9 Haziran 2002
<B>İNSANLARIN </B>televizyonu reklamları atlayarak seyretmeleri konusunda yıllardır çalışmalar yapılıyordu. Özellikle video kayıt cihazının piyasaya sürüldüğü dönemde bu cihazın reklamların sonunu getireceği; çünkü izleyicilerin sevdikleri programları kaydedip bunları daha sonra reklamları atlayarak seyredecekleri düşünülmüştü.
Uzaktan kumanda aletinin de reklamların sonunu getireceği ifade ediliyordu.
İnsanların bir programı izlerken reklam başladığı anda başka kanala geçme gücünü kullanacakları, bunun da reklam sektörünü öldüreceği vurgulanıyordu.
Bu iki tahmin de doğru çıkmadı.
Reklam sektörü, teknolojik gelişmelere ayak uydururken televizyon programcıları da birtakım stratejik kararlar alarak gelişmelere uyum sağladılar.
Örneğin, bugün siz Amerika'da akşam 18.30 haberlerini seyrederken, haber izlediğiniz kanalda reklam başladığında aynı anda haber vermeye başlayan üç kanaldan bir başkasına atlama yapmaya çalışırsanız o kanalda da büyük ihtimalle o anda reklam olduğunu görme ihtimaliniz büyüktür.
Ben bunun bir tesadüf olduğuna inanmıyorum ama alınmış olan ortak bir karar konusunda elimde de bir belge yok, eğer bunu soracak olursanız.
*
Ancak son bir gelişme var ve televizyon programcıları ile reklam sektörünü bu gelişme çok korkutmuş durumda.
Daha önceki teknolojik gelişmelere ayak uydurmuş olan sektörün yapacağı bir şey olmadığı yoğun olarak yazılıyor ve konuşuluyor, gerek basında gerek de radyolarda.
Bu kez de insanlara reklamları atlayarak televizyon programı seyretme imkánı veren bir teknolojik gelişme söz konusu.
Ancak bu kez olayı çok daha önemli yapan bir boyutu var işin. Bu kez dijital teknolojiyi kullanarak televizyonunuzda istediğiniz programı istediğiniz anda ve reklamları tamamen silmiş olarak kesintisiz izleme imkánınız var.
Şu anda piyasada satılmakta olan yeni teknoloji ürünü televizyonlarda çok basit bazı komutları yazarak hangi şovu ne zaman, nasıl izlemek istediğinizi bildiriyorsunuz ve istediğiniz saatte programınız sizi hazır halde bekliyor.
Başka şeyler de yapabiliyorsunuz. Örneğin, diyelim ki Tom Cruise hayranısınız. Televizyonunuza ‘‘Bana bir ay içinde tüm kanallarda oynatılması planlanan Tom Cruise filmlerini bul, bu filmlerden reklamları çıkart ve bu filmleri aşağıda belirteceğim tarihlerde bana oynat’’ komutunu da vermeniz mümkün artık.
*
Anlayacağınız, reklam sektörüne yönelik çok daha ciddi bir tehlike söz konusu.
Reklam sektörü de bu konuda ne yapabileceğini düşünüyor gayet tabii ki.
Bu defa video kayıt cihazı veya uzaktan kumanda aleti durumlarında olduğu gibi tehlikeyi bazı kolay manevralarla atlatma imkánı olmadığı konusunda uzmanlar ve sektör temsilcileri hemfikirler.
Artık alışıldığı anlamda program yayıncılığının sonu geldiğine inanılıyor. Yani diyelim ki bir saatlik dizi var, dizi 15'er dakikalık bölümlere ayrılmış ve her 15 dakika sonunda üç dakikalık reklam bandı girecek.
Bu düzen çökmek üzere artık; çünkü seyirci o üç dakikalık reklam bandını tamamen silmeye hazır teknolojiyi elinde tutuyor.
İzleme saatlerini de kendisi düzenleyecek üstelik.
Peki ama ne yapılacak?
Reklam sektöründe tartışılan ve üzerinde anlaşma sağlanması büyük ihtimal olarak ortaya çıkan fikir şu:
Bundan böyle reklamlar televizyon dizilerinin, şovlarının ve filmlerinin içine yayılacak.
Yani reklama programda kesinti yapılarak girilmeyecek, ama reklam programın doğal akışı içinde yapılacak.
Örneğin, dizi kahramanı bir araba kullanıyorsa bunun markası ve özellikleri bir şekilde program içinde vurgulanacak, şov esnasında oyuncular kola içerlerse bunun da markası vurgulanacak, falan filan.
İçerik ile reklam ayrımı tamamen ortadan kalkmak üzere anlayacağınız.
Haberlerde bunun nasıl çözüleceğini bilemiyorum ama orada da alışılmış editoryal içerik ile reklam ayrımı çok büyük ve radikal değişim geçirmek zorunda gibi geliyor bana.
Reklam sektörü ve ona bağımlı olan televizyon kanalları, bu şekilde yeni teknolojinin elinden reklamları silme gücünün nasıl alınacağını haklı olarak düşünüyorlar gayet tabii ki.
Peki ama bu şekilde reklamların yedirilmiş olduğu diziler ve programlar kalitede bir düşüşe yol açar mı?
Buna otomatik olarak akla ilk gelen cevabı vermek yerine olacakları izlemek gerekiyor; çünkü kaliteyi düşürmemek zorundalar, yaşamaları buna bağlı ve şu aralar reklam ve medya dünyasının en önemli beyinleri bu işi nasıl kıvırırız diye uğraşmaktalar.
