Paylaş
Bugün önce tespitimi yapacağım; yani bir fotoğraf çekimi. Yarın da asıl ne yapmamız gerektiğine dair görüşlerimi yazacağım. “Bu masada bizim de yerimiz var” diyebilmek için Türkiye’nin nerelerden gelip geçtiğini hatırlamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Taksim Gezi Parkı protestosu ve sonrasında yaşanan olaylar asla sürpriz değildir.
Başbakanın son dönemlerde dozu artan “köşeli” üslubu belki bir kıvılcım olmuştur. Ama meselenin özü AK Parti’nin demokratikleşmeyle ilgili bazı uygulamalarının yarattığı derin hayal kırıklığıyla ilgilidir.
Açıkça belirtelim, son 11 yılda yaptıkları şeylerle ilgili kimse bu partinin hakkını yemez.
Ama bu ülke onlardan çok daha önemli bir şey bekliyordu.
Tüm toplum, acemisi olduğu ve elbirliği ile öğreneceği “demokrasinin” herkes için, hepimize dair geçerli olabileceği bir Türkiye hayal ediyordu.
Bakınız cumhuriyet, bu ülkenin son 100 yılda gerçekleştirdiği en önemli projedir.
Bu ülkenin adeta yeniden küllerinden doğmasına sebep olmuştur.
Bu devrimin lideri Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Çağın koşullarının müsaade edebileceği en uygun modelle bu ülkeyi yeniden yapılandırmıştır.
Zor koşullar ister istemez katı uygulamaları dayatmış ve yepyeni bir toplum inşa edilmeye çalışılmıştır.
Biliyoruz ki, cumhuriyet, bugün gelinen noktada topluma çok şey katmıştır ve bu toprakların insanları Atatürk’e derinlerde sarsılmaz şükran hisleriyle doludur.
Ne var ki, her devrim gibi yeni bir toplum modelin inşası boyunca “demokrasi” kavramı ikinci plana alınmak durumunda kalınmıştır.
Bu unsurun eksikliğini cumhuriyeti kuranların da görmediğini söylemek onlara haksızlık olur.
Atatürk, hedefin “muasır medeniyet seviyesine” ulaşmak olduğunu söylerken, tabii ki cumhuriyetin temel ilkelerinin bir taban tuttuktan sonra mutlaka demokrasi ile taçlandırılması gereğine işaret ediyordu.
Derken, Atatürk vefat etti. Bir müddet sonra tek parti döneminden çok partili hayata geçilmeye çalışıldı, ama pek çok devrimin başına gelen hastalık ülkemizi de sarmıştı. Devrimin itici gücü olan askeri bürokrasi, kendi konforunu devam ettirecek tüm önlemleri almaya başlamıştı. Yargıdan sivil bürokrasiye, sözde demokrasinin siyasi uzantısı CHP’ye, görünürde oluşturulan vitrinin arka planında hep son sözü söyleyen ve temel konularda karar verici pozisyonunu tüm yönleriyle kurumlaştırmış bir yapı vardı.
Demokrat Parti, Adalet Partisi, hatta ANAP, Doğruyol...
Onlar en fazla “Barajlar Kralı” falan olabilirdi.
Oysa devran değişiyordu. Zamanında tıpkı Türkiye gibi ulusalcı modelleri tercih eden ülkeler 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren demokratikleşmeye başlamışlardı.
Bizim ülkemiz ise “ayak sürüyüp duruyordu.”
Ama 20. yüzyılın sonlarında dünya artık kabuk değiştirmişti.
Globalleşme, bilgi toplumu, Berlin duvarının yıkılması, Sovyetik sistemin çökmesi gibi… Her biri kapsamlı analizleri gerektiren gerekçelerle bizim coğrafyamızda “demokrasi rüzgarları” esmeye başladı.
Bu esnada askeri vesayet tüm ağırlığını devlet yönetiminde sürdürmeye devam ediyordu.
Demokrasinin olmazsa olmazı olan kimliklerin kendini özgürce ifadesi, fiili ve hukuki kurum ve kurallarla denetim ve baskı altında tutuluyordu. Onlara göre, birey devlet içindi, refah önceliğimiz değildi, kişi hak ve özgürlükleri adı altında bu ülke irticaya ve bölünmeye terkedilemezdi.
Ama samimi olduklarını kabul etsek de onların bu tespitleri, memleketimizin insanlarını artık ikna etmeye yeterli değildi. Bu sorular tartışılırken, o esnada 2002 yılında AK Parti seçimleri kazanıyordu.
Ne çare, uluslararası konjonktüre rağmen askeri vesayet gücünü hala koruyordu.
Ülke adeta “mağdurlar mezarlığı” görünümdeydi.
İhtilaller ve parti kapatmalarının normal hale geldiği ve her kesimin sindirildiği bir Türkiye fotoğrafında, “yaralı kuş” hallerimizi kader diye kabullenmeye başlamışken 27 Nisan 2007 tarihinde askerlerin seçim kazanan iktidarlara yönelik “mutad ayar”ına AK Parti direnince o andan itibaren bir kırılma yaşanmaya başlandı.
Uluslararası toplumun desteği, artan demokrasi rüzgarları yeni bir Türkiye’ye bambaşka bir süreç başlatıyordu.
Daha güçlü bir demokrasi için Türkiye’de ortam hazırdı.
Ama...
Devamını yarına bırakacağım.
Paylaş