Paylaş
Gezi Parkı kuşağını hepimiz anlamaya çalışıyoruz.
Bence en önemli özellikleri “çatışmasızlık” üslubunu benimsemiş olmaları.
Bizim dertlendiğimiz konular ve bunlara dair çözüm yöntemleri onlar için önemli değil.
Diyeceksiniz, daha dünya işlerine dahil olmadılar, henüz kütür çağla bademler, o da değil.
İnsanların gençliklerinde edindikleri kültür, izlerini bir ömür boyu taşır.
Gelecek on yıllarda bu insanlar yine meselelere böyle bakacaktır.
Bizim kuşak maalesef militanlığa, kutuplaşmaya, gizli övgü düzerdi.
Hatırlayın, bizi biçimleyen mizah anlayışımız bile bir tuhaftı.
Birbirimizi, çok kolayından ‘öteki’leştirirdik.
Gırgır dergisi solcuydu. Her ne hikmetse ülkücüyü “kıt zekalı tosuncuk”, muhafazakarları da “takunyalı kurnaz” olarak çizerlerdi.
Bizim cenahta bu durum hiç birimize garip gelmezdi.
Gezi Parkı kuşağı sanki güncel politik çekişmelere, “ilgisizlik” seviyesinde mesafeli duruyor.
Açıkça boş ve anlamsız buluyorlar.
O sebeple, aktif politika yönünden iştahsızlar.
Ringe çıkıyorlar ama gardları aşağıda, naif ve romantik şövalye halleri var ama “sakin güç” kararlılığı gösteriyorlar.
Ortak paydaları, birbirlerinin değerlerini, zorlama bir saygı kalıbına oturtmadan, doğallıkla kabul etmeleri.
Adeta, yaşama dair anlam sorgusu bizim gibilerin dillerindeyken onların bizatihi yaşantıları.
Pek tabii Türkiye bu insanlardan ibaret değil.
Diyebilirsiniz ki “Anadolu’nun geleneksel yapısı, gençlerini de kendi bildiğince biçimler.”
Bakın bu konuda da çok emin olmayalım.
Bizim yeni ayrımına vardığımız elektronik iletişim ortamı her sosyal katmandan genci kendi içlerinde, sandığımızdan da fazla yakınlaştırabilir, belki de yakınlaştırmıştır.
Neticede gelecek onların.
Öfke, kutuplaşma, gerginlik yerine, sakinlik, huzur, empatiyi önceleyen bu değerlere hangimiz itiraz eder ki. Pek tabii makul olanlarımızı kastediyorum.
Düğünün tadı klarnetle gelir
İktidar savaşları insanlık tarihi kadar eskidir. Bu savaşların soluklandığı dönemler sükûnetle geçer. Bu durum bir yönüyle istikrarı getirir, birikimlerin oluşması ve mayalanmasını sağlar. Ne var ki uzun süren yönetimler bir müddet sonra eskimeye başlar. İşte bu noktada iktidar savaşları tekrar canlanır.
Ülkemizde de sanki böylesi bir süreç yaşanıyor.
Önümüzde birkaç seçim var.
İktidar mücadelesi çok yönlü yaşanacak gibi gözüküyor.
İktidarı elinde tutan kadrolar bir yandan parti içi muhalefete karşı pozisyonlarını korumaya çalışırken, diğer yandan siyasi rakipleri ile yarışacaklar.
Hal böyle olunca önümüzdeki bir-iki yıl gerilimli ve istikrarı tehdit edici bir havada geçecek.
Bağlı olarak makro ekonomik dengelerde çalkantılı bir süreç bir süreç yaşamamız kimseyi şaşırtmasın.
Pek tabi, iktidar mücadelesinin dozajını da iyi ayarlamak gerekir.
Neticede ülkemize dair “politik risk” algısını yükseltmiyor olmamız lazım.
“Rejim kavgası” imajı bile cinnet zarardır.
