Serdar Turgut

Gerçekten çok mutluyum

18 Haziran 2002
<B>HAYAT </B>gerçekten çok gizemli. Bazen her şey rutin gidiyorken, siz yaşamınızın anlamsızlığı üzerine düşünmeye başlamışken öyle bir gelişme olabiliyor ki.... Öyle güzellikler yaşamın derinliklerinden fışkırabiliyor ki insan şaşırıp kalıyor. Ve bir anda hayatı sevmeye başlıyorsunuz tekrar ve içinize dolan coşkular nedeniyle kendinizi bir an tutamayıp ‘‘Yaşasın! Hayat her şeye rağmen güzelmiş’’ diye bağıracakmış gibi de hissetmeye başlıyorsunuz.

* * *

Birkaç gündür ben yukarda tarif ettiğim gibiyim sevgili okurlar. Şebinkarahisar'ın da yakında il olma sözünü aldığımdan bu yana içim, tarif edilmesi çok zor olan duygularla doldu bir anda. Mutluyum ve bu mutluluğumu siz Türkiye ve yavruvatan Kıbrıs'taki okurlarımla, sonu ‘‘cistan’’ ile biten yerlerdeki vatandaşlarımızla, dünyada hálá daha bazı ülkelerde var olabileceğine inandığım ‘‘esir Türkler’’le ve listede son olarak yer almalarına rağmen manevi anlamda aklıma son olarak geldikleri konusunda yanlış bir izlenim edinmeyeceklerine inandığım ABD'deki Meluncan vatandaşlarımızla paylaşmak istedim. Bu yazıyı Şebinkarahisar'ın il olma ihtimalinin ruhumda yarattığı coşku nedeniyle yazdığıma inanmanızı rica ediyorum.

* * *

Her yazıdan önce olduğu gibi bunu da yazarken araştırmacı gazeteciye yakışır bilimsel araştırmalar yaptım.

İlk önce Türkiye haritasından Şebinkarahisar'ın nerede olduğunu bulmam gerekti.

Araştırmacı gazetecilik çalışmamın bu ilk aşaması tahmin ettiğimden fazla sürdü çünkü haritanın tamamen yanlış bölgelerinde arıyormuşum Şebinkarahisar'ı. İlk önce biraz moralim bozuldu, hatta bir ara Hasan Cemal'e telefon açıp yardım isteyim diye de düşündüm. O mutlaka orayı da bir ara ziyaret etmiştir, ezbere biliyordur yerini.

Ancak bu dramatik telefona gerek kalmadı, Rana beni ikaz etti de ondan sonra bakmakta olduğum tarafın tamamen aksi yöne doğru gidip meseleyi bir süre de oralarda inceledikten sonra ancak bulabildim haritadaki yeri. Sırası gelmişken şunu da belirtmeliyim ki ‘‘çiftler arasında uyum’’, ‘‘mutlu evlilik’’ falan filan gibi konularda yazılmış olan bir sürü kitap, makale var ya... Atın onları çöpe kardeşim.

Çünkü evlilikte uyum ve mutluluğun olabilmesi için ilk önce sizin karşı tarafı tanımanız, bilmeniz gerekiyor. Bu ise mümkün değil, yani isterseniz 40 yıl evli kalın, eşinizi tam bildiğinizi söylemeniz imkánsız, inanın bana.

Yani bana bundan yıllarca önce ‘‘Senin evleneceğin kadın Şebinkarahisar'ın nerede olduğunu harita üzerinde ezbere bilecek’’ deselerdi onlara katiyen inanmazdım. Gerçekten de ayrı gezegenlerden erkeklerle kadınlar ha, bunu da yeri gelmişken belirtmeliyim!

* * *

Çalışmamın ikinci aşamasında gölge başbakanımız Rahşan Ecevit'ten il olma sözü alan Şebinkarahisar'ın kaçıncı il olduğunu bulmaya çalıştım. Bu kolay bir iş deği, çünkü memlekette yeni il ilan etme hızı istatistiklerin değiştirilme hızından çok daha fazla ve net bilgi pek yok ortada. Ancak şu vereceğim bilgiler kesin: Türkiye'nin yüzölçümü Amerika'nın Teksas eyaletinden daha küçük, Teksas eyaleti ABD'nin 50 eyaletinden bir tanesi, orada taş çatlasa bilimsel anlamında iki veya üç şehir var, bizde ise en azından onun 50 misli fazla şehir bulunuyor.

Şebinkarahisarlılardan bir ricam olacak.Lütfen bu yazım nedeniyle beni öldürmekle filan tehdit etmeyin olur mu? Bari sizler bu işe niyetlenmiş olan ve sayıları son yaptığım tespite göre 27'yi bulan örgütler listesine dahil olmayın...

Yani ben eminim ki bu memlekette Şebinkarahisar Kurtuluş Örgütü adında (ŞKO) silahlı mücadelenin halkların özgürlüğü için kaçınılmaz olduğunu düşünen, ser verip sır vermeyen, tavizsiz devrimci bir öncü güç de vardır mutlaka. Vardır da infazım onlar tarafından yapıldığında bu gazete yöneticileri için büyük sorun yaratacaktır.

Bu memlekette hiçbir gazete kıymetli gazete sayfasını ‘‘Yazar Serdar Turgut Şebinkarahisar Kurtuluş Örgütü tarafından öldürüldü’’ gibi absürd derecede uzun bir başlığa ayırmaz. Canlıyken onlara sürekli problem çıkardım, bari ölümümle de problem olmayı sürdürmeyeyim, değil mi ama!
Yazının Devamını Oku

Bira ve meme kültürü

17 Haziran 2002
<B>‘‘ROLLİNG Stone’’ </B>dergisinin sahibi <B>Jann Wenner,</B> dergisinin içeriğinin tamamen değiştirileceğini açıkladı. Ve bu amaç doğrultusunda bir de yeni editör atadı derginin başına.

