Serdar Turgut

Bugün itibarıyla...

27 Haziran 2002
<B>DÜN </B>dündür, bugün de bugün. Bugün itibarıyla artık umarım bazı konular toplum gündeminden çıkacak ve her şeye rağmen rasyonel olmaya çalışan insanların sinirini bozan düşünceler ortaya atılmayacak. Aşağıda bir liste yaptım.

Bu listede bugünden sonra artık bir daha duymak ve okumak istemediğim konuların bir dökümü yer almakta.

Umudum o ki rasyonel olması son zamanlarda daha da zor hale gelen yurdum insanları, bu listeyi dikkatli okur da kendilerine çekidüzen verirler.

* * *

İşte bugün itibarıyla biteceğini umduğum şeylerin ‘‘Top 10’’ listesi:

1- Hangi şehre hangi futbolcunun heykelinin dikileceği, futbol takımının tümünün mü heykelinin dikilmesinin yoksa futbolcuların her birinin heykelinin şehirlerin ayrı noktalarına dağıtılmasının mı daha iyi olacağı yolundaki teorik tartışmalar.

2- Sinan Aygün'ün hayatta olabilen ve de olmayabilecek her şeye olduğu gibi heykel tartışmalarına da yaptığı teorik katkılar. (Kendisi heykellerin Meclis bahçesine dikilmesi fikrini ortaya atmıştı.)

3- İlhan Mansız'ın adını İ.Mansız diye yazdığınızda bunun ‘‘imansız’’ olarak okunabileceği, bunun da önemli bir gelişme olduğu, hele de Hakan Şükür ‘‘gibi bir insanın’’ oynadığı takımda böyle bir durumun olağanüstü önem taşıdığı yolundaki tartışmalar, bu konuda İ. Mansız'ın babasının demecinin yer aldığı ve ‘‘Benim oğlum imansız değildir, dini bütün bir insandır. Neden onun adını öyle yazıyorlar’’ diye konuştuğu gazete haberleri.

4- Milli Takım'ın başarıları nedeniyle artık ‘‘ideolojilerin sonununun geldiği’’ yolundaki görüşler.

5- Türkiye'nin sosyal ve politik yapısında Milli Takım'ın her galibiyetinden sonra radikal değişimlerin yaşanmasının artık an meselesi haline geldiğini, değişimin kaçınılmaz, önlenemez olduğunu savunan yazılar.

6- Şenol Güneş ile Hıncal Uluç'un giyim stillerinin karşılaştırılmasından yola çıkarak Anadolu ile İstanbul arasındaki sosyolojik farklara açılımlar yapan, bu farkları irdeleyen ve Milli Takım'ın yepyeni bir Türk insan çeşidinin doğumuna işaret ettiğini savunan, içerik itibarıyla Fransız sosyologlarını bile hayretler içinde bırakabilecek türden analizler.

7- Dünya Kupası maç sonuçlarının dünyada yeni bir düzenin habercisi olabileceğini anlatan, ‘‘Daha önce Brezilya şampiyon olduğunda dünya düzeni mi değişti yahu’’ türünden bir fikri bile aklına getiremeden analizini sürdüren yazılar.

8- Dört ve onun katsayılarına takıntılı olarak yaşamını sürdürmeye çalışan, ülkesinin maçı oynanacağı gün ‘‘Ben 04.08 tarihinde doğdum. O yüzden de maçın 48'inci dakikasında mutlaka gol atacağız’’ diye yazılar yazan ve 48'inci dakikada kendi takımı gol yiyince de bunun ilahi bir işaret olabileceğini düşünmeye başlayan yazarların meslek yaşamı...

9- Final maçını izlemek üzere bu döviz sıkıntısının yaşandığı şu dönemde bile halkın çektiği acılara aldırmadan yurtdışı seyahate gitmeye hazırlanan genel yayın yönetmenlerinin Japonya gezisi planları.

10- Memlekette döviz kurundaki yükseliş nedeniyle her geçen gün daha da fakirleşen köşe yazarları dururken, onlar acilen yardım beklerken, futbolculara daha fazla dolar ödülü verilmesini savunan siyasetçilerin konuşmaları.

* * *

Ve son olarak minik bir yorum girişimim olacak. (Ben de eksik kalmayayım dedim bu işten ve son anda kendimi tutamadım işte.)

Dün maçı izlerken bizim futbolcuların adeta starlaşmaktan korkar gibi davrandıklarını hissettim.

Yani birey olarak parlamaktan kaçınıyor gibiydiler. Abartılı bir şekilde kendilerini düşünmeden oynamaya çalışıyorlardı. Bu yüzden de çoğu şut atmaktan kaçındı.

Devamlı olarak başka arkadaşlarını pozisyona sokmaya çalıştılar.

Birey olarak risk almaktan korkar gibiydiler uzunca bir süre.

Bir tek kalecimiz Rüştü starlaştı, o da buna mecburdu, başka çaresi kalmamıştı.

Takım oyunu iyidir, birimiz hepimiz içiniz falan filan da, futbol da sonunda egoist starların sonucu belirlediği bir spor gayet tabii ki.

Bizimkiler dün birlik ve beraberlik ruhunu maçın büyük bölümünde abarttılar bence ve futbolcular bireysellik dışına çıkacağız diye uğraşırlarken gol yiyiverdik.

