7 Temmuz 2002
<B>TARİHİN </B>en büyük sıcak dalgalarından bir tanesinin yaşandığı günlerde ben New York'taydım. Bu ‘‘sıcak’’ kavramını size kelimelerle tanımlayabilmem mümkün değil.
Türkiye'de hiçbir zaman, hiçbir şehirde böyle bir şey yaşanmamıştır, yemin ediyorum.
Sıcağın kendisi önemli de değil zaten ama nemle birleşince ortaya öylesine bir canavar çıkıyor ki, anlatmak çok zor.
Yaşamak lazım bu tür bir havanın insana ne kadar acı verebileceğini anlayabilmek için.
Örneğin, sabah kalktığımda ekmeği kızartmama gerek kalmadı geçen sabah; çünkü gece boyunca ekmek o kadar sıcak kalmıştı ki neredeyse fırından yeni çıkmış gibiydi.
Ve bu konuda abartma yapmadığımı da bilmenizi istiyorum.
Gece saatlerinde durum böyleyken bir de güneş çıkınca neler olabildiğini varın siz tahmin edin.
*
Sadece sıcakla mücadele etmekle kalsaydım bunu bir şekilde atlatırdım; çünkü yıllar boyunca yaz aylarında şehirde bu olay yaşanır ve ben de artık duruma bunca zaman sonunda alışmış haldeyim.
Ancak bu defa sıcak dalgasını çok daha bunaltıcı hale sokan bir başka gelişme de yaşandı.
Uğur Cebeci sıcak dalgasının başladığı saatlerde New York'a geldi.
Bunu daha önce de yazdım, şimdi yine tekrar etmek zorundayım. Eğer bana soracak olursanız, Uğur Cebeci bence tımarhaneye atılıp, üstüne kapı kilitlenip, anahtarı da tamamen imha edilecek kadar delirmiş durumda.
Uzun süredir durumu böyle.
Gerçi ona sorarsanız ben delirmiş durumdayım. Buna da itirazım yok aslında ama en azından ben sokakta durumumu kimseye belli etmiyorum, normalmiş gibi davranıyorum, yazı başına oturunca kafayı yiyorum.
O ise rutin haliyle alacakaranlık kuşağına çoktan göçmüş durumda.
*
Niye böyle dediğimi de anlatacağım.
Dedim ya ben deliliğimi baskı altında tutan bir insanım, düşüncelerimi içime atarım ve yazı yazarken eğer fırsatını bulursam da işte o an kafayı yerim, bunun zamanını beklerim.
Uğur ise benim tam tersim; gündelik yaşam içindeki aklına gelen tüm hisleri kendisine tamamen yabancı olan, ilk kez gördüğü ve bir daha da görmeyeceği insanlara kesin, net ve de yüksek sesle ifade ediyor.
Diyelim ki yolda yürürken onun yanından bin kişi geçti.
Bunların istisnasız 850 tanesine filan konuşma ile bağırma arasında, insanoğlunun bildiği hiçbir lisan kalıbına da tam olarak uymayan cümlelerle bir şeyler söylüyor.
Herhangi bir yanı faullü olan herhangi bir insan onun ilgisini anında çekiyor.
Neyi faullü bulduğu konusunda da ortada net bir kriter yok. Anladığım kadarıyla son derece sübjektif değerlendirme kriterleri olmalı; çünkü hemen her insanda kızılıp, üzerinde yorum yapılacak bir nokta bulabiliyor.
Düşünsenize, benim gibi sokakta fazla ilgi çekmekten bile utanan bir adam, beşinci caddenin en kalabalık saatlerinde orada yürürken birden yanında ‘‘Aloooo’’ diye bağıran bir ses duyuyor.
Uğur yine bir kurbanı gözüne kestirmiş, alooo dediği insana ‘‘ne bu halin’’ dercesine göz kırpıp, dudak büzmeye ve o kişiyi kınayan konuşmalar yapmaya başlamış.
Veya asansöre binmişiz, asansöre bir sonraki katta beş kadın binmiş ve gayet tabii ki, kaçınılmaz olarak Uğur bunların hepsiyle tek tek ilgilenmeye başlamış, onları da bir nedenden dolayı azarlıyor.
Sonra nedense asansör lobi katına gelince de ben önde durduğum için ilk olarak çıkmaya doğru adımımı atmışken, birden büyük bir güçle duvara yapıştırılıyorum. Uğur tek eliyle beni orada tutuyor, diğer eliyle de tek tek kadınları dışarıya davet ediyor.
Kadınlar ona gülümsüyorlar.
Sokaktaki herkes de aslında onunla iyi anlaşıyor. Bu yaptıklarının sadece bir tanesini bir gün ben yapmaya kalksam, 100-150 gün hapiste yatarım, ama ona bir şey olmuyor.
Rana da dahil herkes onda şeytan tüyü olduğu, bu nedenle de toplumda dokunulmazlığı olduğu iddiasında. Bense onun aslında delirmiş olduğunu gören masum insanların kendilerini bir şekilde koruma altına alabilmek için ona gülümsemek zorunda kaldıklarını düşünüyorum.
*
Ve aklımda kalan son görüntü.
Uğur biraz önden yürüyordu, biraz sonra ilerde baktım ki ne göreyim.