Ben başarılı olacaklarına inanıyorum; çünkü var olmak için başarmak zorundalar.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2002
<B>NEW </B>York'ta metro trenine bindim. Üçüncü istasyonda trene, bir zamanlar kendilerine <B>Martin Luther King </B>tarafından eşit özgürlükler istenen ırka ait olan bir grup insan bindi. Hayvanat bahçesindeki orangutanları geziye çıkarsanız, onlar trene daha sessiz ve sakin binmeyi başarırlardı.
Yaşları 15 ile 25 arasında değiştiğini tahmin ettiğim bu kadınlar ise bağırarak konuşmak, iki cümlede bir mutlaka küfretmek ve tamamen lüzumsuz bir şekilde kahkahalar atarak gülmek zorundalar.
Çünkü eğitim görmemişler, anne ve babaları onlara topluma açık yerde nasıl davranılması gerektiğini anlatmamış.
Bebek arabalarını trenin ortasına koydular ve kendi aralarında eğlenirlerken, onları da unuttular. Azgelişmiş insanların çocuk yaşta bebek yapma ádetine bunlar da uymuş ve o bebekler arabalarında tam anlamıyla ulumaya başlamışlarken ‘‘anne’’ olmanın gereklerini idrak etmiş herhangi bir kişi de bulunmadığından etrafta, bunlara ‘‘Sus çocuğum, derdin nedir?’’ diyen yok gayet tabii ki.
Bu arada tren hareket ettiğinden, bebek arabaları da sağa sola kayıyor, ama üremeyi başarmış olan çocuk anneler için bu pek problem ifade etmiyor.
Ne olacak yani, araba devrilip bebek ölse de problem olmaz; çünkü nasıl olsa yakında bir bebek daha yapacaklar, sonra bir tane daha, bir tane daha ve sonuçta bebeklerin dört veya beş olmasının teorik açıdan pek de önemi yok onlar için.
Sonra çocuk annelerden bir tanesi sigara içmeye başladı. İlkel insanlar yasak olanı yaptıklarında kendilerini özgürleşmiş sanırlar ve bu gruptaki 10 kadından sekizi büyük ihtimalle önümüzdeki beş yıl içinde minimum 15 yıl hapis cezası almış olarak hapse girmiş olacaklarından, varsın bildikleri gibi davransınlar bakalım.
* * *
İlk durakta kendimi dışarıya attım ve yan vagona geçtim. Orada beni hoş bir sürpriz bekliyordu. İki Arap bayan kendi arasında sohbet ediyordu. Bu arada Amerika'da kuş yemi olarak satılmakta olan çekirdek torbalarını da yanlarına almışlardı.
Bu iki kadın büyük ihtimalle çekirdek çitleme konusunda birer dünya rekortmeniydiler; çünkü 47 yaşındayım ve ben bugüne kadar bu kadar hızlı ve bu kadar gürültülü şekilde çekirdek çitleyebilen insana rastlamadım.
Düşünün ki o ‘‘çit çit çit’’ sesi New York metro treninin çıkardığı abuk sesleri bile bastırabilecek düzeydeydi.
Onlara çekirdek kabuğunu yere atmanın yanlış olduğunu anlatmak boşuna bir çaba olacaktı; çünkü bunu anlamaları için gen tedavisinden geçirilip ırklarını değiştirmek gerekiyordu. Bu da sırf tren kirlenmesin diye yapılamayacak kadar masraflı ve uzun sürecek bir tedavi olduğundan onları da kendi hallerine bırakmak gerektiğine karar verdim.
* * *
FBI'a bir tavsiyem var. New York'ta sokakta kimin Ortadoğulu olduğunu anlamanın en sağlam yolu, bir ajanın sokakta köpeğini gezdirmesidir.
Sokakta kim köpekten korkup da yana çekilirse, bilin ki o Ortadoğuludur ve büyük ihtimalle de illegaldir.
İnanılacak gibi değil. Bu yörenin insanları dışındaki insanlar köpeğe sevgiyle yaklaşıyor, çocuklarını köpek sevgisine teşvik ediyor, bunlar ise kendi halinde gezdirilen köpeği kırk metre uzaktan gördüklerinde bile suratları değişiyor.
Geleceğim nokta ise şu: Bir akşam, köpeği sakin bir şekilde gezdirirken bunların dükkánlarının önünden geçtiğim anda, eciş büçüş bir adam önümde beliriverdi. Bana bağırmaya başladı. Anladığım kadarıyla köpeğin onun dükkánının bulunduğu sokakta yürütülmesine itiraz ediyordu.
Tarihini incelemiş olduğum için gayet iyi bildiğim bir şeyi yaptım ve ona bir Brooklyn muamelesi çektim.
Köpeğimin tuvaletinin kendi dükkánından, köpeğin kendisinin ise sülalesinin bütün fertlerinden çok daha temiz olduğunu, çünkü köpeğin en azından ayda bir bile olsa yıkandığını ve eğer herkese açık olan sokakta köpek gezdirilmesini istemiyorsa s....r olup kendi memleketine dönmesi gerektiğini, bu dediklerime itirazı varsa itirazını münasip bir yerine sokabileceğini, çünkü büyük ihtimalle ırkçı olduğuna inandığım köpeğimin de o anda kendisini ısırmak için komut beklemekte olduğunu, köpek kendisini şuracıkta gebertse bunun haber bile olmayacağını, köpeğin Amerika'da kahraman ilan edileceğini ve kendi leşinin de büyük ihtimalle yerde kalacağını, çünkü kendisine saygısı bulunan hiçbir çöpçünün bu leşi temizlemeyeceğini anlattım ona. Anladı mı bilmiyorum ama şimdi yeni bir hobim oldu.
