Her şeyi ile bir Anadolu insanı olan bu özel ve aykırı adam, bu aralar yine Türkçe etimolojik sözlüğü çalışmasına konsantre olmuş.
Kendisini sosyal medya üzerinden takip ediyoruz.
Yine savunduğunu provokatif bir tarzda ifade ediyor.
Her daim, dik, huysuz, korkusuz ama hep lezzetli bir mizaç.
Sürekli resmi ideolojiye kafa attığından, “müesses nizam” tarafından hiç sevilmedi.
Sevan Nişanyan, kalıplara yaslanan, hamasetten prim yapmaya çalışan insanlara karşı, onların sinir uçlarına basmaktan daima hınzır bir haz almıştır.
Gençler için değil.
Onlar yeni ve zorlu bir periyoda başlarlar bu ayda.
Yaşları ilerleyenler için ise bir “itirazdır” eylül.
Yaz güzelliğinin bu denli çabuk bitişine...
Kalan ömür için stokların bu denli hızlı tükenmesine...
Ekim sonuna kadar kimseye laf söyletmeyiz biz.
Bakın, rüzgar durmuştur, balık mevsimi açılmıştır, güneş ışınları gümüşi kırılmalar içindedir, deniz ılıktır, pastırma yazı kasımın ilk haftasına saklamıştır kendisini, bayıltıcı sıcaklar çok şükür yoktur, akşamları ince hırkalar zamanıdır...
Öncelikle belirtelim ki, bahse konu olaylarda Kocaoğlu’na haksızlık edildiğini düşünüyoruz.
Aziz Bey’in konuşmasının sık sık muhalif sloganlara kesilmesine AK Partili yöneticiler seyirci kalmışlardı.
En hafif deyimiyle “siyasi nezaketi kaale almama” olarak addedebilecek bu duruma Aziz Bey öfkeli bir tepki gösterince muhataplarını “eksiklendirerek mahcup etme” fırsatını kaçırmış oldu.
Sayın Başbakan’ın Aziz Kocaoğlu’nun tepkisini “Recep Tayyip Erdoğan sevgisini içine sindirememek” şeklinde değerlendirmesi, açık söylemek gerekirse kitleleri kışkırtan bir tercihti.
Esasında İZBAN’ı kim yaptı tartışması bize hiç anlamlı gelmiyor.
Neticede harcanan kamu parası.
Hele Türkiye gibi sermayesi kıt bir ülke iseniz, mecburen dış tasarruflara ihtiyaç göstereceğinizden, yabancı sermaye denilen “ürkek tavşanı” tedirgin etmemeniz icap eder.
Türkiye’nin tasarruf oranı milli gelirinin takribi %15’dir.
Bir ülke sadece kendi kaynakları ile yetinmek durumda ise tasarruf kapasitesi kadar yatırım yapabilir.
Yatırım, ekonomik büyüme demektir. Türkiye’nin tatmin edici bir büyüme seviyesini yakalayabilmesi için milli gelirinin %23-25’i arasında yatırım yapması gerektiği biliniyor.
İşte, aradaki fark için yabancı sermayeye ihtiyaç duyuluyor.
Dolayısıyla refaha giden yol ancak dışsal tasarrufları cezbederek mümkün olabiliyor.
Dünya çapında sanatçılar ardı ardına gelirdi.
Ünlü protest sanatçı Joan Baez’ın bir konserini hatırlıyorum.
Yaşlı tiyatronun basamakları hınca hınç dolmuştu.
Bermutat sahnenin ön taraflarına protokol sandalyeleri dizilmişti.
Konserinin başlamasına az bir süre kala bahse konu önemli kişiler geldi ve yerlerine yerleştiler.
Behşuş bir çehreyle seçkin olmanın keyfini çıkartarak Joan Baez’ı dinlemeye hazırlanmışlardı ki, ihtimal kulis penceresinde bu haksız konfora tepkilenen sanatçı, sahneye çıkar çıkmaz protokolü diline dolamıştı.