Ancak ondan sonra egolar ortaya çıkmaya başladı, ama iş işten geçmişti.

Ülke çıkarları ile birey çıkarları arasında denge kurmak ne kadar önemliyse, takım ruhu ile star egosu arasında bir denge kurmak da o kadar önemli bence.

Türkiye dün abartılı yardımlaşma, abartılı takım oyunu ve bireyselleşmenin dışında kalmak için abartılı çabalamalarının kurbanı oldu.

Ve şunu da unutmayın ki, en azından 48'inci dakikada bir gol olacağını tahmin ettim. Şimdi ben, 4 ve onun katsayılarına takmayayım da kimler taksın ha!
Yazının Devamını Oku

Ruhsal durumum iyi değil

26 Haziran 2002
<B>BİRAZ </B>sonra oynanacak maç nedeniyle kafayı hepten üşütmeye başladığım konusunda elimde kuvvetli deliller var. Aldığım her haberde bir olumsuzluk aramaya başladım mesela.

Örneğin dün bazı genel yayın yönetmenlerinin final maçını izlemek için bilet almış olduklarını öğrendim.

Ve artık normal düşünme kabiliyetini tamamen kaybetmiş olduğumdan olsa gerek, bunu da bizim biraz sonraki maçı kaybedeceğimiz yolunda bir işaret olarak algılamaya başladım.

Biliyorum, şimdi ne alaka diyeceksiniz?

İzin verin anlatayım.

Ben ‘‘devlet’’e ne kadar güvenirsem ‘‘genel yayın yönetmenlerine’’ de o kadar güvenirim.

Nasıl ki bizim devlet herhangi bir işe el attığında bunun sonunun benim açımdan katiyen iyi olamayacağına inanıyorsam, genel yayın yönetmenlerinin de bir işe el attıklarında sonuçta beni mutlu edebilecek herhangi bir şey olmayacağını kesinlikle biliyorum.

Her iki konuda da uzun yıllar boyunca edinilmiş tecrübelerim var çünkü.

Devletin bugün öğleden sonra idari izin ilan etmesi de, genel yayın yönetmenlerinin final maçına gitmeye hazırlanmaları da işte bu yüzden benim için maçın olası sonucuyla ilgili kötü haberlerin bir işaretidir.

* * *

Sürekli almakta olduğum yerel işaretlerin çözümlemelerini yapmakla uğraşırken, başımda yeterince problem yokmuş gibi bir de üstüne üstlük William Safire da önceki gün New York Times'taki yazısında ‘‘Go Turks’’ diye slogan atarak bizi desteklediğini açıkladı.

William Safire'ı hatırlıyorsunuzdur herhalde.

Kendisi Türkiye ve Ortadoğu hakkındaki bütün yanlış bilgi ve haber içeren yazıları Türk basınında otomatikman manşet olan Amerikalı köşe yazarıdır.

İyi adamdır, hoş adamdır da onun biz Türkler ile ilgili tahminlerinden hemen hiçbir tanesi tutmamıştır bugüne kadar, bunu da bilin.

Şimdi gelin siz benim yerime koyun kendinizi.

Bu adamın bile durup dururken Türkleri desteklemeye başladığını görünce siz de benim gibi şiddetli bir paranoya içine girmez miydiniz, bunu da bugünkü maçı kaybedeceğimiz yolunda bir işaret olarak algılamaz mıydınız?

Siz de depresyona girmez miydiniz benim gibi?

* * *

Meteoroloji yetkililerine inanılacak olursa memleket bugün Balkanlar'dan gelecek soğuk ve yağışlı bir havanın etkisine girecekmiş.

Sevgili okurlar, siz bana bakmayın, moralinizi dik tutun, ben artık manen bitmiş bir insanım büyük ihtimalle, öyle sanıyorum ki normal düşünme yeteneğini de tamamen kaybetmiş durumdayım çünkü bu rutin meteoroloji haberini de bir ‘‘soğuk duş’’un habercisi olarak algılamaya başladım.

Ve paniğim üç misline filan çıktı.

Bir süredir gündelik takıntılarımdan kurtulmaya çalışıyordum, minik başarılar da elde etmiştim hatta.

Dün onlar da maalesef geri geldi.

Evden çıkarken havagazını kontrol etmek için dört kez geri döndüm, sonra Rana mutfaktan bir şey istedi, dört sayısının sihri bozulduğu için bu kez sekiz kez mutfağa geri giderek önceden bozulmuş olan şansı bu kez daha kuvvetli yerine koymak için uğraştım.

Safire'ın yazısının bulunduğu gazeteyi çöp kutusundan çıkarıp üç kez üst üste tekrar çöpe attım.

Hürriyet Gazetesi'nin künyesinin bulunduğu sayfayı açıp genel yayın yönetmeninin adını yüksek sesle 16 kez okudum.

İlk başta sekiz kez okumamın yeteceğine inanıyordum ama sonra 16 kez tekrarlayarak işi sağlama aldım.

Günün ortasında yüksek sesle 16 kez Ertuğrul Özkök diye bağırmam Rana'yı bile panikletti. ‘‘Hayrola, kafayı mı yedin?’’ dedi.

Ben de ona ‘‘Yok ya ben iyiyim, yok ya ben iyiyim, yok ya ben iyiyim, yok ya ben iyiyim’’ diye cevap verdim.