Ve sevgili okurlar, medeniyet çatışması yok diyen teorisyenler var ya, siz siz olun onlara sakın inanmayın, olur mu?
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2002
<B>EN </B>son haber Kenya'dan geldi 11 Eylül saldırısını birazcık geç de olsa sonunda nihayet öğrenen Masai Mara kabilesi, saldırıda ölenlerin ailelerine yardımda bulunmaya karar vermiş. Ve tam tamına 15 adet ineği New York'a gönderilmek üzere bağışlama kararı almışlar.
Kabile üyeleri, terör kurbanlarının ailelerine nasıl yardım edebilecekleri konusunda uzunca düşünmüşler, nihai kararı almadan önce.
Kenya'da kabile geleneklerine göre, bir insanın başka bir insana değer verdiğini gösterecek ve ona bağışlayabileceğiniz üç tür mal varmış:
Çocuk, toprak ve inek.
Sonunda, uzun düşünmelerden sonra 15 çocuk değil de inekleri vererek işi çözmüşler.
* * *
Görüyorsunuz değil mi, 11 Eylül saldırısından sonra bizdeki 28 Şubat sürecinin globalleşeceğini söyleyenler nasıl da haklı çıktılar.
Olaylardan ancak 9 ay sonra haberdar olabilen kabileler bile bir şekilde ABD'den yana tavır alıyorlar inek filan bağışlayarak.
Aslında Masai Mara kabilesinin 28 Şubat sürecine olumlu bakacağı bundan altı yıl öncesinde bile belli olmuştu.
Kabile üyeleri 1995 yılında Ertuğrul Özkök ile tanıştılar.
Özkök, yanına birkaç Hürriyet çalışanı ve kalabalık bir reklam şirketi yöneticisi grubunu alarak Masai Mara kabilesini ziyaret etti.
Masai Mara'ın üst düzey yöneticileri o gün tam kadro oradaydılar.
Ertuğrul Özkök, Rudyard Kipling gibi giyinmişti.
Tavırları da Kipling'den alınmış gibiydi. Kendisine oracıkta toprak hediye edilseydi, kesin olarak Kenya'da kalıp, acımasız bir ‘‘hacienda’’ işletmesinin başına geçermiş gibi davranıyordu.
Ancak ne yazık ki yurtdışında sürekli kalmasına yol açacak böylesine bir gelişme olmadı.
Bunun yerine başka perde arkası gelişmeler yaşandı.
Masai Mara kabilesi, kendilerine gülümseyerek bakmakta olan Ertuğrul Özkök'ün önünde aniden zıplamaya başladılar.
Öyle böyle zıplama değil ama, görseniz şaşardınız. Ben de oradaydım, ağzım açık kalakaldım adamlara bakarken.
Ve işte o anda olanlar oldu; Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni'nin o ana kadar gizli kalmış bir yeteneği daha ortaya çıktı.
Ve Ertuğrul Özkök de zıplamaya başladı.
Üstelik hepsinden de fazla zıplıyordu. NBA'da oynuyor olsaydı pota altında zıpladığı takdirde direkt olarak potanın içinden geçip öte tarafa bile düşebilirdi.
Masai Mara kabilesi üst yönetiminin hayatta en önem verdikleri yetenekleri, bir anda Rudyard Kipling kılıklı tuhaf beyaz adam tarafından ellerinden alınmıştı.
* * *
Anında genel yayın yönetmenine birçok çocuk bağışlamak istediler, saygı ve sevgilerini göstermek için.
Allah'tan o bu hediyeyi reddetti.
Allah'tan diyorum; çünkü düşünsenize sonuç itibarıyla Hürriyet Gazetesi'nde 10 küsur kadar zencinin durmadan koşup oynaması ve genel yayın yönetmeni koridordan her geçtiğinde ona ‘‘baba baba’’ diye sesleniyor olmaları, son derece sinir bozucu bir şey olurdu.
Bunun üzerine kabile üyeleri ona toprak vermek istediler. İlla Türkiye'ye dönüp bizi rahat bırakmamak zorunda olduğu için, yabancı ellerde kalıcı olmasına yol açacak bu öneriyi de reddetti.
Ben işte o anda Masai Mara ziyareti boyunca ilk ve son kez ağzımı açtım ve ‘‘Sayın genel yayın yönetmeni, kararınızı bir daha düşünün. Bakın buraya Güney Afrika şaraplarını da yollatabiliriz’’ dedimse de bunu bile göz önüne almadı.
İnek hediyesini ise zaten prensip itibarıyla kabul etmedi.
Canlı inek ona köylülüğü çağrıştırıyor, ineklerle ancak bonfile şeklinde olduklarında muhatap olmayı kabul ediyor.
* * *
Üç hediye de ellerinde kalınca Masai Mara kabilesi hafiften bozuk attı gayet tabii ki.
Ancak bütün bunlardan sonra o günden bu yana lakabı ‘‘Heart of Darkness’’ olan genel yayın yönetmeni, son derece tuhaf bir şey yaptı. Kabile üyelerini yanına çağırdı, taktik veren basketbol koçu gibi onları etrafına topladı ve bir süre konuştu.
Konuşması bittiğinde kabile üyeleri tekrar gülerek zıplamaya başladılar; genel yayın yönetmeni ise mutlu bir ifadeyle yanımıza geldi.
Biz o zamanlar ne olduğunu anlayamamıştık.
Olaydan altı yıl geçti. Masai Mara bile 9 ay gecikmeyle de olsa 11 Eylül katliamını kınayınca anladım ki, işte o gün kabile üyeleri 28 Şubat sürecine aktif olarak dahil edilmişti. Genel yayın yönetmeni kısacık konuşmayla bile onları ikna edivermişti.