Bundan böyle dergide uzun yazılar, ciddi konularda uzman olan kişiler tarafından üzerinde çalışılmış makaleler yer almayacakmış.

Dergi, yeni neslin beklentileri ve potansiyelleri doğrultusunda kısa yazılar, bol resim içeren, insanın vaktini çok almayacak bir iç düzenlenişe sahip hale getirilecekmiş.

* * *

Şimdi bu haberden şöyle bir sonuç çıkarmamız herhalde yanlış olmaz.

‘‘Rolling Stone’’ dergisi 1967 yılında yayınlanmaya başladığından bugüne kadar hep rock dünyasının, popüler kültürün önde gelen yayını olmuştur.

Dolayısıyla bir dönemin rock tutkunu gençlerinin aynı zamanda okuryazar oldukları, yeni neslin ise okuma özürlü olduğu bu son gelişmeyle ortaya çıkıyor.

Değil mi?

Herhalde bu sonuca atlamama kimse fazla itiraz etmez çünkü bunun böyle olduğunu piyasayı en iyi tanıyan derginin sahibi üstü kapalı da olsa bence net olarak söylüyor da zaten.

* * *

‘‘Rolling Stone’’ dergisinde bir zamanlar gerçekten çok önemli yazarlar çok önemli yazılarını yayınladılar.

‘‘Playboy’’ dergisi de böyleydi bir zamanlar, çıplak kadın fotoğrafları arasında müthiş yazılar okuma imkánınız da vardı.

‘‘Rock ve seks’’ hep vardı, hep olacak, ama bir zamanlar düşünme, yazma, okuma gibi şeyler de vardı, onları terk etmiş durumda yeni nesil.

Bu yüzden derginin yeni editörü olarak da İngiliz FHM dergisinin başındaki Ed Neeham'ı atamışlar.

Belki duymamışınızdır, onu da anlatayım.

Bu FHM dergisi modern zamanların bir fenomeni.

‘‘Bira ve kadın memesi’’ üzerine bir kültür oluşturulabileceği iddiasında bu dergi ve maalesef bu iddiasında da haklı çıktı.

Acayip satıyor dergi.

‘‘Kültür’’ kavramının ‘‘bira ve kadın memesi’’ üzerine inşa edilmesi insanda bir zamanlar ‘‘Kültür lafı duyunca ilk tepkim elimi silahıma atmak oluyor’’ diye konuşan Nazi lideri Goering'in belki de haklı olabileceği duygusunu da yaratmıyor değil yani sevgili okurlar.

‘‘Kültür’’ kavramı piçleşti son zamanlarda.

Birçok kişinin önyargılı yaklaşımına rağmen rock dünyası aslında ‘‘kültür’’ üretiminde ciddi katkılar yapmıştı ve bu da Rolling Stone dergisinin sayfalarına yansımıştı.

Bu nedenle derginin artık tavır değiştirmeye zorlanması, ‘‘kültür üretimi sürecinin’’ müşterisinin artık kalmamış olduğunun çok ciddi ve üzücü bir ifadesidir.

Bu nedenle olay ciddiye alınmalıdır.

* * *

Neden böyle oldu ki?

Kısa gazete yazısında incelenmesi çok zor olan bir mesele bu.

Meselenin temelinde ‘‘yazıdan kopuşun’’ yattığını düşünmekteyim ben.

Genç insanlar e-mail çekmeyi yazı sanatının en doruk noktası sanarak büyüyorlar artık.

E-mail kültüründe ise bir kelimeyi bile tam olarak yazacak sabır yok.

İfadeler kısa, sembollerle yazışıyorlar, özel kelimeler üretiyorlar.

Ve işin daha da tuhafı yazıyı bundan ibaret sayan nesil, böyle de konuşmaya başladı artık.

Konuşmalarda da özel kelimeler, özel bir şekilde ve kısa vurgulamalarla kullanılıyor.

10 yıl önce liseyi bitirmiş olanlarla bugün liseyi bitirenler arasında ne yazışmayla ne de konuşmayla diyalog kurabilmenin imkánsız hale geldiği bir dünyada yaşıyoruz biz.

Neredeyse aynı nesil arasında bile diyalog imkánı tamamen koptuğu için de hayatın sorunları karşısında güçsüzleşiyor insanlar çünkü bu sorunlar hakkında konuşma imkánını tamamen kaybetmiş durumdalar aslında.

Bir zamanlar rock dinlenirdi, çılgınlıklar hep vardı, sekse takılmıştı, uçukluklar vardı ama gereğinde insanların sığınabileceği bir düşünme bölgesi de vardı, aktifti o bölge.

Çılgın uçuk yaşam ile, ciddi fikirler birbirlerine zıt ve birbirini dışlayan şeyler olarak algılanmayabiliyordu

Sentezin yaratıldığı o bölgede dünyaya doğru-yanlış müdahale etmeye yarayacak fikirler üretiliyordu hep.

Şimdi o bölge artık kalktı.

Rolling Stone dergisinin sadece ‘‘bira ve meme’’ üzerine kurulu kültürü üst kültür olarak kabul etmeye zorlanması işte bu nedenle aslında ‘‘kültür’’ kavramının modern dünyada nasıl da çökertildiğinin delilidir.
Yazının Devamını Oku

Son Baba da öldü

16 Haziran 2002
Mafya tabiriyle ‘‘Babaların babası’’ olarak bilinen John Gotti, geçtiğimiz hafta başında, yıllardır tecritte tutulduğu hapishane hastanesinde öldü. Ölüm nedeni baş ve boyun kanseriydi.