Brezilya'nın olası kadrosunu baştan aşağıya iki kez okudum, bunu sadece dördün yarısı kadar okuyarak onların gücünü azaltmaya çalıştım.

Sonra mahallede park etmiş olan arabaları saydım, 18 tane vardı, ikisinin gitmesini bekledim sayı 16'ya düşünce (dört çarpı dört bilmem anlatabiliyor muyum?) onların boşaltmış oldukları yere etraftan bulduğum sandıkları koyarak o yerlere park yasağı getirdim.

Falan filan.

Siz bana güvenin, takıntılarımın başlaması hayra alamettir, çünkü ben 4 Ağustos doğumluyum yani 04.08 durumu var ve ben eğer diyorsam ki bu maç ya bizim 48'inci dakikada atacağımız golle ya da eğer iş uzarsa 97'nci dakikada (9 artı 7 eşittir 16) atacağımız golle bitecek, o zaman bana inanın.
Yazının Devamını Oku

Milli Takım'a büyük darbe!

25 Haziran 2002
<B>ŞU </B>işe bulaşmayayım diyordum ama artık kendimi tutamayacağım. Milli Takım'a yönelik öyle büyük yanlışlar yapılıyor ki, insan bunları yapanların vatan haini olup olmadıklarını bile düşünmeye başlıyor. Adeta takıma çelme takmak isteyen, başarısız olunduğu takdirde sevinecekmiş gibi var gücüyle çalışan çete benzeri bir oluşum var bu memlekette. Ve onlar elinden geleni yapıyorlar, ulusal gururumu vurmak, onu şampiyonluk yolundan etmek için.

Dolayısıyla birilerinin gözümüzün önünde oynanan aşağılık oyuna ‘‘DUR’’ demesi, elini masaya vurması ve el birliğiyle Milli Takı 'ma cephe almış olan şer cephesine karşı artık haykırması gerekiyor.

Başkalarından ses çıkmadığına göre, daha önce de gelişmeler beni zorladığında hep yapmak zorunda kaldığım gibi elimi taşın altına koymam ve olaya müdahale etmem gerekiyor. Vatan sevgisi bu, elimde değil başka türlü davranmak.

* * *

Milli Takım oyuncularına ‘‘moral destek’’ olsun diye eşlerini ve çocuklarını yanlarına göndermişler. Böyle bir şey olabilir mi ya! Kardeşim, bu hatadan dönün, onları bir an önce memlekete, hiç vakit kaybetmeden geri getirin!

Evli bir erkeğin, eşini ve çocuklarını yanında gördüğü zaman moralinin düzeleceği konusunda hiçbir bilimsel kanıt yoktur. Hatta bilim bunun tamamen aksini söyler.

Bilimi bırakın bir yana, gerçek de farklıdır zaten; yani evli bir erkek eşini ve çocuklarını yanında gördüğünde eğer moraline herhangi bir şey olacaksa, bu ancak ani bir çöküntü olabilir. Yapmayın etmeyin, futbolculara bu darbeyi de vurmayın!

Milli Takım'ın Dünya Kupası'nda bu aşamaya kadar gelmesinde acaba oyuncuların, ne kadar fazla tur atlarsak o kadar eşlerimizden, çocuklarımızdan uzakta kalırız da biraz kafamız dinlenir diye düşünmelerinin payı yok mudur ki? Sadece bu düşüncenin yaratmış olduğu motivasyonla kupayı bile alma gücünü gösterecek olamazlar mı?

Acaba oyuncular, aile meselelerine sırf acele geri dönüş yapmamak için gerektiğinde finali de aldıktan sonra biraz daha oralarda takılıp isteyenle bedavasına maç oynamaya bile razı değil midir ki?

Yani böyle bir hatayı çocuklara yapabilen bir zihniyeti anlamak mümkün değil!

Tam işin sonuna gelmişken onlara böylesine büyük bir darbe vuran bu zihniyeti kınıyor ve sorumluları millet önünde vatana ihanetle suçluyorum.

* * *

Yahu kardeşim, her işe neden devlet müdahalesi olmak zorunda ya!

Yani ben, özellikle bizim memlekette bir işe devlet fazla karıştığında, o işten katiyen doğru bir sonuç alınamayacağını biliyorum.

Durum böyleyken, şu ana kadar Dünya Kupası'nda her şey normal giderken, şimdi kalkıp çarşamba günü öğleden sonrayı idari tatil ilan ettiler ya, aldı beni bir korku!

Güvenmiyorum yahu devlete, ne yapayım elimde değil bu his. Yani sırf onlar işe bulaştı diye, o günü tatil ilan ettiler diye şimdi ben ‘‘Acaba o gün ulusal yas mı çekeceğiz de bunlar işe bulaşıp millete tatil verdiler’’ diye korkmaya başladım.

Dediğim gibi, rasyonel bir korku değil benimki, ama ne yapayım. 47 yaşıma geldim ve siz de benim gibi bugüne kadar devletin tam bulaşmış olduğu herhangi bir işten katiyen hayır gelmemiş olduğunu görmüş olsaydınız, bu resmi tatil işinden aynen benim gibi korkmaya başlardınız.