Komplo teorileri kurup duranlar haklılar, bu dünyada gerçekten gizli bir yönetici eliti var.
Bilmem anlatabiliyor muyum, HAKUNA MATATA!
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2002
<B>ERTUĞRUL Özkök </B>dünkü yazısında, <B>Ecevit'</B>e bakan doktorların gerçekten hastanın ihtiyacı olan konularda uzmanlıkları olup olmadığını irdeledi. Görünen o ki, hastanın gerçekten ihtiyacı olan tedaviyi sağlayabilecek uzmanlık, o kıymetli doktorlarda bulunmuyor.
Bu gelinen nokta çok doğal; çünkü meseleyi hastanın ne olursa olsun ayakta tutulması ve sanki sağlıklıymış gibi davranması olarak koyarsanız, uzmanlık dallarının ne olduğunun da pek önemi kalmıyor sonuç itibarıyla.
Hastanın neden ayakta tutulması gerektiği ise bir devlet kararı. Bunun uygulanmasında hepimiz vazife aldık ve dünyada ilk kez göz göre göre bir insanın kendi yaşamını tahrip etmesine, ulusal çıkarlar için göz yumulması gibi tuhaf bir olayla karşı karşıyayız uzun süredir.
Bakın dün Hasan Cemal son derece acıklı bir olayı yazdı ilk kez.
2 yıl önce Başbakan Ecevit ile uçakta ülkeye dönerlerken, Can Dündar bir kitap imzalatmak için Ecevit'in yanına gitmiş.
Sayın Başbakan iki kez elinde kalem olmadığı halde kitabı imzalamaya çalışmış, ancak Rahşan Hanım onu ikaz edip de kalemi eline tutuşturunca kitabı gerçekten imzalamayı başarmış.
Düşünün, iki yıl önce durum böyleydi.
Ne yazık ki sürekli ilerleyen, ilerleme hızı düşürülse bile durdurulamayan bir hastalıkla karşı karşıya olunduğundan, 2 yıl önce o durumda olan hastanın şimdiki durumunu tahmin edebilirsiniz.
* * *
Şimdi ben gazetecilik şapkamı bir yana koyuyorum; çünkü Ecevit'in durumu söz konusu olduğunda o şapka fazla bir işe yaramadı geçtiğimiz yıllarda.
Kimse alınmasın bu lafımdan, herkese iğne batırırken kendime de çuvaldızı batırıyorum. Ben de biliyordum olan biteni, o uçakta yaşananlar gibi daha kaç tane vahim olayı duydum ve ne yazık ki gerektiği kadar itirazımı yükseltmedim.
O şapka geçtiğimiz dönemde yara aldı, bunu bilelim. İtiraf edelim ki, kendimizi düzeltelim derim ama şimdi konu bu değil.
Gazetecilik şapkasını bir yana koyup vatandaş olarak şunu sormak herhalde hakkım:
İki yıl önce sanki elinde kalem varmış gibi kitap imzalamaya çalışan bir Başbakan, acaba o günden bu yana hangi devlet belgesine hangi imzaları attığının farkında mı?
Her attığı imza konusunda bilinçli mi?
Eline kalem tutuşturulduğunda imzasını atıyorsa, o kalemi tutuşturanlar mı yönetecek beni, yoksa resmen yönettiğini söyleyenler mi?
Veya Başbakan imzaladığını sandığı bazı belgeleri aslında imzalamadı da öyle mi zannediyor?
Nasıl güveneceğim kimin ne yaptığına?
Böyle şey olur mu? Burası Türkiye Cumhuriyeti yahu, yani insaf artık, bu rezalete son verilmesi gerekmiyor mu?
Madem Hasan Cemal, Başbakan ile ilgili olarak bizlerin arasında uzun süredir var olan centilmenlik anlaşmasını çok da haklı olarak ve çok da iyi yaparak bozdu dünkü yazısında, ben herkesi, bildiklerini açıklamaya davet ediyorum bu konuda.
Çünkü söz konusu olan şey bir hastanın durumu değil artık. Ulusal güvenliğimiz ve daha da önemlisi çocukların geleceği söz konusu.
Birilerinin bu acıklı olaya devlet ciddiyeti içinde müdahale etmesi gerekiyor.
* * *
Şu doktor gelmiş, bu doktor şunu söylemiş, o doktor acaba uygun muymuş?
Bunlar konuşulsun da, Sayın Ecevit'in ve eşinin psikolojik yardıma ihtiyaçları olduğunu büyük bir samimiyetle düşünmekteyim.
Yaşama karşı aldıkları tavırlar maalesef normal değil.
Gerçek yaşamdan sanki korkuyorlarmış gibiler. Her insana şüpheyle yaklaşıyorlar, onlara göre kendileri dışında her insan potansiyel zararlı olduğundan da gerektiğinde bireysel ilişkilerinde korkunç derecede acımasızlar.
Hayatın her alanını kafa kafaya verdiklerinde düzenleyip şekillendirebileceklerini sanıyorlar, her konuda planları var ve bu konuda farklı fikir de duymak istemiyorlar.
Dünyanın gelişimini, zamanın akışını, yaşamı bir noktada kendi dar özel alanları içinde dondurma kararı almışlar ve bunun da gerçekten olabileceğine samimi olarak inanıyorlar.
