Hukuk; reel anlamda, güçlülerin menfaatlerini koruyan kurallar bütünüdür.
Yani bu dünya düzeninde ‘yazı gelince ben kazanırım, tura gelince sen kaybedersin’ gerçekliği zaman içinde geniş halk kitlelerinin idrakine yerleştikçe, bu defa kontrol dışı, enjekte edilmiş ezberlerden farklı ‘oy kullanma’ tercihi tezahür etmeye başladı. Evet, resmen müesses nizamı dejenere edecek kişilere iktidar yolu açılıyor. Esasında Silvio Berlusconi ile bu eğilim ilk emarelerini vermişti. Şimdilerde bir ‘Donald Trump’ fırtınası yaşanıyor Amerikan Başkanlığı seçim sürecinde. Faşist, ırkçı, ölçüsüz, ahlak zaafları taşıyan bir kart papaz kılıklı adam, resmen halk nezdinde itibar görüyor.
Diğer örnek İngiltere. Haziran ayında AB’den ayrılmayı referanduma götürüyorlar. Çok uluslu firmalar ayağa kalktı, deklarasyonlar, tehditler yayınlıyorlar. Ancak sade İngiliz vatandaşı hınzır bir keyifle onların tariflediği menfaatlere kırmızı kart göstermeye niyetleniyor.
Sanki insanlar ‘biz yıllarca düzene uyumlu davrandık da ne oldu’ der gibi, 300 yılda oluşmuş burjuva ahlakını yerle bir ediyor, “bilgi toplumu” çağında ‘eşit vatandaş’ ağırlığını bu şekilde hissettiriyor. Hatta hissettirmenin ötesinde ‘posta koyuyor’, ‘provakasyon yapıyor’.
Ne derdi büyük Türk düşünürü (!) Aysun Kayacı;
‘Sıradan bir insanın oyu ile benimki bir olur mu?’
Galiba 21 yüzyıl egemenleri bu cümleyi daha yoğun, üstelik artan bir telaşla tartışmaya başlayacaklar.
İşin enteresanı, onun peşinden gitmeye hazır muazzam bir kitle var.
Demokrasiler, bir “oy” meselesi ise Sayın Cumhurbaşkanını durduracak bir güç ortada gözükmüyor.
Ancak ülkeyi götüreceği noktanın da bir demokrasi olup olmadığı çok tartışmalı.
Buraya kadar belirttiklerimiz bilinen bir bakış açısı.
Tamam, az demokrasi, az refah, az hukuk, az insan hakkı.
Ama, hafif illüzyon, zorlama bir payda üzerine inşa edilen bir ulus-devlet başka nasıl sürdürülebilirdi ki?
Hani bu yola gidilmeseydi ne olurdu.
Şimdilerde yaşadığımız belirsizlikler çok daha vahim yaşanmayacak mıydı?
Bu neviden yapılara “camia şirket” demek uygun düşer. Bu şirketlerin yarım asırı geçen geçmişleri vardır. DYO, Turyağ, Metaş, Çimentaş, Petkim, Pınar, Arkas, Batıçim ilk anda aklımıza gelenler.
Yukarıda saydıklarımızın bir kısmı kapandı. Ancak geride kalanlar sahip değiştirmiş bile olsalar, iliklerine sinmiş “fenafillah” geleneğinin gönüllü yürütücülüğünden vazgeçemiyorlar. Kent’e dair, eğitim, kültür, sanat, spor etkinliklerine katkı bu kuruluşların vecibesi addediliyor, işin hoş tarafı “keyifli bir kabulle” sahipleniyorlar.