Sağ elini kaldırmış, bir gökdelenin tepesine doğru işaret etmiş ve öylesine durmuş kalmış.
Büyük bir ciddiyetle bir yerleri işaret edip duruyor.
Ne olduğunu tahmin edebildiğim halde ben bile elimde olmadan onun gösterdiği yere baktım, gayet tabii ki bir şey yoktu.
Bir süre sonra etrafına insanlar toplanmaya başladı. Ona ne gördüğünü sordular, onları kendisine muhatap kabul etmedi, insanlar birbirleriyle konuşmaya, ne olduğunu anlamaya çalıştılar.
Ben güleceğim ama iş başıma kalır diye de korkuyorum, kendimi tutuyorum gülmemek için.
Ve işte o anda bir güzel mucize oldu.
Çivi çiviyi söker derler ya, aynen o yaşandı sevgili okurlar.
Gerçek bir deli geldi Uğur'un yanına ve işaret ederek gösterdiği gökdelenden ona bir daire satmaya kalkıştı.
Eğer yalanım varsa iki gözüm önüme aksın ya!
Uğur hayatında ilk kez söyleyecek bir şey bulamadı. Belki kurtulurum diye ona da ‘‘Aloo’’ dedi ve yüz göz işaretleri yaptı, ama adam ondan çok daha yüksek sesle ‘‘Aloooooo’’ diye haykırmaya başladı ve suratına gerçekten birçok tik aynı anda geldi.
Ve Uğur hayatında ilk kez olay yerinden kaçmayı yeğledi ki, bu bana o korkunç sıcak dalgasını bile unutturacak derecede güzel bir gelişmeydi.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2002
<B>YAZININ </B>başlığına bakıp, zihinsel oyunlar oynadığımı filan düşünmeyin sakın ha. Gerekli satır miktarını tamamladıktan sonra şöyle bir baktım da bugün gerçekten yazı yazmış gibi hissetmiyorum kendimi.
Olası konuların hepsinden tiksinti gelmiş durumda nedense.
Çok nadiren olur bu bana.
Genelde kolay konu bulurum, konu kafamda oluştuğunda da tuşa vuran parmaklarım zor durur yazıyı yazarken.
Bugün o günlerden değil, olmadı işte ne yapayım.
* * *
Konu çok aslında.
Türkiye, işi yazı yazmak olan bir insan için konu cenneti halinde her zaman.
Ama mesele de burada zaten, ben memleketin sunduğu konulardan acayip sıkılmış durumdayım.
Laf olsun diye söylemiyorum bunu, gerçekten böyle durum.
Abuk, saçma, absürd, mantıksız, daha ne kelime var bilemiyorum, sizin aklınıza gelirse onları da ekleyin bu cümleye, aynen öyle görüyorum olan biten her şeyi..
İşin aslına bakarsanız bu memleketin siyasetinden de, ekonomisinden de bıktım.
Bir şeyin değişeceğine inanmadığım gibi, eğer illa da bir şeyler değişecekse bunun daha da kötüye giden bir değişim olacağına da samimi bir şekilde inanıyorum.
30 yıl önce değişimin iyiye doğru olacağını beklemeye başladım, 28 yıl kadar filan, tüm olan bitene karşın beklentimi bozmadım, sağlam durmaya çalıştım.
Ama iki yıl kadar önce beklentilerimi de sıfırladım.
Dolayısıyla bugün Türkiye ile ilgili bir şey yazmak içimden katiyen gelmiyor, bunun için kendimi zorlamaya bile ne gücüm ne de isteğim var.
* * *
Aslına bakarsanız dünyada da durum insanı mutlu yazı yazmaya itecek halde değil.
Zeká düzeyi 88 civarında olduğu yazılan bir kişinin başkanlık ettiği ülke, dünya süper gücü olarak tek başına savaşmaya girişmiş durumda.
Dünya siyasetinin ana dinamiğini bu gerçek belirliyor, diğer olan biten her şey tali önemdeki gelişmeler ve bu durumun da insanı dünya halleri konusunda yazı yazmaya pek de teşvik edici bir durum olmadığını söylersem umarım bana kızmazsınız.
İşin aslına bakarsanız acınacak durumda dünyanın hali de bence...
Aslında aklımda tek bir heyecan verici yazı konusu var.
ABD'nin Ohio eyaletinde Chubby's Pizza adlı bir pizzacıda üstü marihuana tozu katılmış sosla yapılmış pizza yapılmış.
Haberi okuyunca, bu özel soslu pizzayı mutlaka ama mutlaka denemem gerektiğini düşünmeye başladım.
Türkiye'yi tamamen unutturacak bir lezzete sahip olacağına inanıyordum o pizzanın ve hatta büyük boy yediğiniz takdirde kendinizi bile unutabilirdiniz.
Sadece bu konuda yazı yazma gücüm vardı bugün ama ondan da vazgeçtim.
Şimdi yazsam bunu iki dakika sonra gazeteden ararlar, böyle bir pizzayı mutlaka denemek istediğimi yazdığım için topluma kötü örnek olduğumu anlatırlar ve yazıda değişiklik yapmamı isterler.
Böyle bir şeye de tahammülüm yok bugün.
Bilmiyorlar, bir türlü anlamak istemiyorlar ki ben kimseye katiyen örnek filan olmak istemiyorum.