Görülenlerden teşhis de kendiliğinden çıkıyor ama ben bu konuda uzman değilim, uzmanlar el atmalı bu konuya. Sadece şunu söyleyeyim ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin bu ruh haline sahip insanlar tarafından, bu şekilde yönetilebileceği yolundaki, figüranı pek de bol olan oyunun sonuna gelindiği için şanslıyız.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2002
<B>MÜTHİŞ</B> haber, Newsweek Dergisi'nin dün Amerika'da satışa sunulan sayısında yer aldı. Haberin çıkacağı 24 saat önceden belli başlı internet sitelerinde, detaylı biçimde duyuruldu. New York Times ve New York Post gazeteleri başta olmak üzere tüm gazetelerde haber birinci sayfadan görüldü.
Haber şu:
Anlaşılıyor ki Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), 11 Eylül günü kaçırılan uçaklarda yer alan teröristlerden iki tanesini olaydan çok önce takibe almış.
O gün Pentagon'a çakılan uçakta yer alan bu iki isim, olaydan aylarca önceden başlanarak adım adım takip edilmiş.
Malezya'da El Kaide örgütünün yaptığı gizli ‘‘terör zirvesini’’ izleyen CIA, o zirveye katılan iki kişinin ne zaman tekrar ABD'ye giriş yaptıklarını, ABD'de hangi şehirlerde yaşadıklarını, kimlerle görüştüklerini, nasıl yaşadıklarını, nerelere paralar harcadıklarını en ince detayına kadar biliyormuş.
Şimdi sıkı durun.
CIA bütün bu bilgileri ABD'nin iç güvenliğinden sorumlu olan FBI'a aktarmamış.
Yani 11 Eylül saldırısını düzenledikleri söylenen teröristlerin tümünü birden daha işin başındayken yakalama fırsatı varken, CIA onların yerlerini tek tek tespit etmişken, bu bir nedenden dolayı yapılmamış.
* * *
Sevgili okurlar.
O korkunç eylül ayından bu yana 9 ay geçti.
Sekizinci ayın sonu itibarıyla olağanüstü haberler birbiri ardına gelmeye başladı.
Neredeyse tüm mayıs ayının ikinci yarısı boyunca Amerika, FBI'ın elindeki bilgileri neden kullanmadığını; terörist olabilecekleri şüphesiyle takibe alınmış olan ve daha sonra 11 Eylül'ü gerçekleştirdikleri söylenen kişiler hakkında yazılmış olan raporların FBI'ın merkezinde neden göz önüne alınmadığını; profesyonel olmayan bir insanın bile, onların o zaman elinde olan bilgilere bakıp 2 kere 2 dört eder diyebileceği halde, FBI'ın bu bilgilerden neden sonuç çıkaramadığını tartıştı durdu.
* * *
Bu iş pis kokuyor. Bunu baştan beri söylüyorum.
Kiminize bu bilgilerin, olayın üstünden dokuz ay kadar bir zaman geçmesinden sonra ortaya çıkması da tuhaf gelebilir.
Arada geçen zamanı uzun bulabilirsiniz.
Ancak ben bu bilgilerin ortaya bu kadar erken çıkacağını tahmin etmiyordum.
Çünkü sevgili okurlar, bu bilgiler ABD'de olağanüstü bir durumun yaşanmakta olduğunu gösteriyor.
11 Eylül olayı, medeniyet tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu özellikle Batı medyası tarafından böyle sunuldu ve bence de öyleydi.
Başlarda bu iş bir yöne çekiliyordu. Resmen savaşta olduğunu deklare eden ABD'de yönetimin yaptıkları sorgulanmıyordu.
Şimdi ise müthiş bir sorgulama başladı. İstihbarat birimlerinin her biri, diğeri aleyhine kullanılabilecek bilgileri basına birbiri ardına sızdırıyor.
* * *
Bu iş Amerika içinde önemli, hatta radikal değişimlere yol açabilecek kadar önemli.
Bunların tek tek ortaya çıkarılacağına, bunu da Amerikan basınının yapacağına ben hep inanmıştım. Şimdi düğmeye basıldı, bakalım iş nereye kadar gidecek?
Yazının başlığını ‘‘Kimse ilgilenir mi ki?’’ diye attım; çünkü uzaklardan gelen bu tür haberlere pek sıcak bakılmıyor toplumda.
Ancak 11 Eylül, Türkiye'de başlatılan 28 Şubat sürecinin globalleştirilmesi sonucunu doğurdu.
Bunun varlığını kimse kabul etmese de, global düzeyde bir medeniyetler çatışması başlatıldı.
Dolayısıyla bunun öncülüğünü yapan ABD'de çıkan bu tür haberlerin gerçekten çok önemli olduğunu, şimdi olmasa da çok kısa süre sonra kesinlikle göreceğiz, görmek zorunda kalacağız.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2002
<B>BENİM </B>annem Parkinson hastalığının neden olduğu komplikasyonlar nedeniyle vefat etti. Parkinson hastalarına özgü olan o duruşu, bakışı ve hareketlerdeki değişikliği ailece hep birlikte yaşadık vakti zamanında.
Dolayısıyla Başbakan Ecevit'in bu hastalığa yakalanmış olduğunu ‘‘en azından’’ bir buçuk yıl önceden görmemek mümkün değildi.
Televizyondaki bütün görüntüler net olarak bu hastalığın sinyalini veriyordu.
*
Medyada herkes biliyordu Başbakan'ın hasta olduğunu, hastalığının nasıl ilerlemekte olduğunu.
Kendi aramızdaki sohbetlerde bu konu konuşuluyordu.
Saygısızlıktan değil ama mesleki deformasyondan kaynaklanan nedenlerden dolayı Başbakan'ın durumu ile ilgili komik hikáyeler de anlatılıyordu kendi aramızda. Şöyle yapmış, böyle yapmış, şunlar olmuş, konuşup gülümsüyorduk o zamanlar.
