Pek tabii onları kullananlar, onların kirlettiği “mazlum İslam” meselenin diğer boyutları.
21. yüzyıl maalesef bu korku filmini hep yaşayacak gibi.
Dua edelim kullandıkları teknoloji canlı bomba ya da makineli tüfeklerle sınırlı kalsın.
Galiba ağır ağır bir istihbarat ve gözetim dünyasına doğru gönüllü olarak “teslimiyete” yelken açıyoruz.
George Orwel’in “Büyük Birader”i belki aradığımız sükûneti sağlayacak, ama bu defa özgürlüğümüze “elveda” demek durumunda kalacağız.
Dehşet gecesini yaşayan Parislilere sorsanız muhtemelen Abraham Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisinden” hareketle “güvenlik” talebini mahremiyetlerinin önüne çıkartmayı tercih edeceklerdir.
7 milyarı geçtik, gittikçe çoğalıyoruz, geliri adil bölüşmüyoruz, adaleti kovalamıyoruz, aynı gemide olduğumuzu yok sayıyoruz ve dörtnala mutsuz, ürkek bir dünyaya doğru gidiyoruz.
-----
Sanki politikacıdan ziyade deneyimli bir mühendis izlenimi veriyordu.
Becerikli, hizmet odaklı, kendisini kanıtlamış üstelik esprili bir figür vardı karşımızda.
Sonra, 1 Haziran seçimlerinde üç dönem kuralı nedeniyle aday olamadı. O dönemlerde parti içinde kendisine muhalif olanlar tarafından yıpratıldığını ve siyaseten bir irtifa kaybı yaşadığını gözlemiştik.
Derken, seçimler yenilenmeye ve üç dönem kuralı kaldırılmaya karar verilince, “ibre” tekrar kendisine dönmeye, Davutoğlu’nun Cumhurbaşkanı’na karşı ön görülenden daha fazla güç kazanmasını önlemek üzere, Saray nezdinde “ilave itibarlandırılma” rüzgarı almaya başladığını izledik.
Artık Binali Bey morallenmişti.
1 Kasım’a giden süreçte kendisini defalarca dinleme fırsatımız oldu.
Ancak, sanki bildiğimiz Binali Yıldırım’dan farklı bir insan vardı karşımızda.
Bu iki ana akım tek parti de konsolide olduğunda, bu ülkede daima iktidar olacak çoğunluğa kavuşurlar.
Bu bütünleşme, içe dönük bir modeldir, evrensel demokratik ilkelerle ilişkisi mesafelidir, uluslararası topluma ihtiyatlıdır, ülke içindeki muhalefete tahammülsüzdür.
Bu yapı, “otokratik kapitalist” bir ekonomik modelle AB ve ABD nezdinde “menfaatler” parantezinde kabul gören konumunda olur ve Şii dünyasına yakın duran Şangay Beşlisi bloğunda da itibarı çok sınırlı olur.
Yani bir “ortada kalmışlık” hali söz konusu olacaktır.
Türkiye uzun zamandır 4 kutuplu olarak tarif edildi.
Muhafazakarlar, Kürtler, Türkçüler, Laiklerle birlikte Aleviler.
Muhafazakarlar Türk Milliyetçileri ile konsolide olma yoluna girdiğine göre, geride; Kürtler, Aleviler ve Cumhuriyet değerleri ile yetişmiş Laikler kalıyor.
Mesela Barcelona ile Real Madrid ilişkisi böyledir.
Bizde de kimi taraftarlar bu kutuplaşmaya özenir, hatta militanlığa heveslenir.
İzmir ölçeğinde de biliyorsunuz, yıllardır şiddete prim veren bir Göztepe – Karşıyaka gerginliği sürüp gidiyor.
Sebep aradığınızda, lümpenlik ve zavallı bir özenti dışında bir izah bulamazsınız.
Şimdi iki kulübün başkanları bu şımarık tutumu ortadan kaldırmaya uğraşıyor.
Kusura bakılmasın, bu iyi niyetli gayret bile “bir ayıbın parçası olma” tehlikesini içerir. Ortada o denli bir “mesnetsiz saçmalık” var ki, sanki bu konuda gösterilen çaba bu duruma sebep olanları primlendirmek gibi geliyor bize. Yani, sanki sorumluluk hissetmek bu tipleri “öfkeli gençler” düzeyine çekiyor ve satır arası bir tolerans içeriyor.
Keyifli rekabeti vandallıkla karıştıran bu kriminal tiplerin aralarını düzeltmek sayın başkanların işi olmamalı.
---------
Açık kalplilikle bir tespitimi paylaşayım.