Kendimin örnek alınacak bir insan olduğu kanısında değilim ve işin aslına bakarsanız başka insanların benim hakkında ne düşündükleri de hiç umurumda değil.
Ve daha da önemlisi okuyucularım beni kendilerine örnek almayı çoktan bıraktı aslında, ama bu mutluluk verici olayın olup bittiğinden bizim gazete üst yönetiminin haberi yok galiba.
Varsa da yokmuş gibi davranıyorlar ve benim toplumsal sorumluluklarım olduğunu filan söylüyorlar bana arada bir.
Bu stresleri de çekemem bugün!
Durum böyle. Hakkında yazabileceğim tek konu da böylece çöpe gittiği için şu cuma günü bu köşede aslında yazı olmayan bir yazıyla karşınızdayım.
(Yazının bu aşamasında ‘‘Sen ne zaman yazı olan yazı yazdın ki’’ diye söylenmeye başlayan insanları görür gibiyim. Onlara da tek şey söyleyeceğim: Siz de haklı olabilirsiniz be kardeşim ne yapayım ya!)
Durun bakayım, bir satırları sayayım izin verin de.
Eh olmuş sayılır, doldurduk galiba bugün de köşeyi.
Genel yayın yönetmeni de memnun olsun bakalım, çünkü az yazdığım için puntolar büyüyecek.
Benim yazılarımla ilgili onun tek derdi de puntoların büyüklüğüyle ilgili uzun zamandır.
Yazılarımı katiyen okumadığı kanısındayım ve işin aslına bakarsanız onun da bu tavrında pek haksız olmadığını düşünmüyorum değil hani arada bir!
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2002
<B>MEMLEKETTE </B>yönetim mekanizmaları yine kitlendi. Ekonomi yine krizde.<br><br>Ve <B>Bülent Ecevit </B>de hálá Başbakan. Geçen yıl da durum aynıydı. Meselenin tek çözümü bir ara rejim hükümeti kurulmasıydı, ama teknokratlar hükümeti önerim ne yazık ki hayata geçirilemedi.
Ancak ben sorumlu bir vatandaş ve yarı-sorumlu bir araştırmacı gazeteci olarak memleket meseleleri üzerine fikir üretmekten bir türlü caymıyorum.
Bir fikrim kabul görmedi diye küsmedim aziz vatandaşlarıma.
Dolayısıyla bugün memleketteki bütün tıkanıklıkları bir anda çözeceğine inandığım bir dizi öneriyle karşınızdayım.
Küçüklüğünden beri bu vatanı seven ve hatta bir defasında Yurttaşlık Bilgisi dersinden beş üzerinden dört aldığında babasından dayak yiyebilecek kadar vatansever bir aile tarafından yetiştirilmiş olan bu köşenin yazarına kulak verin.
Onun önerilerinin Babıáli'nin loş ve boş koridorlarında ve bazen de dolu olduğu halde bile boşmuş izlenimi veren koridorlarında lüzumsuz bir şekilde yankılanarak, aynen seslenene geri dönüp bir işe yaramamasına izin vermeyin.
Özetle söylemek ve boş başladığından dolayı sonuca bağlanması her geçen dakika mümkün olmaktan hızla uzaklaşmakta olan bu paragrafı da bir şekilde noktalamak için diyeceğim o ki, önerilerime sahip çıkın be...
* * *
Aşağıda, Türkiye'de şu anda yaşanmakta olan yönetim krizinin bir an önce bitmesi için ‘‘kesin çözüm önerilerimin’’ bir listesini bulacaksınız.
Başbakan Ecevit'in Pakistan'a resmi gezi için gitmesine karşı çıkmayın. Pakistan'a gitmeye karar verdiği takdirde, ‘‘Ayıp olur, oralara kadar girmişken bir de Hindistan'ı ziyaret etmezsen kabalık yapmış olursun’’ diye onu ikna edin. Bu yetmiyorsa, bir de iyi bir kökten sosyal demokrat olarak Keşmir bölgesinde üç gün kadar kalıp, araştırma ve incelemelerde bulunmasını sağlayın. Keşmir'de bölge barışına katkıda bulunması için mutlaka, ‘‘Huriye ga Huriye ga, sangam kenedi, bir tarafta arkadaşım bir tarafta sen, iki ateş arasında kalmışam BEN!’’ şarkısını öğle saatlerinde açık havada söylemesinin diplomatik açıdan gerekli olduğuna kendisini inandırın.
Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı'na talimat verin, Türkiye'ye siyah saç boyası ithalatını yasaklasın. Türkiye'de halen var olan bütün siyah saç boyaları da bir an önce toplatılıp imha edilsin. Bu önerimin iki olası sonucu olabilir: Ya Ecevit boyasız haliyle halk karşısına çıkamayacağı için bir daha hiç görünmemek üzere inzivaya çekilecektir, ya da heyecan içinde saç boyası aramak için eşiyle alışverişe çıkıp oradan oraya koşuşturacaktır ki bu ikisi de aslında bizim açımızdan kesin sonuç anlamına gelecektir.
Tuğrul Şavkay Başbakanlığa özel danışman olarak atansın. Onun önerileri doğrultusunda Başbakanlık'ta yemek pişmeye başladığı zaman, Ecevit'in kuru bisküvi ve çay ile beslenmeye alışmış olan vücudu mutlaka kısa zamanda şoka girecek ve olan olacaktır.