* * *

Şenol Güneş ‘‘Zaman’’
Gazetesi'ne konuşmuş ve Milli Takım'ın başarıları nedeniyle Türkiye'de sosyal ve politik değişimlerin olacağını, taşların yerinden oynayacağını söylemiş. Abartma yahu kardeşim, Allah aşkına be! Ne yapacaksın yani memlekete dönüşte? İlhan Mansız'ı ekonomiden sorumlu devlet bakanı mı yapacaksın veya Hasan Şaş, AB işlerinden sorumlu bakan mı olacak?

Şenol Bey kardeşim, bizim memlekette sadece bir konuda istikrar vardır. O da bu memlekette bazı taşların ne yapılırsa yapılsın katiyen yerinden oynamayacağıyla alakalı bir istikrardır. Bunu da bil yani.

(Not: Bu arada espri olsun diye yazmış bulundum ama İlhan Mansız ile Hasan Şaş'ın bakan olmaları fikri, yazdıktan sonra bana hiç de fena bir şeymiş gibi gelmemeye başladı, siz de bunu bilin yani.)
Yazının Devamını Oku

Hakan Şükür'e sahip çıkın

24 Haziran 2002
<B>BAŞTAN </B>söyleyeyim, ben futbol konusunda fazla bilgi sahibi olan bir insan değilim. O yaşamdaki olayları da pek fazla takip etmem.

İlhan Mansız'ın adını ilk kez 10 gün kadar önce duymuş olduğumu söylersem eğer, durumun vahimliğini anlarsınız tahmin ediyorum.

Bu durumla övünmüyorum, futbol hobimin olmaması nedeniyle ‘‘tadamadığım keyiflerin’’ farkındayım, ama ne yapalım durum böyle işte.

Çocukken fanatik Galatasaray taraftarıydım, sonra araya uzun yurtdışı yaşamlar girince o hissi de kaybettim.

Tekrar futbol izlemeye Galatasaray'ın UEFA şampiyonu olduğu günlerde başladım, şimdi sadece bizim takımların yabancılarla maçlarını ve milli takımın maçlarını, fırsat buldukça izlemeye çalışıyorum.

* * *

Durum böyle.

Bunları yazdım, çünkü şimdi gireceğim konuda edeceğim lafların konuya oldukça uzak bir insan tarafından ediliyor olduğunu bilmenizde yarar var.

Açıkça görülüyor ki Hakan Şükür profesyonel yaşamının en kötü dönemlerinden bir tanesini yaşıyor.

Bunu anlamak için onun mesleği hakkında çok da fazla teknik bilgiye sahip olmak gerekmiyor.

Her meslekte, her insanın başına gelebilecek bir süreci yaşamakta o şimdi.

Ben bu süreci ‘‘düşük dengede kısırdöngü’’ kavramıyla açıklamaya, anlamaya çalışıyorum.

Hani yazar vardır mesela, hayatı boyunca çok güzel yazılar yazmıştır..

Ama bir gün gelir, yazısını yazmak için masasının başına oturur ve kelime çıkamaz elinden...

Görünmeyen, maddeten olmayan ama son derece de gerçek olan bir bloka çarpar zihni.

Düşük dengeye düşer yazar o anda.

Yazamaz bir türlü, yazamadıkça daha çok yazmaya uğraşır ama eskiden uğraşarak yazmaya alışık olmadığından bu uğraşı da onun daha fazla yazamamasına yol açar aslında.

Kısırdöngü başlar.

Yazar bir süre sonra kendisine acımaya başlar, kızgınlıklar ortaya çıkar, eskiden aklına bile gelmeyen hesaplaşmalara başlar, yazamamanın acısını hem kendinden hem de başkalarından çıkarır.

Kısırdöngü daha da çeker içine kendisini.

* * *

Her meslekte olabilir bu durum.

Özellikle psikolojisi oynak olan, tepkili olan insanlarda sıkça görülebilecek bir durumdur da bu.

Ben de yaşadım böyle bir durumu mesela.

Yıllar önce gazeteciliğe başlama yıllarımda, bir defasında muazzam bir düşük denge kısırdöngüsü sürecine girdim.

Her gün en azından bir haber yazmam gerekirken, gazeteye gelir ve hiçbir şey yapmadan oturmaya başlardım.

Yaklaşık dört ay sürdü bu halim.

Ertuğrul Özkök dayandı bu duruma, tahammül etti ve bekledi.

Neden bekledi, neden tahammül etti, bunu açıkça konuşmadık hiç ama tahmin ediyorum ki o da bu düşük denge kısırdöngü hapishanesinin yakında yıkılmak zorunda olacağını biliyordu.

Belki de onun da başına aynı şey başka ortamlarda gelmişti de o nedenle tahammül edebildi duruma.

Sonra bir gün aniden çıktım mesleki komadan.

10-15 gün içinde beş-altı adet sürmanşet olan haber yazdım gazeteye.

* * *

Hakan Şükür
şu anda böylesine bir düşük denge kısırdöngüsü içinde bence.

Bunun tipik sendromlarını ortaya koyuyor.

Mutsuz, tepkili, sinirli ve kendisine acıyor.

Olan biteni haksızlık olarak görüyor, bunları hak etmediğini de düşünüyor.

Bence haklı da, çünkü hiçbir insan mesleki açıdan düşebileceği bir düşük denge durumunda onun maruz kaldığı saldırıları katiyen kaldıramaz.