İlk kez dört yıl önce tespit edilmişti hastalığı ve doktorlar ona en fazla 6 ay ömür biçmişlerdi.

Ancak o resmi otoriteler tarafından kendisine biçilen hiçbir öngörüyü kabul etmemekte ısrarlıydı.

Doktorları da dinlemedi ve dört yıl yaşadı.

Hastanede ölümüne çok yaklaşmışken çektirmiş olduğu son resmine baktım geçen gün.

Saçlarını yine muntazam yaptırmıştı, o ortamda olabileceği kadar şıklaştırmıştı kendisini, daha da önemlisi yine otoriteye ve ölüme başkaldıran bir şekilde bakıyordu fotoğraf lensine.

*

‘‘Teflon Don’’ tabiriyle anılıyordu John Gotti.

Mafyanın en büyük ailesinin başına tam anlamıyla bilek gücüyle ve elini kana bulayarak geçmişti.

Ancak hakkında açılan hiçbir davada sonuç alınamıyordu uzunca bir süre.

Yapılan her suçlama sanki onun üzerinden kayıp gidiyordu, ona yapışmıyordu.

Bu yüzden de New York'taki tabloid gazeteler ona ‘‘Teflon’’ sıfatını uygun görmüşlerdi.

Bir diğer adı da ‘‘Dapper Don’’du, çünkü kıyafetine, görünümüne, şıklığa, tavırlarına çok önem veriyor, 2-3 bin dolarlık ceketler, kravatlardan hoşlanıyordu.

En zor anlarında bile saçı yapılmamış tek bir fotoğrafı yoktu.

Kendisine çok güveniyordu, bir anlamda Hollywood'un Mafya'yı anlatan filmlerinde yaratılan ‘‘Baba’’ efsanesini gerçek yaşamda oynuyordu.

Bu da onun sonunu hazırladı zaten. Kendisinin dokunulmaz derecede güçlü olduğunu düşündüğü anlarda, gardını düşürdüğü anlarda onun konuşmalarını kaydettiler ve bu nedenle de ömür boyu hapse mahkum oldu.

Çünkü işlemiş olduğu, emrettiği cinayetleri içki sofralarında övünerek anlatma gibi bir adeti vardı.

*

Çok acımasızdı John Gotti.

Bundan yıllarca önce 12 yaşındaki oğlu evlerinin önünde oynarken bir kazaya kurban gitti.

Ona çarpan arabanın şoförü olan adam Gotti'nin komşusuydu, olan net olarak bir kazaydı.

Dört yıl sonra bir akşam o adam bazı insanlarca evinden alındı ve ortadan kayboldu.

Cesedi bulunamadı ama Gotti'nin adamlarının onu testereyle parçalayıp gömdükleri söyleniyor.

Gotti kendi yarattığı Baba efsanesine uygun olarak babacandı, yardımseverdi ama gerektiğimde bir anda insanı gözden çıkartabiliyordu.

Manhattan'da Sparks adlı et lokantasının önünde vurulan mafya babasının ölüm emrini de Gotti vermişti ve infaz yapılırken Gotti'nin olayı biraz ötedeki arabasının içinde seyrettiği de ortaya sonradan çıkarıldı.

*

Bu tür tedbirsizlikleri, susmayı bilmemesi nedeniyle hapse düştü ‘‘Son Baba’’.

Ona ‘‘Son Baba’’ diyorum çünkü artık mafya içinde bu tür efsanevi yaşamlar sürdürebilecek çapta insanlar yok.

Gambino ailesi çökmüş durumda. Gotti'nin oğlu 2005 yılına kadar hapiste kalacak, Gotti'den aileyi devraldığı söylenen kardeşi Peter ise John Gotti'nin ölümünden iki gün önce ailenin diğer fertleriyle birlikte gözaltına alındı.

Gotti ailesinde özgür kalmayı başarabilen sadece iki isim var, onlar da aile kararıyla bu tür işlerin tamamen dışında bırakılmışlar zaten.

Bunlardan bir tanesi de New York Post gazetesinde köşe yazarı olan Victoria Gotti.

Victoria köşesinde bu konulara hiç girmiyor ama babasının ölümü sonrasında başsağlığına gelen yüzlerce insanı karşılarken onun da fotoğrafı basıldı gazetelerde.

Evet, yüzlerce, binlerce insan ziyaret ediyor son Baba'nın ailesini. Aynen filmlerde olduğu gibi saygılarını sunuyorlar.

Üstelik de korktuklarından, mecbur olduklarından yapmıyorlar bunu, çünkü ortada fazla korkulacak bir şey de kalmamış durumda işin gerçeğine bakarsanız.

Yani anlayacağınız gerçek bir sevgi var yaşamını kanundışılık üzerine kurmuş olan bu adama yönelik olan.

Onda var olan bazı özelliklerin, korkusuzluğun, baş eğmemenin, mert olmanın yarattığı bir hava vardı ve insanlar son Baba'yı bu yüzden seviyorlar işte.

Bundan sonra Mafya artık hiçbir zaman bize filmlerde anlatıldığı gibi olmayacak buna emin olunuz.

Bir ilginç dönem John Gotti'nin ölümüyle kapanmış oldu. Mafya romantizmi onun sahneden ebediyen çekilmesiyle perdelerini indirdi.
Yazının Devamını Oku

Tarih son 24 saatten mi ibarettir

14 Haziran 2002
<B>BU </B>memlekette fazla düşünmeden yaşamanı sürdüreceksin kardeşim. Planlarını en fazla 24 saatlik yapacaksın, vur patlasın çal oynasın hiçbir şeye aldırmayacaksın, bir şeyi sorgulamayacaksın, sinirini bozmayacaksın.

Hele geçmişi düşünmek mi, işte bunu hiç yapmayacaksın.