TBMM'ye bir tane daha başı örtülü bayan milletvekili sokulsun. Hatırlarsanız, ilkinde Başbakan bu meseleye haddinden fazla sinirlenmiş ve bağırma girişiminde bulunmuştu. O gün harcadığı enerji nedeniyle de zaten bir daha kendisini tam toparlayamadı. Bu olay bir daha tekrar ettiği takdirde Başbakan ya sinir gösteremeyecek kadar halsiz olacak, ya da sinir gösterecektir ki her iki halde de onun başbakanlığı sona ermiş olacaktır.
Ecevit'i bir ‘‘genel yayın yönetmenleri günü’’ düzenlemeye ikna edin. Ülkenin geleceği için bunun önemli olduğuna onu inandırın. Memleketteki tüm genel yayın yönetmenlerini evine davet eden, onları toplu halde karşısında gören bir insanın sıhhati tamamen yerinde olsa bile en fazla bir saat sonra koma vaziyette hastaneye kaldırılması büyük ihtimalken, Ecevit söz konusu olduğunda sonucun kesin olarak alınacağından kimsenin şüphesi olmasın.
Hasan Cemal, Başbakan Ecevit'e ziyarette bulunsun ve memleket meseleleri ve onlarla ilgili çözüm önerilerini Başbakan'a detaylı bir şekilde anlatsın. Mantıken 15 dakika sürmesi gereken bu konuşma sekiz saatten az süremeyeceğinden ve aslında önerilerinin de heyecan verici olması imkánsız olacağından, Başbakan Ecevit'in ya doğal yatay geçiş yoluyla ya da intihar ederek bu görüşmeye kesin bir son getireceği de kesindir.
Ecevitler bir adet çocuk evlat edinsinler. Ben, şimdi açıklamayı uygun görmediğim bazı nedenlerden dolayı 45 yaş üstü erkeklerin babalık yapmaya karar vermeleri durumunda yaşadıkları her yılın en azından bir beş yıllık ömür tüketimi anlamına geleceğini biliyorum. Bu konuda bilimsel delillerim var elimde, bilmem anlatabiliyor muyum?
Biz memleket için ailece kendimizi göreve hazır tutmaktayız. Dolayısıyla Rahşan Ecevit, bir dahaki sefere çarşıya çıktığında Rana da ona eşlik etsin. Rana ile çarşı dolaşmaya başlayan herhangi bir insanın, had safhada sağlıklı olsa bile belirli bir süre sonra yaşama veda etmemesi mümkün değildir. Bülent Bey de o çarşıda yaşanan trajik olaydan sonra yalnızlığa dayanamayıp, son bir şiir yazarak Başbakanlık'tan kesin çıkışını yapacaktır.
Başbakan Ecevit, günde iki kez Ertuğrul Özkök ile telefonda konuşsun. (Tamam kabul ediyorum, bu tamamen sübjektif bir öneri. Yani, dünyadaki her insanın onunla telefonla konuşurken mutlaka benim gibi sinirleneceğini ve bağışıklık sisteminin geçici de olsa tamamen çökeceğini düşünmem yanlış olabilir tabii ki. Ama ben yine de, genel yayın yönetmenimin insanları sinirlendirme potansiyeline güveniyorum. Üstelik o iyi bir vatanseverdir de ve vatan için gerektiğinden fazla sinir bozucu olması gerekiyorsa onu da yapar yani.)
Serdar Turgut'un köşe yazıları derlemesinden oluşan ‘‘Maymunu Tokatlamaktan Teknokratlar Hükümetine-Bir Yazarın Acıklı Yaşam Macerası’’ adlı kitabı Ecevit ailesine hediye edin. Eh o kitabı okuma girişimi de kesin çözüm getirmiyorsa, o zaman yapacak bir şey de kalmadı demektir.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2002
<B>SİZ </B>hiç Çapa Tıp Fakültesi'nin bahçesinde beklediniz mi? Muayene olmak veya hastanızı beklemek için o bahçede saatlerinizi hiç geçirdiniz mi? Binlerce hastayla, yakınıyla dolar taşar o bahçe. Yaz-kış durum böyledir, ‘‘Öteki Türkiye’’nin rutin yaşamı haline gelmiş olan zorluklar orada sıradandır.
Oradan oraya koşulup sıra numaraları alınır, karmaşa vardır etrafta hep. İnsanlar şaşkındır, korkular da vardır suratlarda ve mücadeleler sürüp gider. Sinirler hep gergindir. Bu hastanenin doktorları çok iyidir. Onların yaşamı da mücadeleyle geçer hep.
‘‘Bahçede’’ yaşananları düzeltmek için uğraşıp didinirler ama sosyal politikası olmayan, ekonomisi çökmüş, yüzde 10'luk nüfusu dışında inanlarına ekonomik gelecek sağlamayı başaramamış, nüfusunun yüzde 90'ından fazlasını ‘‘öteki’’ haline sokmuş, ‘‘öteki’’lerle her türlü diyaloğunu koparmış bir ülkede, doktorların çabasıyla düzeltilmesi mümkün olmayan zorluklar vardır o ‘‘bahçede’’. Doktorlar bireysel çabalarla sistemi aşmaya, ‘‘öteki’’lere el uzatmaya, bir şeyler yapmaya çalışırlar ama yapabileceklerinin de bir sınırı vardır elbette.
