Bu çok kötü bir duygu...
Galiba demokrasinin özgür soluğunu sürekli hissedeceğimiz zamanlara henüz gelmedik.
Hakim otoritenin dümen suyunda gitmek en güvenli yol.
Şimdilerde tüm kötülüklerin kaynağı bizlere işaret ediliyor, sağ olsunlar müthiş bir “düşünce konforu!” sağlıyorlar.
Farklı bakış açıları, çeşitlilik, renkler, gözle izlenir bir hızla azaltılıyor.
Belirli bir noktadan sonra “neme lazımcılık” da yetmiyor, suyu bulandıran kuzu örneği gibi “kurtlara eksiklenmek” zorunda kalıyor, insanın içini acıtan “özürlere” mahkum ediliyoruz.
Biliyoruz, bizim buralarda en fazla “karnımızdan” konuşulur. Demokratik bedel ödemeye ne mecalimiz ne de niyetimiz vardır maalesef.
Bizim yaş kuşağında olup da dedesi İzmir’de doğmuş herhangi bir Müslüman kişiyi ben tanımıyorum.
Yani 8 bin yıllık kent tarihinin kültürel kodlarına sahip olduğumuz pek iddia edilemez.
Nitekim, o güzelim İzmir’i körfezinden mimari dokusunu pek koruyamadığımız da açık.
Ancak, şu anda netice itibariyle bu kentin sahibi ve sakinleri bizleriz.
Bağlı olarak çocuklarımız ve torunlarımız bu yerde yaşayacaklar. Dolayısıyla bugünden geleceğe İzmir’i kıymetlendirmek vazgeçilmez görevimizdir.
Biz acaba Cumhuriyet öncesi dönemlere dair İzmir’le ilgili ne ölçüde bilgi sahibiyiz.
Acaba o dönemlerden bugüne, bu kenti parlatacak ne gibi üstü örtülmüş değerlerimiz var, bunları biliyor muyuz?
Uzun yıllar ODTÜ Yayın Kurulu Başkanlığı’nı yapan ve yenilerde Urla’ya yerleşen bir arkadaşım, Sayın Levent Gönül, Avrupalı Gezgincilerin, bırakın çok geçmişi, 17-18. yüzyıllarda Osmanlı topraklarında onlarca gözlem ve araştırma yaptıklarını ve kitaplaştırdıklarını söylüyor.
Meydan, öyle anlaşılıyor ki artık şahinlerindir.
“Türk kimliği ile Türkiyeli olmak mecburiyeti”, bu ülkenin doğusunda yaşayan milyonlarca Kürt’ü ikna edemiyor.
Tıpkı, bundan 13-14 yıl öncesine kadar dayatılan “Az Müslüman, Türk ve Türkiyeli” formülünün muhafazakarlarca kabul edilmemesi gibi.
İyi niyetle inanmıştık ki, demokratikleşme “kuyudan ilk çıkan” muhafazakarlar eliyle başlayacaktı.
Ancak olmadı.
Ülke bütünlüğü için “Türk” kavramının vazgeçilmezliğine iktidarın yeni sahipleri de, kısa bir kafa karışıklığından sonra, yanaşmaya başladı.
Yani bir nevi, ittihatçı gelenekle uyumlu “taç giyen baş akıllanır (!)” mutabakatı oluştu.
Bir Roman’ın kendisini ifade ederken “bizler neşeli insanlarız, her kapı gıcırtısında oynarız” şeklinde şirinlik ihraç etme baskısı altında kalması daima içimizi acıtmıştır.
Romanlar, hep biliyoruz, bu ülkede ikinci sınıf vatandaş muamelesi görürler.
Maalesef çoğumuzun zihninde, ne ayıptır ki “dikkat edilmesi gereken” kişilerdir.
Bu önyargımız ister istemez bahse konu mazlum insanları tedirgin ediyor, sıkıntısız kabul gördükleri tek alan olan “neşeli müzisyen” pozisyonundan kalplerimize el uzatmaya çalışıyorlar.
Oysa Romanlar her daim fakirler, iş–aş sorunu yaşıyorlar, adi suçlara adeta itekleniyorlar...
Yani, öyle mutlu olmaları için çok fazla sebepleri yok.
Makul akıldan bahsetmek, hümanistik duygularla meselelere yaklaşmak aşırı romantik bir tutum mu oluyor?
Neden tüm güvenlik güçlerimizle memleketin bir tarafında operasyonlar yapma durumunda kalıyoruz?
Devleti hissettirmenin gereği neden “vurma, kırma, yıldırma”dan geçiyor.
Niçin “ipin ucunu bırakırsam tüm varlığım tehlikeye girer” endişesi ile meşru şiddette “ön almak” çoğumuza ikna edici geliyor?
Barış sürecinde sarf edilen onca söz bir yalan mıydı?
Biz haklıyız, onlar hep haksız mı?
İnsanların öldüğü, bombaların patladığı, acıların tavan yaptığı bir çözüm kalıcı olabilir mi?
Tüm futbolcular, idareciler, taraftarlar...
Sadece bir kişi hariç.
Fatih Terim, her zamanki gibi gergindir, sinirlidir, kaşları kalkıktır, sebepsiz mutsuzluğunu çevresine ihraç etmeye çalışmaktadır.
“Hoca, işte budur” diye anlatmıştı Faruk Süren.
Belki de her daim başarılı olmasının sırrı, onun bu karakter özelliğinde yatıyor.
Fatih Terim sürekli adrenalin yüklenerek önce kendini sonra çevresini motive ediyor ve başarısına muhtemelen bu yolla ulaşacağına inanıyor.
Sonuçları itibariyle baktığınızda da teknik direktörlük kariyeri hakikaten müthiş.
Çok değil, 10-15 yıl sonra 200’ün üstünde gökdeleniyle İzmir’in yeni silueti olacak.
Tamam, bazı eksiklikler nedeniyle yargı frenleriyle karşılaşsa da Akdeniz’in incisi kentimiz bir “Manhattan” görüntüsü verecek.
Peki, 10 milyon metrekareni üstündeki bu arza acaba yeterli talep olacak mı?
Bakın, bu yerler canlı bir iş yaşamı oluşturabilirse bir anlam kazanır.
Hep diyoruz, 80 milyonluk bir ülke, tek ekonomik metropol ile yürümez.
Özellikle İstanbul – İzmir Otoyolu tamamlandığında, mesafe kaygısı azalacağından kentimiz tercih nedeni olacaktır.
Bir gün gerek yabancıların gerekse Anadolu’nun müteşebbis kesimlerinin İzmir’e yönelmeleri bu bölgeyi daha da değerlendirecektir.
Hani Nükhet Hotar Kültür Bakanı oluyordu, İbrahim Turhan ekonominin kurmayları arasındaydı.
Binali Yıldırım’ı saymayın.
O zaten AK Parti’nin ağır topu. İzmir’den vekil olduğu için Bakan yapılmadı.
Hadi İzmir’i geçtik. Nihat Zeybekci, tamam Denizlili’ydi ama bizler onu yarı İzmirli addediyorduk.
Bakan Yardımcımız Adnan Yıldırım ha keza İzmirli’ydi. O da bildiğimiz kadarıyla Nihat Bey’e bağlı olarak görevinden ayrılacak.
Tamam, İzmirli AK Parti’ye oy vermiyor. Ama AK Parti’nin de alttan aldığı söylenemez, anında mesafesini hissettiriyor.
Bakalım bu zıtlaşma ne kadar sürecek, kimler bükülecek, kent daha ne kadar zarar görecek.
-----