Üstelik olan bitenlerden bazıları da şahitliydi.
En azından son bir yıldır durum böyleydi yani.
*
11 ay kadar önce, teknokratlar hükümeti konusu tartışılırken ‘‘Başbakan Ecevit'in sağlığı artık ulusal güvenlik sorunu olmaya başlamıştır’’ diye yazmışım.
Bu aslında sadece benim değil, o tartışma sürerken benimle konuşan her insanın da ortak fikriydi.
O dönemde konuştuğum insanlar arasında çok sayıda DSP milletvekili de vardı, onlar da aynı şeyi düşünüyorlardı ama tabii ‘‘yazılmamak kaydıyla’’ söylüyorlardı bunu.
DSP'liler o zamanlar ‘‘Evet hasta ama zihinsel kapasitesi eksiksiz çalışıyor’’ diyorlardı en azından o dönemde.
Ancak benim bildiğim gazetecilerden bir tanesi bile Başbakan ile ilgili konuşurken DSP'lilerin getirdiği türden bir açıklamayı getirme ihtiyacını hissetmiyordu. Yani onların kişisel, gazetelere yansımayan düşüncelerine göre Başbakan'ın durumu bayağı vahimdi.
*
En azından bir yıldır durum böyleydi memlekette.
Bu arada Başbakan Ecevit'in tavrı da ilginçti.
O tavrı çok tartışmamız, incelememiz, hakkında laf etmemiz gerekiyor ama korkarım tarihin bizden bekleyeceği bu değerlendirmeyi de yapmayacağız, çünkü bu kez de ‘‘Hasta insan hakkında laf edilmez’’ tavrı yayılmaya başlandı.
İyi ama olan bitenler Başbakan Ecevit'in karakterinden kaynaklanan hatayı görmemizi engellememeli bence.
Ecevit hastalığını biliyordu gayet tabii ki. İşlerin böyle gitmeyeceğini, bazı adımlar atması gerektiğini, memleket sevgisinin böyle anlarda ortaya çıkacağını, kendi partisinde düzenli bir geçiş sağlamanın kendi görevi olduğunu ‘‘en azından’’ bir yıldır biliyordu.
Ama yapmadı bunu.
Ecevit kendisinden ve eşinden başka dünyada hiçbir insana güvenmiyormuş izlenimini veriyor.
Hatta kendisi ve eşi dışında kimseyi sevmiyormuş gibi de davranıyor hep.
Dünya tarihindeki liderlere bakın, Ecevit gibi topluma karşı tavır koymuş tek bir lider göremezsiniz.
Faşist liderlerde bile olmayan bir ruh hali içinde Bülent Ecevit ve bu sadece son dönemde değil, yıllardır böyle.
Kendisi ve eşi dışındaki herkesi potansiyel zararlı olarak gören bir ruh yapısı var ortada ve size bir şey söyleyeyim mi, bu ruh yapısı da aslında gazetecilerin özel sohbetlerine konu olup durur yıllardır.
Son derece ürkütücü bir ruh hali bu. Kimseye güvenmiyor, kimseyi kendi koltuğuna layık görmüyor, kimsenin yeteneğine saygı duymuyor, hep böyle davranıyor, kimseye yol açmıyor, kimsenin elinden tutmuyor, eleştiriye tahammülsüz, kendi fikri dışında fikirleri duymak bile istemeyen, aksi fikri savunanı kolaylıkla ezebilecek bir ruh hali var ortada.
Ama iş konuşmaya gelince sanki bütün bunları o yapmıyormuş gibi laflar ediyor, hep saygılı hep sevgi dolu laflarında Sayın Ecevit.
*
Anlayacağınız sevgili okurlar, ortada büyük bir yalan var, yıllardır oynanıyor bu ve bana sorarsanız açıkça söylemek gerekirse Türkiye'nin neden böyle bir duruma layık olduğunu ben bilmiyorum.
Başbakan o ruh durumu, o totaliter karakteri nedeniyle Türkiye gibi bir ülkenin siyasi sürecini ancak bir muz cumhuriyetlerinde olabilecek siyasi süreçlere benzetti.
Gazetelerde ise iki yıldır bilinip de söylenmeyen şimdi tartışılıyor. Başbakan hasta, artık çekilmeli diyorlar.
Ha, bu arada da ne olursa olsun Başbakan saçını boyamayı ihmal etmiyor.
Tek istikrarlı şey bu memleketin siyasetinde.
Kaybedilmiş olan gençliğin güzel anılarıyla yaşamak varken, o gençlik hálá daha varmış gibi davranarak aslında kendi fiziğine karşı da tavır koyuyor Bülent Ecevit.
Son iki yıldır Türkiye'ye büyük ayıp yapıldı, üstelik bunun suçlusu da kolayca bulunamayacak, çünkü oyunun oyuncularının sayısı son derece fazla.
Ne kadar çok şey kaybettiğimizi, ne kadar vaktin ziyan olduğunu önümüzdeki yıllarda net olarak göreceğiz gayet tabii ki.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2002
KAPİTALİZMİN post-modernizm aşamasını geçirmekte olduğu ülkelerde, büyük şehirlerde yaşamakta olan küçük burjuvaların saçmalamaları artık haddini aşmaya başladı. Bazen öyle şeyler yapıyor ki bu kitleler, vatandaşı oldukları ülkelere ‘‘gelişmiş’’ kapitalist ülke demek insanın içinden bile gelmiyor. Had safhada sıkılıyor olmalılar hayatlarından ve bu sıkıntıyı aşmak için hemen her gün yeni bir tuhaflığa sarılarak günü kurtarmaya çalışıyorlar.