Saldırılar sürerse de normal olarak geçici olması gereken bir durum maalesef sürekli hale gelebilir, Hakan'ı mesleki açıdan tamamen yok edebiliriz.

Sahip çıkılmayı bekliyor o şimdi. Birilerinin ona inandığı mesajını iletmesi, düşmüş olduğu geçici durumdan çıkış yolunu açması ve yanında sağlam durması gerekiyor.

Bunu kim yapar bilmem. Belki Fatih Terim açar bir telefon, belki Hıncal bir yüreklendirici yazı yazar. Veya ne bileyim ben hepimiz birden ‘‘Haydi aslanım, unut olan biteni de göster artık kendini’’ demeye başlarız.

Şunu unutmayın, Hakan Şükür düşük dengedeki kısırdöngüden çıktığı anda muhteşem olacak, bu kesin.
Yazının Devamını Oku

Mutfakların kraliçesine ne oldu?

23 Haziran 2002
MARTHA Stewart'ın bir girişimci olarak yükselişi, üniversitelerde iş yönetimi dalında doktora tez konusu olabilecek zenginliktedir. Bayan Stewart uzun yıllar boyunca ‘‘ev işi’’ yapan kadının yaratıcılığını ortaya çıkarmak üzere çalıştı.

Bu kavram üzerine büyük bir imparatorluk kurdu.

Bir anlamda mutfakta kadınlara yemek dersi vermekten başlayıp, sonunda ailesinin iş yükünü yüklenmek zorunda kalmış kadınların ‘‘özgür salınmış girişimci ruhunun’’ simgesi haline geldi.

Bugün Amerika'da K-Mart adı verilen büyük mağazaya girdiğinizde ortalığın Martha Stewart yorganları, mutfak eşyaları, temizlik aletleriyle dolu olduğunu görürsünüz. Bayan Stewart'ın televizyon programı ve dergisi de kadınların en fazla ilgi gösterdiği yayınlar arasında yer almaktadır.

Bu girişimcilik başarısı, sonuçta yüz milyonlarca dolarlık bir imparatorluğa dönüştü. Martha Stewart tek başına başladığı mücadelesinin sonunda dev bir şirketin gücünü tek başında elinde tutan bir barones haline dönüştü.

İki hafta öncesine kadar her şey yolunda gidiyor, Barones Martha'nın önlenemez yükselişi de sürüyordu. Ancak birkaç gün içinde kurulmuş olan bütün bu imparatorluk bir anda sallanmaya ve hatta Martha'ya hapishane yolu bile gözükmeye başladı.

* * *

Olay kısaca şöyle:

Martha Stewart, kanser ilacı üretimine soyunmuş olan bir şirketin hisselerine yatırım yapmıştı.

ABD'de ilaç onaylarını veren kurumun, bu ilaca onay vermeyeceğinin açıklanacağı günden bir gün önce Martha Stewart elindeki hisseleri sattı.

Ertesi gün ilaca onayın gelmeyeceği anlaşılınca, ilaç şirketinin hisseleri tabana vurdu ama Martha Stewart bir gün önce harekete geçmiş olduğundan bu işten zarar almadan kurtuldu.

İşte bütün mesele de bu noktada başladı zaten.

Martha Stewart'a, ilaç şirketinin sahibiyle yakın ilişki içinde olduğundan içerden haber sızdırıp haksız rekabet yoluyla kazanç sağladığı yolunda soruşturmalar açıldı.

O güne kadar hep ‘‘doğruyu yapan düzgün kadın’’ rolüne soyunmuş olan Martha Stewart hakkında bu tür bir suçlama ortaya çıkınca tabloid gazeteler de fırsatı kaçırmadılar.

Stewart'ın bundan sonraki yemek programının hapishane mutfağından naklen yayınla yapılacağını anlatan birçok yazı ve karikatür çıktı basında.

* * *

Olayı benim açımdan ilginç yapan konu ise başka.

Öyle anlaşılıyor ki insan ne kadar para kazanmış olursa olsun, para kazanma hırsı hiç törpülenmiyor. Hatta galiba insanın kazandığı para miktarı arttıkça, para düşkünlüğü de aynı oranda artıyor büyük ihtimalle.

Martha Stewart'ın sorunları ortaya çıkınca kendi şirketinin borsadaki hisse fiyatları tepetaklak düştü. Bayan Stewart birkaç gün içinde 100 milyon dolara yakın servet kaybı yaşadı.

Ama, ilaç şirketinden satın almış olduğu ve ertesi gün kayba uğramamak için bir gece önceden sattığı hisselerin toplamı ne kadardı biliyor musunuz?

Sadece 200 bin dolar.

Evet sevgili okurlar. 200 bin dolar kaybetmeyeyim derken 100 milyon doları gidiverdi bir anda Bayan Stewart'ın.

Bunun böyle olabileceğini düşünememek, ancak ve ancak para hırsının insanın gözünü tamamen karartmasıyla mümkün olabilir bence.

Ve meseleye böyle bakınca da insanın belki biraz bundan sonra aklı başına gelir diyerek olan bitene ‘‘ohhhh’’ çekmemesi de imkánsız galiba, değil mi ama?
Yazının Devamını Oku

Ecevit'in gizli misyonu

21 Haziran 2002
<B>BUGÜNLERDE </B>kiminle konuşsam, üçüncü krizin geleceğinden bahsediyor sevgili okurlar. Bir memlekette kriz beklentisinin yaygınlaşması, olması ihtimali aslında bulunmayan krizleri bile tetikleyen en önemli faktördür.