‘‘Geçmiş’’ derken öyle insanımızı yoracak, iki satır okuyup da kendisinin rahatını bozacak tarihi düşünmek sürecinden filan da bahsetmiyorum ha!

Gazete haberi düzeyinde yakın geçmişi hatırlamaktan bahsediyorum, bunu bile yapmayacaksın ki keyfin hiç bozulmasın.

Geçmişi yok farz edeceksin, geleceğin de fazla olmadığını bildiğinden bu konuya fazla kafa yormayacaksın.

Yaşamak yerine hayata takılacaksın yani.

Bu memlekette kafa sağlığını korumak için bunu yapacaksın, başka çare yok.

* * *

Böyle yapmanın en iyi yol olduğunu biliyorum da kendimi tutamıyorum, arada bir yine yaşanan abuklukların nedenlerini araştırmaya itiyorum kendimi.

Bakın yahu şimdi şu hale.

Türkiye açısından çok büyük bir dönüşümü ifade edecek olan Avrupa Birliği'ne üyelik, sadece bir insanın idamı meselesine kilitlenip kaldı.

Olacak iş değil, ama oluyor işte.

Bizi bırakın artık çocukların kaderiyle oynuyor bu idam meselesi; çünkü toplumsal dinamikler bu konuda rasyonel kararlar almayı engelliyor.

Peki neden bu hale geldi toplumsal dinamikler, neden Türkiye geleceğini kurtarmak için basit adımlar atamayacak şekilde tıkandı?

Bu soruya cevap verebilmek için biraz geçmişi hatırlamak, bazı sorular sormak gerekiyor.

Abdullah Öcalan'ın yakalanıp Türkiye'ye getirildiği günleri hatırlayın.

Teröristi yakalayanlar, yabancı istihbarat örgütleriydi.

Bu örgütler adamı getirip kucağımıza bırakırken, bizden bazı garantiler istediler.

Bunları da verdik.

Bu garantiler içinde onun idam edilmeyeceği sözü yok muydu?

Onun yakalanmasında başrolü oynayan ABD istihbaratı, Türkiye'den bu sözü alırken, Amerikan yönetiminin hangi amaç peşinde olduğu o günlerde bilinmiyor muydu?

ABD'nin, Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti kurulmasını istediği, bunun kurulması sürecinde PKK'nın siyasi parti haline dönüşmesinin önemli bir rol oynayacağı, PKK'nın başının asılmasının tüm bu oyunu bozacağı, bu nedenle de uluslararası dinamiğin asma olayını engellemeye çalışacağı, ta o gün terörist teslim alınırken bilinmiyor muydu?

* * *

Haydi diyelim, bunları kabul edip adamı aldınız.

Sonra da bunu, var olan hastalıklı hükümetin yaşamını sürdürmek için propaganda malzemesi olarak kullanmaya başladınız.

Peki ama en azından dava sürecinde toplumu bu kadar germemeniz, hisler üzerinde bu kadar oynamamanız gerektiğini, insanları en azından idam cezasının verilmeyeceği konusunda eğitmeniz gerektiğini neden düşünmediniz?

Neden her gün neredeyse 24 saat boyunca idam edilsin propagandası yaptırılmasına izin verdiniz?

Neden meseleyi sakince anlatıp, insanları ülke çıkarı için yumuşatmaya yönelik olarak kimse parmağının ucunu bile kıpırdatmadı?

Bütün bu gerilmelerin sonucunda toplumun kilitleneceğini ve idam meselesinin tüm toplumun geleceğini etkileyecek şekilde çözümsüz halde kucağımızda kalacağını niye düşünemediniz?

* * *

Yakın geçmişi hatırlayalım, bu soruları soralım ama bunun da bir şeye faydası yok.

Çünkü Türkiye uzun zamandır sadece kendi çıkarını düşünen bir yönetim tarafından, 24 saatlik küçük hesaplar peşinde koşturularak yönetilmeye çalışılıyor.

Koskoca ülke, hiçbir vizyonu olmayan yöneticilerin elinde tüketiliyor.

Bugün gelinen noktada üzülerek söylemeliyim ki, PKK bir zafer kazanmış durumdadır.

Acıdır bu ama böyledir.

PKK'nın koskoca Türk devletinden daha fazla ileriyi görüp de plan yapacak duruma gelmesi trajik bir gelişmedir.

Bu böyle olmuştur; çünkü uzaktan seyrettirildiğimiz bazı manevralar sonucunda Türkiye'yi tıkamayı, geleceğimizi karartmayı başardılar.

Bunu dünya güçleriyle planlı yaptılar. Öcalan kucağımızda kaldı. Onun idam edilmesi dünya devletleri tarafından yasaklandı. ABD, Kuzey Irak'ta Kürt devletini kurmak için somut adımlar atıyor. Liderlerin basiretsizliği yüzünden oluşturulamayan kamuoyu nedeniyle, idam cezası gibi basit bir konu yüzünden koskoca ülkenin geleceği tehlikeye atılıyor.

Ben bütün bu süreçte kurmaylık eğitimleri nedeniyle askerlerin meseleye daha perspektifli bakabileceğini, savaş alanında kazanılan başarıların sivil alanda geri adım gibi görünüp de aslında öyle olmayan manevralarla pekiştirmede öncülük edeceklerini düşünüyordum.

Ancak bu konudaki tepkilerine baktığımda bunun da maalesef olamadığını görmekteyim.

Bugünlerin faturası çok kısa süre sonra yine bizden çıkacak. Kısa süre sonra bugünlere pişman olacağız ama iş işten geçmiş olacak.
Yazının Devamını Oku

Biz Türklere diktatör gerekiyor

13 Haziran 2002
<B>11 </B>Eylül saldırısından sonra ABD'de gözaltına alınanlar arasında çok sayıda Türk de bulunuyor. Sayıları tam bilinemese de 70 kişi kadar oldukları bildiriliyor bunların toplamının.