Naim, Olimpiyatlar’da rekorları paramparça ederken, yüzde yüz aidiyet hissederek kendimizden geçiyorduk. Daha sonra Afrika’dan bazı atletleri Türkiye vatandaşı yaptık. Siyah tenli bu sporcuları her ne kadar sevmiş olsak da, o denli içselleştirememiştik. Hani, birilerinin “devşirme” demesine karşı çıksak da, tamamen haksız olmadıkları aşikardı. Son olarak bir Azeri kökenli atlet Ramil Guliyev, Türkiye adına 200 metre yarışında dünya şampiyonu oldu. Bu defa durum biraz daha karışık geldi hepimize.
Ramil, tamam Türk dilli bir ülkenin çocuğuydu ama evladı-ı fatihan değildi. Ama Afrikalı da değildi. Bu sebeple temkinli bir “bağıra basış” yaşadık.
Diyeceğimiz, galiba Balkanlar “içeriden ses”, Türki Cumhuriyetler “yan oda”, Afrika ise “yan daire” sesi gibi geliyor necip halkımıza...
TRAMVAY DOĞRU PROJE
Şu tramvay meselesinde kaldırılan toz bulutuna hayret ediyoruz. Sosyal medyada bir kısım insanlardan müthiş bir itiraz sesi yükseliyor. Efendim, çalışmalar nedeniyle trafik sıkışıklığını dert edenlerden, projenin gereksizliğine varıncaya kadar bir “anti tutum” hiç soluklanmadan ortalığı inletiyor. Yahu, her şeyi bir tarafa koyun, tramvaylar neticede toplu taşımacılığa hizmet eden, otobüs ve dolmuşların yarattığı sıkışıklığı azaltan bir fonksiyon icra ederler. Sadece bu bile projenin desteklenmesini gerektirmez mi?
İnsanlarımızın 4 milyon nüfuslu bir şehirde yaşadığımızın idrakinde olması lazım. Esasında dünyanın belli başlı metropollerinde kent merkezine özel araçlarla girebilmek belirli kıstaslara tabidir. Belki bir adım sonrasında bu konuda da düzenlemeler yapılması gerekecek. Yine, kent merkezinde oturanların evinin önünden dolmuşa, otobüse binme keyfi maalesef sürdürülebilir bir durum değildi. Bundan böyle metro ya da tramvay durağına, gerekirse 10-15 dakika yürümeyi içimize sindirmek durumundayız.
Bu arada belirtelim ki, Avrupa ve Amerika’da pek çok kentte tramvay taşımacılığı başarıyla uygulanan bir modeldir. Kısa bir müddet sonra proje tamamen hayata geçince, muhtemelen herkes benimseyecek ve mutlu olacaktır.
ALTAN KARDEŞLERİ UNUTMADIK
Alıştığımız ve aksini bilmediğimiz modern değerleri, daha da rafine hale nasıl getiririz diye çabalardık.
Örneğin, imamların nikah kıyma yetkisine sahip olabilmeleri aklımızın ucundan dahi geçmezdi.
Mesela derdik, acaba İslam inancımızı Batı dünyası ile nasıl daha da uyumlaştırabiliriz.
Camiye “kadın” dahil olur mu, acaba “iskemle” mabetlerimize girebilir mi?
Tüm bunlar bize makul gelen zihin egzersizlerimizdi.
Yine mesela “alaturka” tuvaletler hiç şüphemiz yoktu ki, gayri medeniydi, her yerden kaldırılmalıydı.
Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde bir “solcu” genç, “kompozisyon” sınavından son hakkına girer.
Dersin hocası da “nursuz, uğursuz” bir yaşlı kadın profesördür.
Üstelik ideolojik olarak da karşı kampa yakın biridir.
Derken sınav günü gelir.
Tek bir soru sorar profesör kadın.
“Sizce cesaret nedir?”