Ve memlekette üçüncü bir kriz yaşanacak beklentisi ise zaten kırılgan olan yapıda işin gerçekten olacağının kesin göstergesi olarak da kabul edilebilir bence.

Bir dönemde para vurmuş olanlar, pozisyon alanlar, bağlantılar kuranlar, çıkar ilişkilerini güçlendirenler şimdi de yeni krize karşı tedbirlerini almaya başlamışlardır çoktan.

Daha önce olduğu gibi paralar oradan oraya gönderilmeye, dış hesaplar yeniden aktive edilmeye başlamıştır buna eminim.

* * *

Bu sistem böyle, o nedenle kimseyi suçlamakla bir yere varılamaz, kendisini koruma gücü olan koruyacaktır da...

Bizler ne olacağız?

Geçen yılki krizler yaşanırken belki de yüz defa yazdım, bu memlekette oynanan oyun sonucunda yaratılan krizin yükü bilgili, birikimli, mesleği olan, çarpmadan çırpmadan işini iyi yaparak yaşamaya çalışan, tek isteği düzgün bir yaşam sürmek olan ve de aslında bu memleketin belkemiğini oluşturan binlerce insanın omzuna çökertildi.

Ben onların bir bölümünün son krizle yaşamlarının nasıl da altüst olduğunu, nasıl göçtüklerini birebir izlemek zorunda kaldım.

Suratların adım adım solduğunu görmek zorunda kaldım.

Bu deneyi medyadaki her arkadaşın yaşamış olmasını, her gazetecinin kalbinde, kendi gücü, varlığı, parası ne durumda olursa olsun, o insanlarla omuz omuza dayanışmasını sağlayacak ateşin yanmayı sürdürmüş olmasını da çok isterdim aslında.

* * *

O binlerce, yüz binlerce insanı ayakta tutan, belki de yaşamlarını sürdürmekte tek güvendikleri şey krizin yakında biteceği, yakında işlerin tekrar açılacağı ve yeniden iş imkánlarının bulunacağı beklentisiydi, umuduydu.

Şunu bilin ki bir daha geleceği beklenen yeni bir krize kimsenin dayanacak gücü artık yok.

Psikolojik olarak da tükendi insanlar, maddi olarak da.

Ve biz sıradan insanlar korku içindeyiz, çünkü yine bize göstere göstere yaşamımızla oynanmak üzere olduğunu görüyoruz.

Ve maalesef ki buna karşı yapabileceğimiz bir şey yok, uçurumun kenarına itilmeye ‘‘hayır’’ diyecek kanalımız da kalmamış durumda.

* * *

Ben bu yaşadıklarımıza baktıkça Bülent Ecevit'in son derece özel bir misyon üstlenmiş olduğuna iyice inanmaya başladım.

Türkiye'nin aslında 15 yıl önce tıkanmış olan, ancak biraz daha soygun yapılabilmesi için uzatmaları oynattırılan batmış, kokuşmuş sistemi kendisini yeniden yapılandırmak zorundaydı.

Bir ekonomik sistemin kendisini yeniden yapılandırmasını sağlayacak en kestirme yol ekonomik krizdir.

Geçen yıl Ecevit'in konuşmasıyla başlatılan kriz, bütün yükün bu memleketin çalışanlarının, sıradan insanlarının omzuna bindirilmesiyle sonuçlanmıştır.

Bakmayın siz sermaye grupları arasında yaşanan krize, bazılarının geçici olarak hapse girmelerine, banka el koymalarına falan filan.

Sonuç itibarıyla bu memleketteki güçlü insanlar o krize karşı kendilerini korudular, şahsen büyük darbeler almadılar, paralarını güvenli ortamlara götürdüler.

Aç kalan, açıkta kalan, elindeki parası eriyiveren, gelecek umudunu kaybeden milyonlarca insan ise bu işi, temelde yaşamlarımızı tüketen bu oyunu tiksinerek uzaktan seyretmek zorunda kalmaya mecbur kaldılar.

* * *

Ecevit'in misyonu daha bitmedi.

Üstlenmiş olduğu görev nedeniyle bir krizi daha tamamlayıp ondan sonra çekip gidecek, öyle görünüyor gidişat.

Bu yeni krizle birlikte sermaye bir yandan kendi içinde yeniden yapılanırken, yeni güçlüler ortaya çıkıp, eskilerden bazıları da tasfiye olurken, milyonlarca insan tekrar fakirlik sarmalının içine, bu kez daha da yoğun olarak itilecek.

Kimse lafı evirip çevirmesin, bu sistemin adı kapitalizm ve kapitalist kriz dönemlerinde sermaye yeniden yapılanırken, emekçi sınıfların da maddi açıdan tasfiye edilmeleri neredeyse bir tabiat kanunudur.

Yazdığı şiirlerde çok sevdiğini anlattığı halka daha yakın olmak için evde bulgur pilavı kaşıklayan Ecevit, çekip gittikten sonra Türk halkına en büyük darbeyi vuran dönemin başbakanı olarak anılacaktır, başka bir şeyle değil.

Ve bugün bu oyuna dahil olan her partiye buradan sesleniyorum.