Sonuçta o ‘‘bahçe’’ Türkiye'nin bir aynasıdır, sosyal ve siyasal açıdan intihar etmeyi her nedense kafasına koymuş bir memleketin hastanesidir orası.
* * *
Herhangi bir saatte gidin hastaneye, tavsiye ediyorum. Göreceksiniz ki bahçede yüzlerce, belki de binlerce başı örtülü kadın olacaktır.
Çıkın koridorları bir dolaşın, yine göreceksiniz ki gencecik doktorların yanı sıra, ‘‘sosyetik’’ diye bilinen ama gününün en azından yarısını o koridorlarda ömür tüketmekle geçiren doktorlar da herkese ulaşmak için çaba göstermektedirler.
Bu hastanede herhangi bir doktorun başı örtülü diyerek bir hastayı muayene etmemesi mümkün değildir.
O koşuşturmaca içinde tek bir doktorun aklına bile gelmez böyle bir konuya kafayı takmak. İnsanüstü gayretler gösteren doktorlar, tüm hastalara şartları zorlayarak olabildiğince en iyisini vermişlerdir.
* * *
Tüm bunları anlattığıma bakarak, sakın ha başı bağlı bir bayan hastanın, kimliğinde başı açık fotoğraf bulunmadığından hastaneye alınmadığı için ölmesinin mümkün olmadığını düşündüğümü de sanmayın.
Doktorlara rağmen bunu birileri yapmıştır. Çünkü Türkiye'de birtakım faşistler var.
Bunlar biz sıradan insanların gündelik yaşamımızda kendi aramızda kurmuş olduğumuz, yılların deneyimi sonucunda gelişmiş olan, kendisine özgü yöntemleri bulunan, dahası sadece Türkiye'ye özgü olan büyük hassas dengeye müdahale etme gereğini duyuyorlar hep.
O denge çok önemlidir. Çapa Hastanesi'nin bahçesinde o denge vardır ve o bahçede hayatın farklı yönünden gelmiş insanlar, belki isteyerek belki de mecbur kaldıklarından bu dengeyi paylaşırlar.
Paylaşmak zorundadırlar da; çünkü o dengeleri aralarından bir tek kişi bile zorlamaya çalıştığı anda, o bahçede kendi kuralları içinde yürütülmeye çalışılan sistem bir anda çöker. Orada, o sistemin çöküşü de Türkiye'nin çöküş sinyalini verir aslında. Çünkü dediğim gibi o bahçe Türkiye'nin sosyal gerçeğini yansıtır her köşesinden.
Evet ben inanıyorum, mutlaka bir hayvan çıkıp karar almıştır başı bağlı kadın hasta kabul edilmesin diye. Başka bir hayvan da bunu uygulamaya çalışmıştır ve kadıncağız da ölmüştür bu nedenle.
Çapa Hastanesi'nde yıllardır kurulmuş olan ve bayağı da iyi işleyen hassas dengeli sistemin dışında, arızi bir olaydır bu, ama arızi olduğu kadar da çok önemlidir.
Çünkü bu olay, faşist kafaların sıradan insanların kendi aralarında, yılların deneyimiyle, öğrene yanıla kurmuş oldukları hassas dengelere dayalı, gündelik yaşamlarını tehlikeli sonuçlara varabilecek çatışmalar yaşamadan sürdürmelerini sağlayan sistemi çökertmek üzere yaptığı bir dış müdahaleyi yansıtmaktadır.
Türkiye'deki ekonomik sistem, nüfusun yüzde 10'u için örgütlenmiş durumda. Büyük gazeteler de aslında bu yüzde 10 için çıkıyor.
Ancak, böyle kritik anlarda olayın üstüne gidilmezse, susulursa, böyle bir olay bile tamamen farklı siyasi çatışmaların, hesaplaşmaların alanına ait bir şey olarak algılanırsa, işte o zaman aslında hepimizin ortak paylaşım alanı olan hassas denge çökmek üzere demektir. Başkalarını düşünmüyorsanız bile kendinizi düşünün, bu meselenin üstüne gidin ve hesap sorun!
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2002
<B>REHA Muhtar'</B>ın Show TV haberlerinin başından alınması bizim meslek açısından hayli önemli bir olaydır. Ben bu köşede yıllardır <B>Reha Muhtar'</B>ı ne kadar başarılı bulduğumu yazıp durdum. Güya herkes eleştiriyordu ya onu, haber şovunu ‘‘izlenemez’’ buluyordu ya, bakmayın siz öyle konuşanlara hiç. Hepsi yalandı bunların. Onun hemen hep bir numarada kalmasını kıskanıyorlardı, onun yaptıklarını taklit de etmeye çalışıyorlardı ama orijinal olan hep ön planda kalmayı biliyordu.
Açıkça söylemek gerekirse, televizyon kariyerinden önce bu mesleğin gerçek bir emektarı olarak yıllarca ter dökmüş olan Reha Muhtar'a yıllar sonra gelen şan, şöhret, para ve güç de beni son derece mutlu ediyordu.