Bence son olarak attıkları adımla da sıkıntıdan delirme noktasına gelmekte olduklarını ispat etmiş oldular.
*
Sevgili okurlar, şu anda New York'ta bir İsveç romanı pek popüler. Hjalmar Soderberg diye birisinin yazdığı bu roman ‘‘The Serious Game’’ adıyla İngilizce'ye çevrilmiş, satılıyor kitapçılarda.
Gayet tabii ki konu aşk ve aldatma üzerine.
İsveçlilerin adetidir, kendi ülkelerinde katiyen sorun olmayan bu iki konu üzerine binlerce sayfa yazı yazıp, metrelerce hatta kilometrelerce uzunlukta filmler çekerler. 19'uncu yüzyıl sonu ile 20'nci yüzyıl başında edebiyatta ‘‘aldatmanın romanının’’ yazılması modası vardı.
Fransızlar, İtalyanlar, hatta hisleri konusunda abartılı davranmayı ayıp sayan İngilizler bile bu konuda güzel romanlar ortaya çıkarmayı başarmışlardı, çünkü onların ülkesinde ‘‘seks ve aldatma’’ belirli bir heyecan yaratma şansına sahipti.
İskandinav ülkelerinde ne aşk ne seks ve gayet tabii ki ne de aldatma olayı toplumda birazcık olsun heyecan yaratmaktan acizdir ama buna rağmen meseleye en çok kafa yormakta olanlar da bu ülkelerden çıkar hiç durmadan.
Ingmar Bergman'ın filmlerini hatırlayınız.
Bunları hatırlamak çoğunuza büyük bir acı veriyor olsa da yine de hatırlayınız onları. Bergman sanat olsun diye yakın çekim çalıştı hep ve böylece seyirciler onun filmlerinde üç veya dört saat boyunca sürekli olarak beyazperdenin tümünü kaplayan kafaların çıkardığı tuhaf seslere bakmak zorunda kaldılar.
Ping pong maçı izlemeye benziyordu onun filmlerine bakmak. Bir o kafa perdeye geliyor sonra başkası beliriveriyor ve bunlar sürekli olarak seksten, aşktan, aldatmaktan bahsediyorlardı. Buna filmde bile dayanmak aşırı derecede zorken, bu tür bir şeyin bir de romanlarda denenmiş olması insanın asabını gerçekten bozuyor.
İsveç'te aşk, seks ve aldatma diye bir toplumsal mesele yok. Bütün bunlar rutin olarak var, herkes kafayı hiç takmadan ve sıkılarak yaşıyor bunları ve büyük ihtimalle de sanatçıların bu konuda neden roman yazıp, neden filmler çekmekte ısrarlı olduklarını dahası bütün bu ısrarların sonuçlarını başka ülkelerdeki insanların okuyup seyretmekte ısrarlı olduklarını da anlayamıyorlar büyük ihtimalle. Ama başta dediğim gibi can sıkıntısı işte, insana her şeyi yaptırabiliyor, her şeyi denetebiliyor.
*
Şimdi bahsi geçen konularda İsveçli bir insanın söyleyecek bir lafı neden olamayacağını size ispat edeceğim. Hem de sözünü ettiğim romandan küçük bir alıntı yaparak yapacağım bunu.
İşte romanın en romantik olma iddiasındaki anı.
Yıl 1897. Stokholm yakınlarındaki bir adada birkaç arkadaş buluşuyor. Bir avukat, bir noter (yeri gelmişken bunu da söylemeliyim, kahramanlarından bir tanesinin mesleğini noter yapmayı da ancak bir İsveçli düşünebilirdi), bir baron, bir ressam, ressamın genç kızı ve Arvid Stjarnblom adlı 22 yaşındaki genç adamdan oluşan bu kalabalık gece boyunca konuşup, şarkılar söylüyorlar.
Ve gayet tabii ki Arvid gecenin bir vaktinde ressamın genç kızıyla gizlice buluşuyor ıssız bir köşede.
Ve genç kız şöyle diyor ona: ‘‘Arvid, acaba seninle ben bir gün kendimize ortak bir küçük dünya yaratabilecek miyiz, ne dersin?’’
Ve Arvid ona şöyle cevap veriyor: ‘‘Olabilir, deneriz.’’
Arvid böyle konuşuyor çünkü İskandinav ülkelerinde romantizm ancak bu tür kelimelerle ifade ediliyor, başka türlüsünü bilmiyorlar.
Başka bir ülkede örneğin İtalya'da filan kadının açtığı konuşmaya erkek Arvid gibi cevap verseydi kadın büyük ihtimalle onu öldürürdü. Elini kana bulamak istemiyorsa da anında onu terk ederdi. Ama romanda bu olmuyor gayet tabii ki ve bir kadının hayatında duyabileceği en anti-romantik kelimelere muhatap olmasına rağmen onunla birlikte oluyor genç kız.
Roman o aşamadan sonra İskandinav arabeski şekline dönüşüyor ve daha da tahammül edilmez hal alıyor. Örneğin Arvid aradan 10 yıl geçtikten sonra ‘‘Acaba başım senin kucağındayken ölmek bana nasip olacak mı ki’’ diye konuşabiliyor, hem de aynı ressamın kızına söyleyebiliyor bunları falan filan.
Neyse konumuz bu roman değil, bu romanın New York gibi bir şehirde nasıl olup da satıldığı üzerine zaten.