Kordon’da bir bina yıkılıp da denizden gerilere doğru bir boşluk açılınca, ortaya inanılmaz bir ferahlık çıkıyormuş.
Hani, insanın aklına gelmiyor değil, İzmir’i sevmek, işte böyle bir durumda fedakarlık yapabilmek midir?
Bir kıyı parkından söz ediyoruz.
1960’larda kıyı bandına çekilen Çin Seddi’nin bu vesileyle, küçücük de olsa bir rehabilitasyonu ve özrü sağlanmış olur.
Evet, Ticaret Odası’ndan Belediye’ye bağış bekliyoruz.
Bu amaçla başta Mimarlar Odası olmak üzere sivil toplum kuruluşlarından “çaba” göstermelerini umuyoruz.
YAŞAR Nuri Öztürk ve İhsan Eliaçık İslam ilahiyatı konusunda yetkin kişiler. Bu iki insan bizlere dinin aydınlık yüzünü bambaşka bir bakış açısından anlatıyor.
Geçenlerde Prof. Yaşar Nuri Öztürk, komünizmle ilgili çarpıcı tespitlerde bulundu.
Hoca bugünkü din anlayışının “zulüm hizmetçisi” olduğunu, halbuki dinlerin “paylaşımı sistemleştiren bir idrak” olması gerektiğini, komünizm bu “sahte din” yüzünden din düşmanı gibi algılandığını söylüyor.
“Kapitalizm”, “emperyalizm” ve “dinci zulümden” bunalan insanlığın komünizmi yeniden sahneye çağırabileceğini belirten Öztürk, Muhammed İkbal’in Marks ve Das Kapital’den Cebrailsiz Peygamber ve Cebrailsiz Kuran, diye söz ettiğini belirtiyor.
Hoca, Lenin’in Marks’ı yanlış anladığını, Sovyet barbarlığının bireyi robotlaştırıp yok ettiğini, oysa komünizmin özgür benliğin ortaya çıkartılmasını esas aldığını ifade ediyor.
İhsan Eliaçık’ı da dinlendiğinizde benzer tespitlerine tanık oluyorsunuz.
Hani, İslam modernite ile uyuşur mu, onun emir ve telkinlerini seslendirdiklerini iddia edenlerin bakış açısıyla insan haklarına, hukuka, demokrasiye saygılı bir toplumsal doku oluşabilir mi, şu anda maalesef “pratik” bu izlenimi vermiyor.
AK Parti içinde, bizim gözlediğimiz iki ana damar var.
Birinci damar; ki şu anda partide hakim, daha ziyade “otokratik kapitalizm”e heves duyuyor.
Yani bir anlamda Putin onların rol modeli.
İkinci damar; daha demokrat ve AB yanlısı.
Birinci grubun lideri Tayyip Erdoğan... Binali Yıldırım ve Ömer Çelik bu ekibin en önemli oyuncuları. 1 Kasım sonrası koalisyona mecbur kalınırsa, hiç şüpheniz olmasın CHP yerine MHP’yi tercih edeceklerdir.
Binali bey mesela, iyi bir mühendis, başarılı bir icracı, ama en az onlar kadar milliyetçi eğilimleri ağır basan bir kişi. Şu aralar Kürt politikasının rota değiştirmesinden en fazla memnun olanların başında geliyor. Muhtemelen bu konularda çok katı görüşlere sahip olduğunu bildiğimiz Vecdi Gönül’le iyi anlaşıyorlardır.
Ömer Çelik, Ayşe Arman röportajlarında farklı izlenimler veriyordu. Ama zamanla onun da şahinleşmeye başladığına tanık olmaya başladık. 7 Haziran sonrası CHP ile koalisyon görüşmelerini “içeriden” bombalayan bir isimdi Çelik. CHP ile “ontolojik” (yapısal) uyumsuzluk olduğundan söz ederek MHP’ye yönlenmenin alt yapısını yapıyordu.
TÜRKİYE’nin “az demokrasi” deneyimi vardır.
Tamam, sistem merkeziyetçiydi, kimlikleri bastırırdı... Falan, ama onun çizdiği çerçeveye uyumlu olduğun takdirde önün de açılırdı.
Devlet bürokratik bir tarifle ağır aksak da olsa işler, asgari ölçüde bile olsa bir “müesses nizam”dan söz ederdik.
AK Parti “çok demokrasi” vaadi ile iktidara geldi.
Başlangıçta çoğumuz heveslendik, sevindik, “daha iyi olacak, fıstık gibi olacak” demeye başladık.
Ancak öyle olmadı.
Askeri vesayetin güdümündeki “az demokrasi”yi aratan ve “hiç demokrasi” endişesi yaşatan gelişmelere tanık olmaya başladık.