Amerika'da birçok ülkeden insan gözaltına alındı olaylardan sonra, dolayısıyla bunların arasında Türklerin de bulunması normal bir anlamda.

Ancak Türklerin gözaltı durumunu anormal yapan bir başka unsur da var işin içinde.

Gözaltına alınmış olan Türklerin hemen hepsi kendi vatandaşları tarafından otoritelere ihbar edilmişler.

Türk'ün Türk'ü ispiyonlaması söz konusu bu olayda.

Çoğu da yalan ihbar büyük ihtimalle, çünkü bana gelen bilgiye göre insanlar 11 Eylül sonrasındaki ortamı fırsat bilip, kavgalı oldukları, başka hesaplaşmaları oldukları kendi vatandaşlarını devre dışında bırakmak için onları otoritelere ihbar etmişler.

* * *

İki ay önce New York'a gittiğimde bana da anlatıldı bu detaylı biçimde, sonra Hürriyet'te de yer aldı bu haber ve maalesef anlatılanlar ve yazılanlar doğru sevgili okurlar.

Türkler, ellerine geçen ilk fırsatta kendi vatandaşlarını arkadan bıçaklamış durumdalar anlayacağınız.

Ben bu olayı dün Tuncay Özkan'ın Milliyet'te yazdıklarını okurken tekrar hatırladım.

Milli Takım içinde dindar ve dindar olmayanlar kavgası yaşanıyormuş.

Başını Hakan Şükür'ün çektiği dindarlar grubu namaz krizi çıkarmışlar kamplarda, namaz kılmayanlara karşı tavırlar almışlar, bu ikilik sahaya da yansımış sonuçta.

Bu gazetelerin yazı işlerinde çalışmış insanlar açısından hiç de yadırganabilecek bir haber değil.

Ben biliyorum ki daha dört beş yıl önce Galatasaray içinde böyle bir sorunun yaşandığı, namaz kılanlar grubunun maç esnasında namaz kılmayanlara pas bile vermedikleri, iki grubun birbiriyle konuşmadığı, bu nedenle de takımın patlamaya hazır bir bombaya dönüştüğü söyleniyordu o zamanlar.

İnsan en azından milli bir maçta bu tür kavgaların geri plana atılacağını düşünüyor.

Ancak yazının başında anlattığım Türk'ün Türk'ü jurnallemesi olayıyla ele alırsanız bu işi o zaman din kavgasının milli maçta neden arka plana atılamadığı da az çok ortaya çıkıyor.

Namaz kavgası ve namaz kılanlarla kılmayanlar ayrımı gibi bir şeyin ortaya çıkmaması için bu suni konunun daha üst düzey bir birliktelik uğruna en azından unutulması, ertelenmesi gerekiyordu normal olarak.

* * *

Ancak en olmayacak ortamda bile birbirini ispiyonlamakta, arkadan hançerlemekte bir sakınca görmeyen insanların o bahsini ettiğim daha üst düzeydeki bir birlikteliği içlerinde hissetmedikleri, ruhlarında bu tür bir ihtiyaç olmadığı kesindir.

Sonuçta da ne vatan sevgisi ne de din konusunda ortak bir kültür yaratamayan bireyler topluluğunun milli takımında da bu tür komikliklerin olması kaçınılmazdır.

İş lafa gelince asarız keseriz.

Türk en büyüktür, biz en şahaneyizdir, bileğimizi kimse bükemez.

Böyle bir söylem tutturmuş gidiyoruz ve Çetin Altan'ın muhteşem tanımıyla ‘‘Türk'ün Türk'e propagandasını’’ dinleyerek hayaller kuruyoruz aslında var olmayanlar hakkında.

Acı gerçek ortadadır. Bunca uğraşa, bunca çabalamaya, acı çekilmesine rağmen bugün Türkleri milli bir ideal peşinde toplayacak, o ideal uğruna bireysel kavgalarını geri plana ittirecek bir üst fikir, bir amaç oluşturulamamıştır.

Bizim gibi toplumlarda bu durumda din öğesi belki toparlayıcı olabilirdi ama o da aynen aslında toplumun bir mikro kozmosu olan Milli Takım'da olduğu gibi toplumu bölücü rol oynamaktadır.

Ve maalesef durumun bu şekilde vahim olduğu toplumlarda birlik ve beraberlik ancak yumruk gücüyle sağlanabiliyor.

Türkiye yıllardır bunu yaşıyor, Galatasaray da o yıllarda Fatih Terim'in otoritesiyle bölünmekten kurtulmuştu zaten, Terim birbirine pas bile atmak istemeyen çocukları ‘‘döverek’’ adam etmiş, yola sokabilmişti.

Yakın geçmişimize bakın, Türk insanı kadar çeşitli gruplaşmalar içine girip de birbirine ölümüne kadar düşman olmayı ‘‘başarmış’’ başka ülke insanı yoktur.

Ve düşmanlıklar zar zor birlikte tutulan ülkeyi bölme aşamasına geldiği her ‘‘an’’da Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ‘‘Höt’’ demesiyle bireylerin kendilerini, geçici olarak çekidüzene sokmalarıyla, Fatih Terim'in takımındaki din kavgasını ‘‘Höt’’ diyerek ertelemesi arasında kesin bir kültürel bağ da vardır.