Meseleye bu şekilde baktığımızda Mehmet Y. Yılmaz'ın aşk üzerine yazılarını derlediği kitabi İngilizce'ye çevirseler burada kesin olarak bir numara olur ve satış rekorları da kırar. Bu kesindir, bana inanmıyorsanız deneyin de görün bakalım.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2002
<b>ABD'</B>nin Ankara Büyükelçisi <B>Pearson'</B>ın <B>Mesut Yılmaz </B>ve <B>Kemal Derviş</B> ile yemek yiyip seçim de dahil önemli konuları masaya yatırması Washington'da olan bitenin sadece bir boyutuyla Ankara'ya yansıması olarak görülmeli. ‘‘Görünenin’’ dışında çok daha başka şeyler de oluyor ABD'nin başkentinde.
Washington'da ‘‘Türkiye'nin durumuna’’ anlamlı bir yapıcı müdahalenin nasıl yapılacağı konusu gündemde bugünlerde.
Ve Türkiye'deki perde arkasında yaşanan siyasi kavgayı daha net olarak algılayabilmek için ABD'nin başkentinde neler olup bittiğini, kavganın oraya nasıl yansıtıldığını da görmekte yarar var.
* * *
Türkiye'den kimlerin davet edileceği merakla beklenen Bilderberg Toplantısı bu yıl Washington'da yapılıyor.
Türkiye'den üç isim çağrıldı toplantıya: Kemal Derviş, Özdem Sanberk ve Koç Holding'in CEO'su Bülent Özaydınlı.
Neler konuşulduğu her zaman gizli tutulan toplantıya çağrılan isimlere bakılınca global süreçlerin etkin ve güçlü isimlerinin Türkiye'de Ecevit sonrası bir siyasi oluşumun nasıl olabileceği ve bu oluşumun ekonomik krizden çıkışa etkilerinin nasıl olacağını düşünme ihtiyacı içinde oldukları ortaya çıkıyor.
Türkiye'nin yakın geleceğinde Kemal Derviş'in çok daha etkili bir rol oynayacağı bence Bilderberg Toplantısı'nı düzenleyenlerin daveti ile daha da net ortaya çıktı ama asıl önemli nokta onun bu rolünün hangi çerçevede olacağında düğümleniyor.
O konuda henüz net bir tavır yok uluslararası çevrelerde, çünkü Kemal Derviş'in rolünün nasıl olacağını belirleyebilecek birkaç gelişme birden yaşanmakta.
* * *
Bir kere Mesut Yılmaz faktörü var Washington'da.
Çok emin kaynaklardan aldığım bir bilgiye göre Mesut Yılmaz, ABD Başkanı George Bush ile görüşme imkánını ciddi olarak araştırmaya başladı.
Bunun için ilginç bir aracı devreye sokulmuş durumda. ABD Başkanı George Bush'un kardeşi Florida valisi Jeb Bush'a ANAP liderinin Başkan Bush ile Washington'da görüşme talebi iletilmiş.
Onun da bu talebi kardeşine ilettiği bildiriliyor.
Bilderberg Toplantısı'nda ve toplantının yapıldığı Washington'daki Türkiye ile ilgili birimlerde bir Mesut Yılmaz- Kemal Derviş ortaklığının Türkiye'yi nasıl ve nerelere taşıyabileceği açıkça düşünülüyor.
Bu konuda Avrupa Birliği'ne üyelik konusu çok önem kazanıyor. Kemal Derviş'in ekonomiyi yönettiği bir ANAP hükümetinin Türkiye'yi Avrupa'ya taşımada en güçlü yöntem olacağı üzerinde fikir birliğine yakın bir durum var gibi Washington'da.
Açıkça söylemek gerekirse Mesut Yılmaz'ın Avrupa konusunda yaptığı siyasi çıkışlar sonrasında Washington'da ‘‘İsmail Cem’’ faktörü Türkiye'nin siyasi yakın geleceğini düşünmek zorunda olan çevrelerde oldukça geri plana itilmiş durumda.
Bir anlamda denilebilir ki Washington'daki çevrelerin gözünde Mesut Yılmaz Türk dış politikasının planlanması konusunda güvenirliğini Avrupa meselesine tam sahip çıkmasıyla sağladı.
* * *
Ne olup biteceği gayet tabii ki tam bilinemez ve tabii ki Türkiye sadece Washington'dan alınacak sinyallerle siyasi kararlar vermeyecek.
Ancak Washington'da son günlerde olan bitenlerden ortaya çıkan net sonuç ABD'nin Ecevit döneminin artık fiilen sona erdiğini gördüğü ve tavrını belirleyebilmek, pozisyonunu sağlam tutmak için arayışlara başladığıdır.
‘‘Seçim’’ lafı Amerikalı çevrelerce zaman zaman edilse de bu Amerikan yönetiminin üçüncü tercihidir.
Washington'da birinci tercih Kemal Derviş'in siyaseten de güçlü olduğu bir hükümet, ikinci tercih siyasi süreçlerin tam toparlanamaması, gereken uzlaşmaların sağlanamaması durumunda yine Kemal Derviş'in rolünün büyük olacağı, sorunlara teknik çözümler getirme gücü olan bir geçiş hükümeti, en son olarak üçüncü tercih ise seçime gidilmesidir.
Çünkü kim ne derse desin Amerikan yönetiminin 11 Eylül sonrasında siyasi İslamı referans alan partilere bakışı radikal biçimde değişmiştir ve eskiden ‘‘demokrasinin gereği’’ çerçevesinde kabul görebilecek bazı gelişmelere şu arada Washington'da fazla sıcak bakılmadığını söylemek de bence yanlış olmayacaktır.
Ve tabii ki Türkiye'de seçim bugün yapılsa ne olur konulu kamuoyu araştırmaları Washington'da da gayet ilgiyle okunmaktadır.
Yazının Devamını Oku