* * *
Tuncay Özkan ile ilk kez üç ay kadar önce bir araya gelip konuşma fırsatını yakaladık. Hatıralar konuşulunca, 1980'li yıllarda aynı gazetelerde bir süre birlikte çalışmış olduğumuz da ortaya çıktı. Haber için yaşayan, insanlar vardır bizim meslekte. Tuncay Özkan'ın da onlardan olduğunu görmemek mümkün değildi. Şimdi Tuncay zor bir işe girişti. Profesyonel bir karar verip Reha Muhtar'dan alınan koltuk da dahil olmak üzere birçok koltuğu kendi kullanım alanı altına aldı. Başarılı olmasını gerçekten diliyorum.
* * *
Bunlar arkadaşlarla ilgili kişisel hislerim. Tuncay yepyeni başarılara koşsun, Reha bambaşka kanallarda devleşmesini sürdürsün, bunlar beni mutlu eder.
Ancak bu yaşanan olayda benim için anlaşılması zor olan bazı noktalar var. Gelişmeleri izleyebildiğim kadarıyla Reha'nın eski patronları, onun habercilik anlayışından mutlu değillermiş. Bu bana şaşırtıcı geldi; çünkü çalıştırdığın gazeteciye ‘‘Sen bir numara ol, reytingde hep bir numara çık’’ hedefi koyup da bunu yaşamın en önemli hadisesi haline getirdikten sonra bunu yapan insanı yıllar sonra ‘‘Biz senin haberciliğini aslında beğenmiyorduk’’ diye eleştirmek, tek kelimeyle saçmalamaktan başka bir şey değildir. Reha, yıllardır işin gereğini yaptı, toplumun kendisinden talep ettiğini bazen uç noktalara taşıyarak da olsa ona geri verdi. Bir numarada kaldı hep.
Bu olduktan sonra ortaya çıkıp da, aslında biz bunu istemiyorduk diye konuşanların kafası karışık olmalı o medya grubunda.
* * *
Şimdi uzaktan takip ediyorum da, Show haberin yeni yönetimi, siyasi haber ağırlıklı habercilik yapmaya hazırlanıyormuş. Dediğim gibi üç ay kadar önce Kanal D'ye bir ziyarette bulunmuştum. Haberin başında olan meslektaşlarla orada sohbet ederken, bana reyting raporlarını nasıl inceleyip, haberlere yön verdiklerini anlattılar.
Haberciler artık neredeyse dakika dakika hangi haberin ilgi çektiğini izleme imkánına sahipler bu raporlar nedeniyle.
Ve tüm raporlarda görülen tek net şeyin, tüm izleyicilerin siyasi haberlere olağanüstü bir tepki gösterdikleri yolunda olduğunu da anlattılar. Siyasi habere talep katiyen yokmuş televizyon haberleri izleyicisinde, başka tür haberler istiyorlarmış hep. Türün ne olduğunu da Reha biliyordu zaten. Talebi karşılıyordu. Şimdi okuyorum da, Kanal D'den Show TV'ye transfer olan ekip, yeni kanallarında siyaset ağırlıklı haber yapacaklarmış.
Daha önce de dediğim gibi, inşallah başarılı olurlar .
* * *
Televizyon haberciliğinde her şeyin baştan ele alınıp üzerinde yeniden düşünülmesinden yanayım. Gazete haberciliğinde de bunun yapılması gerektiğine inanıyorum. Belki Reha ve Tuncay olayında yaşananlar bu düşünme sürecinin başlatılmasına bir ihtimal öncülük eder.
Bu süreç şimdi başlasa da başlamasa da benim tek istediğim şey, patronların başarılı olana haksızlık yapmamaları, ne istedikleri konusunda kafalarının net olması, ne istediklerini biz profesyonellere net olarak aktarmaları ve işlerimiz konusundaki kararları da eski kararlarıyla tutarlı olarak vermeleridir.
Patron ile medya profesyoneli arasındaki bu diyaloğun son zamanlarda çok da sıhhatli bir şekilde yürümediği son olanlarla açık bir şekilde görülmüştür.
Bu da mesleğin geleceği açısından son derece sağlıksız gelişmelere bir işarettir.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2002
Dün bizde de, başka gazetelerde de bir haber yayınlandı. Atatürk'ün son 100 yılın en büyük lideri olduğunun yazıldığı, Amerika'da yeni yayınlanan kitapla ilgiliydi bu haber.
Bizim meslekte, daha önce yayınlanmış, üzerinde yazılmış haber, yorum üzerine yazı yazma alışkanlığı pek yoktur.
Yıllardır alışmış olduğumuz, ömür tüketici haber atlatma yarışının bizlerde yarattığı bir mesleki deformasyondur bu.
Ama ben bugün aynı konuda yazacağım çünkü çıkan haberler kısa olmaları ve sadece New York Times'ta yer alan habere bağlı olmaları nedeniyle bence konunun önemini yeterince aktaramıyordu.
Ben dünya liderleri ile ilgili çalışmanın yapıldığı bu kitabı inceledim ve açıkça söylemeliyim ki bu çalışmada ortaya çıkan sonuç, şu elbirliğiyle ve göz göre göre tüketilmek istenilen ülkemizin ve sistemimizin dünyada ne kadar da önemli olduğunu ortaya net olarak koymaktadır.
İşte sadece bu nedenle bile olsa Türkiye yepyeni bir şahlanış, yepyeni bir devrim yaşamak ve geçmişine layık olmayı öğrenmek zorundadır.