Ancak çok da karamsar olmayı marifet bellemememiz lazım.
Zaten sanki gergin söylemler daha ziyade “seçmene selam” niteliğinde. En azından ben böyle temenni etmek istiyorum.
2023 yılına dair yüksek hedefler ortaya konmuşken, ülkeyi büyütebilmek her hâlükârda yabancı kaynağa ihtiyaç gösterirken, cari açık Demokles’in Kılıcı gibi başımızı üzerinde sallanmaya devam ederken…
Hiç bir iktidar sahibi sağduyuyu elden bırakmak istemez.
Zaten uluslararası toplum da meseleyi şimdilik böyle değerlendiriyor.
Öyle olmasa geçen pazar akşamı Sayın Başbakan’ın bankalara yönelik söylemi bir ‘kara pazartesi’ye yol açardı, ciddiye bile alınmadı.
Ancak her ‘anti-söylemin’ de bir birikim yaratacağını kabul etmek gerek.
Marksist jargonla “nicel birikimler nitel değişimlere” yol açar.
Kaldı ki iktidarların değişmesi, iktidar sahibi samimi demokratlar yönünden bile, dünyanın sonu olarak algılanmaz.
Politikacıların ve partilerin kariyerleri, maksat “ileri demokrasi” ise ikinci plandadır.
Şüphesiz “sandık” temel belirleyici olmaya devam edecektir. Ancak galiba birinci sınıf demokratik standartların zamanı geliyor. Sarih ve bağlayıcı seçim beyannameleri, yeni seçim ve siyasi partiler kanunları, makul seçim barajları, dar bölge sisteminden gelen güçlü parlamenterler, lider sultasını sorgulayan meclis, temel hak ve özgürlükleri çağdaş esaslarda tariflemiş bir anayasa, güçlü yerel yönetimler, saygın politikacı imajının içimize yerleşmesi...
Tüm bunlar olmaz ise sanki hayallerini kurduğumuz demokrasi düğünlerimizin tadı kaçık olacak.
Tercih zamanı
AMERİKA ve Avrupa medyası Sayın Başbakan’ı çok eleştiriyor.
Sayın Başbakan bu durumu “faiz lobisinin” hareketlendirdiği bir komplo olarak algılıyor.
Bakınız, uluslararası toplum dediğimiz dünya egemenleri Müslüman coğrafyalarına ilişkin projesini yıllar öncesinde yürürlüğe koymuştur.
Modelleri üçlü sacayağına dayanır. Demokrasi, liberal ekonomi, şeri düzenle katı laiklik arasında bir yerlerde dengelenmiş “Soft İslam”.
Büyük Ortadoğu Projesi olarak tanımlanan bu model de Türkiye’ye ve Sayın Başbakan’ın şahsında AK Parti’ye önemli bir rol biçilmiştir.
Ancak son dönemlerdeki eylem ve söylemleri ile, “demokrasi” bahsine dair AK Parti’ye şüphe duyulmaya başlanmıştır.
Demokrasi, bahse konu modelin kırmızı çizgisidir.
Zira, globalleşen dünyada batıdan gelecek sermayenin güvencesi ancak demokrasi tabanlı rejimlerde tedirginlik duymaz.
Batı tipi değerlerle oluşturulmuş bir vicdan anlayışı da meselenin eksik kalan “insani” boyutunu tamamlar.
Dolayısıyla çerçeve dışına çıkıldığında, mali gücü elinde tutanlar ve onların yönlendirdiği uluslararası kamuoyunun baskısına maruz kalırsınız.
Bu oyuna itiraz ederseniz ya sacayağının üçünden de vazgeçmek zorunda kalırsınız, ya da Şangay beşlisine dahil olmak için adımlarınızı sıklaştırır, ülkenizin yönünü otokratik kapitalist bir dünya bloğuna değiştirmeye çalışırsınız.
Bu “yol kavşağı” görüntüsü bile ülkemize büyük haksızlıktır.
Paylaş