Dininde ve milletinde ortak kültürel birliktelikleri yaratamamış insanlar ancak dayaktan anlar.
Yazının Devamını Oku

Balon patlıyor mu

12 Haziran 2002
<B>YİNE </B>aynı korkuları yaşamaya başladım. Oysa beş altı aydır daha bir rahat bakmaya başlamıştım olan bitene. Ama bir yıl önce gün be gün beynimi tırmalayan endişeler, korkular, panikler yine başladı sevgili okurlar. Bir yıl öncesini hatırlıyorum da, o günleri bir daha hiç yaşamam inşallah diye düşünüyordum bir süredir.

O günlerde Türkiye bir uçuruma gidiyordu.

Şaka değil mahvolmanın eşiğine geliyorduk, birey olarak hayatlarımız altüst olacaktı ekonomik kriz bir şekilde durdurulmasa.

Arjantin ile aynı adımları atmaya başlamıştık bir ara ve hatta adımlarımız daha da sıklaşmıştı belirli bir sona doğru.

Bugün olduğu gibi o gün de sadece görünümde bir hükümet vardı ve o hükümet sanki kendi insanına karşı bir komplo içindeymiş gibi ülkenin sona doğru gitmesini seyrediyordu.

Teknokratlar hükümeti çığlığını o günlerde, çaresizlikten, tıkanmışlıktan attım ben.

Başbakan Ecevit'in sağlık probleminin artık kişisel değil bir devlet sorunu olduğunu da o dönemde yazdım.

Sonunda teknokratlar hükümeti resmen olmasa da fiilen kuruldu, Başbakan Ecevit'e doktor müdahalesiyle ayakta biraz daha durma gücü verildi ve tehlikenin ucundan dönüldü.

Yüz binlerce insan işsiz kaldı, çok insan büyük darbeler yedi ama ekonomi tamamen batmadı.

* * *

Tehlikeden dönüldükten sonra kısa bir süre için de olsa Türkiye'nin içine sokulduğu kısırdöngüden çıkarılması imkánı doğmuştu.

Ekonomi, teknokratların elinde suni teneffüsle ayağa kaldırılıyordu ve eğer hükümet güçlü bir şekilde, gerekenleri yapabilseydi Türkiye belki de bir daha aynı tehlikeleri yaşamayacaktı hiç.

Ama bakın aynı yere dönüyoruz şimdi yine.

Çok üzülerek yazıyorum bunu ama yazılması gerekiyor, yapacak bir şey yok.

O günlerde ekonomi politikalarını tartışırken benim en fazla önem verdiğim konulardan bir tanesi borsanın durumuydu.

Basit ve mantıki bir yaklaşım getirmeye çalışıyordum meseleye. Meseleleri teknik jargona boğmadan konuşmaya çalışıyordum.

Bir ülkede ancak eğer üretim varsa o ülkede sağlıklı bir borsa işleyişi olabilir.

Üretimin yok edildiği bir ülkede borsa eğer hálá daha işliyorsa üstelik büyük kárlar getirerek işliyorsa ortada büyük bir problem var demektir.

Durmadan şişirilen bir balon söz konusudur ve patlama olması da kaçınılmazdır.

Bunlar konuşuldu, tartışıldı, şimdi aynı noktaya geri döndük sevgili okurlar.

Borsa muazzam tehlike sinyali veriyor.

Üretim son aylarda artış trendi içine girmişti, ancak bunun geçici değil uzun dönemli olması için alınması gereken tedbirler alınmadı.

Bu konuda alınacak en büyük tedbir de siyasi istikrardır, güçlü ve geleceğinden emin hükümetler tarafından yönetilmektir ama Türkiye'nin yönetici sınıfları bu basit gerçeği anlamamakta ısrarlılar nedense.

Yani o üretimdeki kıpırdanış da borsadan gelen son derece tehlikeli sinyalleri önlemeye yetmedi.

Bu arada Merkez Bankası Başkanı ‘‘Dikkat edelim Türkiye Arjantin'e dönebilir’’ diye konuşuyor ve bu korkunç açıklama da satır aralarında kaynayıp gidiveriyor.

En azından kaynayıp gidivereceği sanılıyor, insanlar başlarını kuma sokarak tehlikenin geçeceğine inanıyorlar.

* * *

Her şey yeni baştan yaşanmaya başladı.

Sanki arada bir uzun kış geçmemiş gibi geliyor bana, sanki 2001 yılının yaz aylarındaymışız gibi hissediyorum kendimi.

Korkuyorum. Şaka değil, bir anda insanların ellerindeki her şeyi kaybetmeleri ve geleceklerinin kalmaması tehlikesi kapıda yine.

Bıktım artık bunları yaşamaktan, korkmaktan, çocukların bile geleceğinin kalmaması tehlikesini yine hissetmekten, boğulmaktan.

Bıktım. Bıktım.

Yapılacak tek şey var tehlikeyi bertaraf etmek için.

Hemen seçim tarihi belirlenmeli ve en geç üç ay içinde seçime gidilmeli.

Çünkü bu kaos içinde seçim tarihi en azından bir istikrar umudu olur, sisin içinden süzülüp gelen bir fener ışığı gibi bize yol gösterebilir.

Ve şunu da bilin ki tahmin ettiğim gibi seçim sonucunda Recep Tayyip Erdoğan'ın partisi de hükümeti kursa o hükümete altı ay boyunca koşulsuz destek vereceğimi burada açıklıyorum.

En azından ben kendi üstüme düşeni yapacağım Türkiye için.
Yazının Devamını Oku

Olamayacağım şeylerin kısa listesi

11 Haziran 2002
<B>HAFTA </B>sonunda olamayacağım şeylerin listesini çıkarmaya karar verdim. Bana bu çalışmamda yardımcı olması için de yapılmış olan bazı kamuoyu araştırmalarına başvurdum. Aslında Türkiye'de bilimsel anlamıyla bir ‘‘kamuoyu’’ olmadığı düşüncesindeyim ama ne yapayım bazı şirketler gerçekte var olmayan bu şeyle konuşuyormuş gibi yaparak bazı sonuçlar yayınlamakta ısrarlılar.

