımcı, ampirik, materyalist bir dünya görüşünü temsil ediyorlar. Bu tercihinde bulunanlar, ister istemez kendilerini “aklın” soğukluğuna mahkum ediyor, “mana”nın yumuşatıcı ikliminden bilinçli bir şekilde vazgeçiyorlar.
Tanrının varlığını mukadder görenler ise, bu fikirlerini derinleştirebilmek için, doğal olarak bir yol haritası ihtiyacı için giriyorlar. İşte bu noktada “dinler” ortaya çıkıyor. Esasına bakarsanız, semavi dinler itibariyle, Tevrat, İncil, Kur’an, her biri Tanrıya ulaşmanın, inandıkları bu kavramı hissetmelerinin metodolojileridir aslında.
Hal böyle olunca kutsal metinlere özel bir önem atfediliyor. Onların, “tartışmasız tanrı kelamı” olduklarına inanılıyor. Bağlı olarak, bu kabulleri onların yaşamlarına anlam katıyor, “niçin” sorgusunun bilinmezliğine karşı kendilerini güçlü hissetmelerine vesile oluyor.
Bakınız, her ne kadar EXPO meselesine İzmir kamuoyu etkin bir şekilde dahil edilmemişse de insanların yüzeysel kanaati odur ki, biz bu defa EXPO’yu kazanacağız.
Değil mi ki EXPO 2015’i, ilk defa müracaat etmemize rağmen Milano’ya kılpayı kaybettik, bu sefer tecrübeli halimizle rahatlıkla ipi göğüsleriz.
Maalesef kazın ayağı öyle değil gibi gözüküyor.
Zira EXPO 2020 şartları bir öncekinden çok daha değişik.
Her şeyden önce bu defa yarışma derin bir ekonomik kriz ortamında yapılmıyor. Yanı sıra aday şehir sayısı 5 ve her biri birbirinden iddialı.
Dubai daha şimdiden oy verecek delegeleri hediye yağmuruna tutmaya başladı bile.
Ayrıca bir hususu belirtmek gerekir.
CHP’de ulusalcılar Birgül Ayman Güler’in bir meclis konuşmasıyla yine gündeme oturdu.
Ulusalcılara kızabilirsiniz ya da haklı görebilirsiniz. Netice de bunlar birikimli insanlar, belirli bir dünya görüşleri var, kendilerini ikna eden bir mantık silsilesi oluşturmuşlar, samimi görüşlerini ifade ediyorlar.
Ancak hayat sürekli değişiyor. Dünün doğrusu, bazen bugün eskiyor, yetersiz kalıyor.
Bu ülke 19. yüzyıl sonlarında tüm dünyada yükselen milliyetçilik akımlarından etkilendi. O dönemin koşullarında, adeta başka türlü şekillenmesi mümkün değildi. Cumhuriyet bir devrimdi. Her devrim gibi kapsamlı bir yeniden biçimlendirmeydi. İmparatorluk bakiyesi topraklarımız bambaşka bir ülke tasavvuruna göre, gücün gölgesinde yeniden tanımlandı.
Ancak toplumların değerleri binlerce yılın birikimidir. Hiçbir devrim bu özellikleri yok edemez, en fazla bastırır, kuytuya iter.
Türkiye’de de, tüm dünyaya paralel milliyetçi akımlar zamanla güç kaybetti. Demokratikleşmeyle birlikte tarih kaldığı yerden, yeniden, terkibine ulusalcılık deneyimini de dahil ederek yürümeye başladı.
Toplumun münevverlerinden bu aşamada beklenen, sadece 100 yıllık bir perspektiften değil, çok daha gerilere giderek bugünün gerçeğini aramalarıdır.