Eğer bir gün seçim olursa ve siz bizden oy isterseniz, en azından benim bireysel cevabımı size şimdiden vereyim de rahat olun bari: ‘‘Oy yerine bunu alırsınız.’’

Ve ‘‘bunu’’ derken de elimle hangi işareti yapmış olduğumu umarım tahmin edebiliyorsunuzdur.

Ve şunu da bilin ki bu işaretime aktif olarak katılacak insan sayısı hiç de az olmayacaktır.

Deneyin bakalım bizi de görün ne görecekseniz...

Hodri meydan!
Yazının Devamını Oku

Kendi evlatlarını yiyen ülke

20 Haziran 2002
<B>PAMUKBANK </B>olayı, Türkiye'deki çarpık sistemin nasıl da kendi evlatlarını yemeye başlayan bir canavara dönüştüğünün göstergesidir. 1980 dönemine kadar sürdürülen düzen, askeri ihtilal ve sonrasında girişilen yeniden inşa ile tamamen farklı bir başka düzene dönüştürüldü bilinçli adımlarla.Yepyeni bir zengin sınıfı yaratılması amacı vardı yeni düzenin temelinde ve bu zengin sınıfının sonuçta burjuvaziye dönüşeceği de umut ediliyordu.

Aslında 1980 öncesinde de aynı hedefler vardı ama yöntemler farklıydı. ‘‘Eski düzende’’ devlet, ekonomiyi ithal ikamesi adı altında tamamen kontrol eder, kimin hangi dalda zengin olacağına karar verirdi.‘‘Yeni düzende’’ ise devlet yine işin tamamen içindeydi, ama bu kez ‘‘piyasa düzenleyici’’ olarak orada bulunduğu iddiasındaydı.

Amaç yine muazzam bir kaynak yaratma ve bunu transfer etme olduğundan, piyasaya müdahaleler de ‘‘farklı’’ yöntemlerle yapılmaya başlandı.

Bunun sonucunda da aslında piyasa ekonomisine geçilince teorik olarak toplumsal yapı daha fazla şeffaflaşması gerekirken, bizim özel yapımız nedeniyle Türkiye, ‘‘piyasa ekonomisi’’ yönünde her ileri adım atışında çok daha fazla şeffaflıktan uzak hale gelmeye başladı.

Büyük servet transferleri yaşandı Türkiye'de 1985 yılından itibaren. Memlekette yapılan tüm siyasetin nihai ve gizli hedefi de aslında bu servet transferini kontrol altında tutma mücadelesinden ibaretti.

* * *

Türkiye aslında 15 yıl önce iflas etmişti. Çünkü daha o dönemde bile elbirliğiyle sürdürülmeye çalışılan düzenin devam etmeyeceği görülebilirdi.

Gündelik servet bölüşümü ve servet transferleri için ülkenin geleceğinin kararmasına hükümetler izin verdi, bu sürecin aktif işbirlikçisi oldu. Bozuk düzenin temelindeise bankacılık sistemi vardı. Bankacılık sistemi yıllar boyunca sadece ve sadece kaynak aktarımı yoluyla zengin yaratma düzeni için kullanıldı.

1994 yılına gelindiğinde bile bankacılık sistemi aslında tükenmişti. Neredeyse tüm bankalar açık pozisyonlarla çalışıyorlardı. Medya bunu aynen Başbakan Ecevit'in hastalığını bildiği gibi biliyor ama bu konuyu fazla açmıyordu. Ve bu arada düzenin tıkır tıkır işlediği yolunda bir hava da yaratılmıştı memlekette.

* * *

Bu nedenle ülkenin geçen yıl girmiş olduğu ve hálá da çıkamadığı büyük kriz, kapitalizmin tarihini incelemiş olanlar açısından fazla şaşırtıcı olmadı. Olaya şaşıranlar, olayın tam göbeğinde olan bankaların yönetim kurullarında yer alıp da aynı zamanda ‘‘ekonomi iyiye doğru gidiyor’’ diye gazete yazıları yazanlardı sadece.

Geçen yıl başlayan kriz, sermayenin yeniden yapılanması aşamasının zorunlu sonucu olarak Türk kapitalizminin kapısına dayadı. Sermaye sınıfı bu yeniden yapılanma sürecini, kitlesel düzeyde işsiz yaratma aracılığıyla aşmaya çalıştı. Ancak bu arada olması gereken başka bir konuda tıkanmalar görülmeye başlandı. Sermayenin yeniden yapılanma sürecinde, tam göbeğinde bankaların yer aldığı çürümüş düzenin de yeniden kurallara oturtulması gerekiyordu.

İşsiz kalanları koruyacak siyasal yapılanma olmadığından, onları korumaya tek hevesli olan partilerin de ‘‘sitemle sorunları’’ bulunduğundan, Türk kapitalizminin asıl savaşı kapitalist sınıf arasında, yeni kuralların nasıl konulacağı konusunda yaşanmaya başlandı.

Geçtiğimiz dönemde hapse atılanları, açılan davaları, el konulan bankaları hep bu bakış açısıyla değerlendirmeye başlarsanız eğer, olaylar gözünüzde çok daha berraklaşacaktır.

Uluslararası sermaye, Türkiye'deki siyasi yapının tek başına bırakıldığında ülkenin tamamen batırılması uğruna da olsa soygun düzeninden kolayca vazgeçemeyeceğini gördüğünden, bu memlekette gayri resmi bir ‘‘teknokratlar hükümeti’’ kurulmasına yeşil ışık yaktı.