Kamuoyu kavramının gerçekte var olamayacağını ispat etmek gibi uzun bir işe girişmektense, bunu varmış gibi kabul etmenin kendi açımdan çok daha rahatlatıcı bir tercih olduğuna karar vererek, absürdsün suçlamalarını sineye çekmeye hazır olarak çalışmalarımda onların araştırma sonuçlarını kullandım.

Ancak bu kısa girişi bitirmeden önce şunu da belirtmeliyim ki Türkiye'de gerçek anlamıyla bir ‘‘kamuoyu’’ olmadığından, bizim memlekette ‘‘sivil toplum örgütü’’ diye bir kavram da teorik olarak, mümkün değil olamaz.

Dolayısıyla Avrupa Birliği söz konusu olduğunda 170 küsur sivil toplum örgütünün bir anda ortaya çıkıverip konuyla ilgili olarak fikir beyan etmeleri, kamuoyu olamayan bir toplumda bunu yapmaları abukluk ötesi bir durumdur.

Türkiye'de sivil toplum örgütleri, memlekette kamuoyu olmadığından, kanun hükmünde kararnameyle kurulmuş, tabansız yarı resmi kuruluşlardır.

Bu da bilinsin yani de yanlış anlamalara düşerek havalar filan atmayalım etrafa.

Türkiye'de bir sivil toplum örgütüne taban oluşturabilecek tek fuzuli kalabalık köylülüktür, onları temsil eden bir sivil toplum örgütü olsaydı belki iyi de olabilirdi ama bunun da Avrupa Birliği'ne girmemizde bize faydası olamazdı, çünkü köylülük Avrupa ülkelerinde artık sınıftan sayılmıyor uzunca bir süredir.

* * *

İşte böyle...

Efendime söyleyeyim, ne diyordum.

Ha evet, ilk okuduğum kamuoyu araştırması Türkiye'de insanların nasıl bir başbakan tarafından yönetilmek istediklerine dairdi.

Bir sürü özellik saymışlar bu ideal başbakan ile ilgili.

45-55 yaş arasında olacakmış.

İyi eğitimli olacakmış.

Yabancı lisan konuşmalıymış.

Çocuk sahibi olmalıymış.

Toplumla barışık olmalıymış.

Spor yapmalıymış.

Falan filan.

Baktım da bu aranılan özelliklere, ilerde başbakan olma umudum katiyen yok benim, bunu anladım.

Yanlış anlamayın beni, istenilen hemen her şartı yerine getiriyorum aslında.

Bir tanesi hariç.

Bu toplumla barışık olamam kardeşim, kimse benden böylesine büyük bir taviz beklemesin.

Ve şunu da unutmayın ki bu memleket ne zaman iyi yönetildiyse o kısa dönemlerde başımızda, bırakın toplumla barışık olmayı neredeyse topluma düşman olan liderler vardı.

Onlar da olmasaydı hapı tamamen yutmuştuk yani!

Kendimi başbakan adayları listesinden elimine ettikten sonra düşündüm de Hasan Cemal iyi bir başbakan olurdu bu memlekete aslında.

Ama onun da bir maruzatı var. Araba kullanmayı bilmiyor ve kamuoyu araştırmasına cevap verenlere göre ideal bir başbakanın araba kullanmasını da bilmesi şartmış.

Ne alaka diyorsanız, ben ne yapayım kardeşim kamuoyu böyle diyorsa yapacak bir şey yok.

* * *

Başbakan olma ihtimalimin olmadığı ortaya çıktıktan sonra acaba başka neler olmayabilirim diye araştırmalarımı sürdürdüm.

Bir başka yerde artık modanın ‘‘light maço erkekler’’ olduğu yazılmıştı.

Erkeğin has şeker değil de tatlandırıcı kullanan biçimi midir nedir acep bu diye light maço erkeğin özelliklerini de okumaya başladım.

Lafı fazla uzatmak istemiyorum, özet olarak şunu söylemeliyim ki bu araştırmam sonucunda da ne light maço, ne maço, ne de erkek olamayacağım ortaya çıktı sevgili okurlar.

Hatta hayatta hiçbir zaman light da olamayacağım, bunu araştırma sonuçlarından değil bizzat kendi deneyimimden iyi biliyorum.

Şu halime, şu geldiğim noktaya bir baksanıza.

Başbakan olamıyorum.

Maço değilim, light maço değilim, tanımlara bakarsanız erkek bile değilim.

Light değilim.

Ben bir hiçim ya!

Ve ben sonuca değil de bu basit gerçeğe ulaşmak için okuduğum onca abuk yazıya acıyorum şu anda.

Ve şu düşünceyle sizlere bugünlük sizlere veda ediyorum.

Başbakanı olmayan, kamuoyu bulunmayan bir toplumda bir hiçin yazı yazdığı bir gazete çok satıyor.

Türkiye bir korku filmi durumunda yemin ediyorum.
Yazının Devamını Oku

‘‘İnsanlığımızın’’ faturası ağır oldu

10 Haziran 2002
<B>İLK </B>önce <B>Hasan Cemal </B>konuyu açtı. İki yıl önce yaşanmış bir anısını köşesine taşıdı. Başbakan Ecevit ile aynı uçakta memlekete dönerken, Can Dündar'ın kitap imzalatmak için Ecevit'in yanına gittiğini, Başbakan'ın birkaç kez sanki elinde kalem varmış gibi boş elini sallayarak kitabı imzalamaya çalıştığını, sonra eline kalem tutuşturulmasıyla imzayı ancak atabildiğini açıkladı. Ben de bunu bir fırsat bilerek gazetecilerin çok uzun zamandır bildikleri bir meseleyi, ülkeyi yönetme iddiasında olan bir insanın sağlık durumunu neden gizli tutmaya çalıştıkları konusunu gündeme getirdim.