Örneğin Çimentaş... Çimentaş Milli Eğitim Bakanlığı’na yaptığı doğrudan bağışların yanı sıra Çimentaş Eğitim ve Sağlık Vakfı aracılığı ile, mevcut İtalyan ortaklar, Akgerman ve Gürel aileleriyle birlikte müthiş bir hizmet sinerjisi yaratıyorlar. Esasına bakarsanız geçmişten bugüne emeklileri, ikinci-üçüncü kuşak çalışanları, eski-yeni hissedarları, bayileri, müşterileri ile bu neviden yapıların kendileri bizatihi “Vakıf” niteliğine yaklaşıyorlar.
Ticaret ve Sanayi Odalarına buradan bir öneri.
Böylesi simge şirketlere, tıpkı asırlık çınarlara yaptığımız gibi acaba özel bir onurlandırma yapabilir miyiz?
İnsanların birbirine saygısı her neviden sivrilikleri törpüler.
Bu tip toplumlarda günlük yaşam dingindir, sürprizler ekstra gayret gerektirir. Yaşanan keyifli anların sayısı çoğaltılarak adeta heyecan ve renk inşa edilmeye çalışılır.
İşte, İzmir büyük ölçüde böyle bir yerdir.
Kentin bu hakim kültürüne sonradan gelenler de dahil olurlar.
Bu toplum dokusu, bu anlamıyla iyidir hoştur, ama maalesef ülkemizde son yıllarda yaşanan büyük sosyal çalkantılara karşı hazırlıksız ve dayanıksız bir örgünün de sebebidir.
İzmirliler siyasete özel bir anlam yüklemenin, misyon biçmenin, geçmiş yüzyılda kaldığını düşünürler.
Bu yüzden naiftirler. Bu yüzden radikal duygularla siyaset iştahı taşımazlar.
Söz konusu beyefendi CHP’nin en önemli “kamu” postunun, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın üçüncü dönemdir temsilcisi.
Açıktır ki, “halkta karşılığı olmayan” hiçbir kişi, bu mevkiyi bu sürelerde işgal edemez.
Ya İzmir seçmez, ya da parti aday göstermez.
Aziz Bey’in İzmir halkıyla oluşturduğu özel bir iletişimi var.
O zaman temel sorunsalınız “niçin” sorusuna yanıt aramaktır.
Bu serüven sizi “akıl üstü” mecralara sürükler ki, hani en fazla “sezdikleriniz”, “hissettikleriniz”le sınırlı, kişiye özel, anlatılamaz bir “hakikat”in yolcusu olursunuz.
Bu yol, ister istemez “bir kabulden hareketle”, bir “iç arayışın”, bir “anlam sorgusunun”, bir “eksilmesin”, nihayet “tekliğin” keşfidir aslında.
“Nasıl” sorusunun yetersiz, “bilimin” tıknefes, “aklın” kısıtlı kaldığı, materyalizmin sathi addedildiği bu çerçeve, semavi dinlerin dar kalıplarına da hiçbir şekilde sığmaz.
Felsefe bahse konu bu kaide üzerinden yükselir.
Bugün kıyılar başta olmak üzere ülkenin her tarafında, Cumhuriyetin kültür politikaları ile yetişmiş, laik değerleri önceleyen on milyonlar var.
Bu insanların, “din”le, Müslümanlıkla ilişkileri mesafeli.
Cumhuriyet, devlet denetimli bir Diyanet anlayışı ile Müslümanlığı, Allah’la kul arasında yaşanması gereken içe dönük, kişisel, özel bir çerçevede tanzim etmeye çalıştı.
Oysa din, 1500 yıllık kapsamlı bir külliyata sahip, sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi boyutları ile başkaca bir yaşam önerisine kapalı bir geleneksel anlayıştı.
Bu anlayışı içten içe sürdürenler oldu.
2000’li yılların başlarından itibaren devran dönünce bahse konu insanlar ülke yönetiminde de “ön almaya” başladılar.
Bu gelişmeler sonrasında Cumhuriyet projesinin biçimlediği (ikna ettiği) milyonlarca insan, özellikle eski Arap kültürünün etkisini taşıyan mezheplerin hiç bilmediği değerlerle tanıştı.