Artık tükenmiş olan ama savunucuları tarafından yine de ayakta tutulmaya çalışılan siyasi düzen, gayri resmi yöneticilere karşı direnişini hiç bırakmadı.

Son Pamukbank kararının alınmasının tüm aşamalarında bu kavga yine müthiş bir şekilde yaşandı. Üzücü olan şudur ki, bir dönemde bu gidişata dur denilmediğinden elbirliğiyle yaratmış olduğumuz bozuk düzenin bizzat kendisi, en kıymetli evlatlarını bile yiyip tüketmeye başladı.

Mehmet Emin Karamehmet'in durumunda, olayın bu trajik yönünü de görmemek imkánsız bence.
Yazının Devamını Oku

Gazete patronu siyasete atılınca

19 Haziran 2002
<B>YAŞAMIN </B>her alanında iddiaları olan genç bir medya patronuydu o. Hırslıydı, acımasızdı ve hedef koyduğu şeyleri elde etmek için fazla kural da tanımazdı.

Hakkında çeşitli hikáyeler anlatılır, çalıştığı sektörde kendinden zaman zaman korkuyla bahsedilirdi.

Lüksü için para harcamaktan kaçınmazdı.

New York'ta satın aldığı daire jet sosyetenin bile dedikodu malzemesi olmuş, daireye ödediği para insanları hayrete düşürmüştü.

* * *

Gazetesine başlarda kimse önem vermezken, tabloid bu, bir işe yaramaz denirken, gazetesi büyük paralar kaybederken patron hırsının peşini bırakmamış, büyük paralar harcamaya devam etmiş ve sonunda gazetesini şöyle ya da böyle topluma kabul ettirmişti.

Ancak gazete patronunun içinden hiçbir zaman atamadığı başka bir hırsı da vardı.

Siyasete atılmak ve ülkesini yönetmek istiyordu.

Ve medya yöneticileri her ne kadar bu adımı atmaması için kendisine ne kadar yalvardıysalar da fayda etmedi.

Hırslı genç patron bir gün meydanlara indi.

* * *

Halka nutuklar atmaya başladı.

Nutuk atacağı alana mutlaka halkı eğlendirecek bir müzik grubu da götürüyordu.

Siyasetten bıkmış insanları meydana başka türlü toplamak belki de imkánsızdı, o da bunu biliyordu.

Attığı nutuklarda kendi ait olduğu sınıfla ilişkilerini tamamen kopartmak ister gibi konuşuyordu.

Kendi yaşam biçimi içinde katiyen haberi olması mümkün olmayan geçim sorunlarına giriyor, popülizm yapıyor, halka ezildiğiniz yeter artık beni seçin mesajını veriyordu.

İşin tuhafı ilk başlarda profesyonel siyasetçilerin biraz burun kıvırarak seyretmeye çalıştıkları bu amatör siyasetçinin lafları bir süre sonra maya tutmaya da başladı.

Çünkü ister inanarak konuşsun ister inanmayarak, meydanlara inmiş genç medya patronu son derece zeki de olduğundan, meydanlarda sadece tutacağına yüzde 100 emin olduğu lafları konuşuyordu.

* * *

Başta kimse onun neden siyasete girme ihtiyacı içinde olduğunu anlamadı.

‘‘Paralı insanın heyecanıdır, yakında geçer’’ diyenlerin sayısı hayli fazlaydı.

Ama genç medya patronu seçim alanlarını dolaşmaya devam etti sonuna kadar.

Lafı fazla uzatmaya da gerek yok aslında.

Arada ne olup bittiği de önemli değil.

Bütün bu olan bitenin son noktasında patron William Randolph Hearst bütün gücüne, parasına, hırsına ve arkasına almış olduğu kendi gazetelerinden gelen desteğe rağmen (o kendi gazetelerinden bu şekilde açık destek almayı hiçbir zaman yanlış bir şey olarak görmemişti) profesyonel siyasetçilerin kurmuş olduğu dünyayı yıkamadı.

Güç ilişkilerini kurmuş olan insanlar, aslında kendi içlerinden çıkmış ve kendi sınıflarına ait olan genç patronun, kendi hırslarını tatmin etmek için sistemin çıkarları açısından sonuç itibarıyla ‘‘tehlikeli’’ olabilecek söylemleri uzun süre sürdürmemesi için ona karşı kapandılar.

Zaten halk da güçlü, zengin insanın bir anda fakir fukara hakları koruyucusu olabileceğine hiçbir zaman gerçekten inanmamıştı.

O da siyasette hayal kırıklığına uğradıktan sonra bu işleri tamamen bırakıp asıl işine döndü.

* * *

William Randolph Hearst uzun yıllar sonra artık yaşlı bir adam iken siyaset yıllarıyla ilgili öyle yazdı:

‘‘Gençliğin mutluluklarına ve güzelliklerine ait olan günlerdi onlar. O günlerde yaşam ‘bir Allah'ın cezası şeyin ardından gelen başka bir Allah'ın cezası şey dah'dan ibaret değildi henüz benim için. Bir harika maceradan başka bir harika maceraya atlanan günlerdi o dönem.’’
Yazının Devamını Oku