Kimseyi suçlamıyordum bu konuda, ben de bu işin içindeyim, gerçi ben bir yıl önce Ecevit'in sağlığının artık kişisel değil bir ulusal güvenlik sorunu haline geldiğini yazarak suskunluğumu bozmuştum ama ben de meslektaşlarım kadar oynanan oyunun bir parçasıydım.

Dolayısıyla meselenin gündeme gelmesi en azından bizlerin yaptıklarımızı gözden geçirmemize yol açabilirdi diye düşündüğümden söz konusu yazıyı yazdım.

* * *

Can Dündar geçen cumartesi günü ‘‘Niye yazmadık?’’ başlıklı yazıda Başbakan Ecevit'in sağlık sorunlarını gazetecilerin neden gizlediği meselesini şu şekilde açıkladı:

‘‘Önceki gün Hürriyet'te Serdar Turgut, özeleştiri içeren bir yazıda bunu soruyordu. Olan biteni bildiğimiz halde niye yazmamış, gerektiği kadar sesimizi yükseltmemiştik. Bu soruya benim basit bir cevabım var: Çünkü insanız.

Bize okulda ve meslek içinde öğretilen gazetecilik kuralları, kamunun haber alma hakkını her şeyin üstünde tutmamızı tembihlese de, o ‘her şey' içine habere konu olanların mahremiyetini ve zaaflarını sokamayacak kadar insanız.

‘Konu' Başbakan olsa bile.’’

* * *

Sevgili okurlar.

Can Dündar yazısında belki isteyerek belki de istemeden beni bir insanın özel yaşamının mahremiyetini düşünemeyecek kadar ‘‘insanlık dışı’’ bir konuma itmiş durumda.

Bu önemli değil, burada kişisel düzeyde algılanabilecek meselelerle alakalı değilim. Ancak yanlış anlamalarla oyalanmayalım, bu ülkeyi yönetme iddiasında olan, bir imzasıyla bir sözüyle bizlerin hayatlarıyla oynama gücü bulunan, çocukları savaşa gönderme yetkisi olan, Türkiye'yi batırabilecek de çıkaracak da güç eline verilmiş olan bir insanın sağlık meseleleri artık özel değildir.

O insanın karar verme gücünün tam çalıştığından emin olmak bizim hakkımızdır. Vatandaşların gazetecilerden beklediği ise bu konuda kendilerine net bilgi vermeleri ve neyle karşı karşıya olduğu konusunda uyarılmalarıdır. Bunu yapmadığımız takdirde yanlış yapmış oluruz ve bu yanlışımızın faturasını da ülke çeker. Çekmiştir de zaten...

* * *

Bu ülke Başbakan Ecevit'in kavgalı MGK toplantısından sonra yaptığı tek bir açıklama ile Cumhuriyet tarihinin en büyük krizine girdi. Hatırlayın bunu. Bu ülkenin başbakanı belki de onlarca defa başında bulunduğu hükümetin icraatları konusunda ‘‘İçime sindiremiyorum’’ diye konuştu. Kendi icraatları hakkında içime sindiremiyorum derken acaba Başbakan yapmış olduğu icraatın anlamını sonradan mı kavramıştı ki?

2 yıl önce bile kitap imzaladığını sanırken boş elini sallayan Başbakan hangi kararlarını bilinçli aldı? Hangi imzası geçerli, o MGK toplantısından sonra konuşurken sağlığı tam yerinde miydi, bundan sonra hangi kararları ne durumda alacak, risk altında mıyız? Acaba açıklamalar o şekilde olmasaydı milyonlarca insanın yaşamını riske atmadan geçirebilir miydik o krizi? İçine sindiremediğini açıkladığı kararların alınmasına neden izin verdi, o kararlar alınırken sağlık durumu nasıldı?

Bunları sormak gerekmiyor mu? Gerekmiyor muydu? Bırakalım bu şiirsel görünümlü lafları. ‘‘İnsanlık’’la filan alakası yok bu işin. Düpedüz biz gazetecilerin işimizi tam yapmamış olmamız durumu var ortada.

Bu ülkede Başbakan'ın iş göremeyecek halde olmasına rağmen ayakta tutularak görev başında bekletilmesinin nedenleri çok farklıdır.

‘‘İnsanlık’’ bu nedenler arasında katiyen yoktur, hatta meseleyi zorlarsanız bence Başbakan'a yüklenen ağır görev insanlık dışıdır bile.

Gerçekler başka, bizler bunu biliyoruz ama tartışmıyoruz. Bunu ‘‘insanlık’’ uğruna yaptığına inananlar da vardır gayet tabii ki gazeteciler arasında ama şunu bilin ki bizim bu ‘‘insanlık’’ oyunumuzun faturasını Türkiye ödüyor. Ödeyecek de.

Bir gün geçtiğimiz dönemin altındaki gerçek dinamikleri dürüstçe tartışmaya hazır olursak, benim de bu konuda edeceğim bazı laflar olacaktır. O güne kadar susacağım bu konuda, tartışmanın olabileceği sinyallerini başkalarının vermesi gerekiyor ama lütfen en azından o ‘‘an’’a kadar‘‘insanlık gereği’’ filan gibi palavralar atarak meseleyi daha da vıcık vıcık hale getirmeyelim.

Çünkü yaşadığımız dönemin gerçek dinamiklerinden haberdar olan bizlere kendi almış olduğumuz tavırların ‘‘insanlık’’ gereği olduğunun anlatılması tüm meslektaşların zekásına bir hakaret anlamına geliyor.
Yazının Devamını Oku