*
''The King of the Mountain. The Nature of Political Leadership'' (Dağın Kralı: Siyasi Liderliğin Doğası) adlı çalışmasında Kentuck Üniversitesi profesörü Arnold W. Ludwig ''liderlik'' kavramını tamamen objektif verilere dayanarak incelemeye almış.
18 yıllık bir çalışmanın ürünü bu kitap.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2002
<B>BEN </B>abuk olaylara karşı kaşarlanmış bir insanım. Had safhada abuk insanların yaşamakta olduğu New York şehrinde tüm bir gençliğim geçtiğinden, tuhaf hadiselere kolay kolay şaşırmamayı öğrendim.
Bunu önemli bir özellik olarak söylemiyorum, bununla iftihar da etmiyorum, sadece durum böyle, bilmenizi istediğimden anlatıyorum bunları.
Şaşırma hissimi kaybetmiş olduğumu düşünüyorum uzun zamandır, çünkü bu köşeden anlattığım ve anlatamadığım öyle şeylere tanık oldum ki hayatta, artık herhangi bir şeyin beni şaşırtmasının mümkün olamayacağını düşünüyordum uzun süredir.
*
Ancak hayatta hiçbir konuda kesin ve net konuşmayacaksın kardeşim, ben artık bunu söylemeye başladım başıma son gelen şeyden sonra.
Gerçi burada ‘‘başıma gelen’’ lafı biraz abartmalı oluyor, çünkü bir gazete haberi söz konusu sadece.
Geçenlerde Amerika'nın Denver şehrinde ‘‘22'nci Barbie Bebek Kıyafetleri Koleksiyoncuları Kongresi’’ toplantısı yapıldı sevgili okurlar.
Şimdi birçoğunuza Barbie bebekleri kıyafetlerinin koleksiyoncularının kongre toplamaları, üstüne üstlük bunu 22 yıldır düzenli olarak yapıyor olmaları tuhaf gelecektir büyük ihtimalle.
Ben işin bu yanına takmadım, daha nice tuhaflıkta kongreler görmüş olduğumdan bu bana rutin bir iş bile geldi denilebilir.
Ancak işin başka bir yönü daha var. Bu kongre tam dört gün, evet DÖRT GÜN sürmüş arkadaşlar!
Barbie bebekleri kıyafetleri üzerine bir toplantının dört gün sürebilmesi bence 21'inci yüzyılın ve hatta bırakınız içinde bulunduğumuz yüzyılı son 400 yılın en abuk olaylarından bir tanesidir
Bu kadar kısıtlı bir mesele konusunda tam dört gün boyunca konuşacak konu bulabilen insanlar ya inanılmaz derecede aptal ya da tedavisi mümkün olmayacak şekilde tamamen delirmiş durumda olmalılar.
Hemen sonuçlara atladığımı düşünüyorsanız bir de siz deneyin şunu: Barbie bebekleri ve onların kıyafetleri üzerine derin şekilde düşünmeye başlayın lütfen.
Bakın göreceksiniz ki bu konuda üretebileceğiniz fikirlerin toplam üretilme süresi mümkün değil 15 dakikayı geçemeyecektir.
İlla da üzerinde düşünülecekse maksimum 15 dakikalık fikir ayrılması gereken bir konuyu 96 saatte tartışmayı başaran bu insanların kimler olduğunu merak ediyor insan doğrusu.
*
Barbie bebekleri kıyafetleri 22'nci Kongresi'nin yapıldığı günlerde Florida eyaletinde bir başka toplantı da yapılmaktaydı.
Amerikan Onkoloji Derneği'nin dünyanın birçok ülkesinden gelen kanser uzmanlarının katılımıyla düzenlenen kongresi de o döneme denk düşmüştü. Yepyeni bilgilerin tartışıldığı, önemli kararların alındığı bu toplantı sadece üç gün sürdü sevgili okurlar.
Şimdi onkologların toplantısının üç gün sürdüğü bir dünyada Barbie bebeklerinin kıyafetlerinin tartışılmasının dört gün sürebilmesi, insana hiç his duymadan bir dizi cinayeti büyük bir soğukkanlılıkla işletecek kadar acımasızca absürd bir olaydır.
Böyle bir aptallığın olabildiği bir ülkenin ‘‘hür dünyanın’’ lideri olarak ortaya çıkması ve tek başına dünyadaki bütün kötülüklerle savaşa girmeye yeltenmesi de insanı olası sonuçları itibarıyla hayli korkutan bir gelişmedir.
Barbie bebekleri kongresine dört gün boyunca katılarak mutlu olanların da bir oyu var, onkoloji kongresine katılanların da oy hakkı aynı ve işin fenası ilk türdeki kongreye katılmaktan mutlu olabilecek insan sayısı kesinlikle çoğunlukta ve onların oylarıyla ‘‘hür dünyanın’’ lideri seçiliyor bu dünyada.
Kaçıp saklanmak gerek aslında ama nereye gitsek iyi, bunu da net olarak bilmiyorum aslında!
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2002
<B>EKONOMİDE </B>durum malum. Siyaset deseniz, o zaten çoktan çökmüş durumda. Eh, bu saatten sonra futbola ucundan değinen yazılar yazmak da olmaz.
Milletin siniri tepesinde ve derin analizleri kimsenin çekecek hali yok.
Bu yüzden, halkın taleplerine her zaman duyarlı kalmaya dikkat eden bir yazar olarak bugün kafaları temizlemeye karar verdim.
Onun için bugün tamamen farklı bir konuyu işliyorum.
* * *
1925 yılının ağustos ayında John Maynard Keynes, yeni evlendiği eşi Lydia Lopokova ile balayına çıkar.
Sussex'te ikinci gecelerini geçireceklerdir.
Keynes, uzun zamandır görmediği arkadaşı ünlü filozof Wittgenstein'ı da Sussex'e davet eder.
Amacı onu hem yeni eşiyle tanıştırmak, hem de bazı konularda fikir alışverişinde bulunmaktadır.
Wittgenstein'ın yol parasını da Keynes öder ve filozof akşamüstü kaldıkları otele gelir.
Büyük ekonomistin yeni eşi son derece hoş sohbet, arkadaş canlısı, hayatın detaylarında güzellikler keşfetmeyi bilen neşeli bir insandır.
Wittgenstein'ı kocasıyla birlikte otelin bahçesinde karşılarlar.
Ve genç kadın ona merhaba dedikten hemen sonra daha ikinci cümlesinde yakındaki bir ağacı göstererek ‘‘Ne kadar da güzel bir ağaç’’ diye konuşur.
* * *
Yazımın ana konusunu oluşturan önemli olay bu kadar sevgili okuyucular.
Şimdi haklı olarak diyeceksiniz ki, ‘‘Ne var yani bunda, dostlar aralarında sohbet ediyorlar işte, olay nerede ki?’’
Böyle diyeceksiniz biliyorum, ama olayı anlamak için Wittgenstein'ın durumunu anlamamız gerekiyor
Bunu anlamazsak, olayı tarihi perspektifi içine yerleştirmezsek ‘‘Ne kadar da güzel bir ağaç’’ lafını duyar duymaz filozofun neden genç kadını adeta boğmak istercesine üzerine yürüdüğünü, onu neden azarladığını çözümlememiz imkánsızlaşır.
* * *
Wittgenstein o aralar önemli bir çalışma içindedir.
Kendisine küçük hedefler koyması imkánsız olduğundan, dünyadaki tüm mantık sistemlerini ve kuramlarını aşmasını sağlayacak, mantık felsefesine son noktayı koyacak, hiçbir yönünde kavramsal açıklar bulunmayan bir sistem oluşturma peşindedir o aralar.
Kabul edersiniz ki bu, insanı son derece sinirli yapabilecek bir uğraştır.
Ve Wittgenstein açısından o günlerde ‘‘Ne kadar da güzel bir ağaç’’ lafı, ne cümle yapısı olarak, ne de içerdiğini iddia ettiği anlam açısından katiyen ‘‘mantıki’’ değildi sevgili okurlar.
Şimdi lütfen bunları yazıyorum diye bana kızmayın. Ben sadece tarihi bir olayı anlatıyorum. Bana mesajlar geçip ‘‘Ne kadar da güzel bir ağaç’’ lafı çok da mantıkidir filan diye yazmayın Allah aşkına.
Bu konuda muhatabınız Wittgenstein olmalı ve sizi temin ediyorum ki adam hayatta olsaydı bile bu türden mektuplarınıza katiyen cevap vermezdi. Üstüne üstlük size sinirlenirdi, bunu da bilin yani.
İşte bütün bu nedenlerden dolayı Wittgenstein, ağaç hakkındaki yorumu duyar duymaz yarı çılgınlık geçirmeye başlamış ve ağlama krizlerine ittiği genç kadının balayını da mahvetmekte bir sakınca görmemiştir.
Keynes'in bütün bu olaylar yaşanırken nasıl bir tavır aldığı konusunda net bir bilgi yok, ama benim tahminin, onun bütün bu olay boyunca tamamen sessiz kalmayı tercih ettiği yolundadır.
Çünkü 1- O da muhtemelen ‘‘Ne kadar da güzel bir ağaç’’ lafının temelde bilimsel açıdan mantıksız olduğunu düşünmekteydi. 2- Ve daha da önemlisi, kendisine karşı çıkanlara şömine maşasıyla vurma tehditleriyle ünlü olan Wittgenstein'dan o da korkmaktaydı.
* * *
Bu yazıdan çıkaracağımız ders bence şu: Eğer eve tanımadığınız bir misafir çağıracaksanız, onun yaşamını daha önceden biraz incelemenizde yarar var.
Örneğin Keynes'in yeni eşi, Wittgenstein ile karşılaşmadan önce onun hayatta neler yapmış olduğuna bir bakmayı akıl etseydi...
Ünlü filozofun daha önce de Amerika'ya yaptığı bir gezide, Bayan Joan Bevan'ın kendisine ‘‘Amerika'da bulunduğunuz için ne kadar da şanslısınız’’ diye konuşması üzerine ona da saldırmış olduğunu, ‘‘Şanslı demekle neyi kastediyorsun’’ diyerek avazı çıktığı kadar bağırdığını ve zor kontrol altına alındığını öğrenir ve ağaç konusunda o şekilde katiyen konuşmazdı o gün.
Neyse olan olmuş artık ve bana sorarsanız, son analizde Wittgenstein sinirlenmekte kesinlikle haklıydı, bilmem anlatabiliyor muyum?
Yazının Devamını Oku