Serdar Turgut

Yazı yoluyla çoğunluklar oluşturmak

16 Temmuz 2002
BU memleketteki köşe yazarlarının yüzde 95'i zeki, çevik ve de akıllı sevgili okurlar. İnanın bu tespiti yapabilmiş olmak beni çok mutlu ediyor, medyada bunların çoğunlukta olması çok sevindirici gayet tabii ki. ‘‘Islak rüya’’ diye bir tabir vardır ya, hani rüyanızda elinizde olmadan tahrik olur da boşalırsınız, bizim medya fikir bildiricileri de son günlerde ‘‘siyasi ıslak rüyalar’’ görmeye başladılar.

Memlekette bir gerçek durum var, aslında hemen her şey net ama bizimkilere bu durumu kabul ettirmeniz katiyen mümkün değil!

Zira bizimkiler yazı yoluyla gerçekte var olmayan bir çoğunluğu var etme çabasına girmiş durumdalar.

‘‘Makul çoğunluklar’’, ‘‘çağdaş çoğunluklar’’, ‘‘sosyal demokrat çoğunluklar’’ var bunlara göre.

İster elinizi ister hangi uzvunuz olursa olsun onu sallayın bir çoğunluğa çarpacakmışsınız gibi intiba uyandırıyorlar yazılarında. Öylesine arttı son zamanlarda çoğunlukların sayısı.

‘‘Şu olursa bu olur, bu olmazsa şu da olmaz, ama şu ve şu olursa bu da olur’’ ana fikrinden yola çıkılarak yazı dünyalarında yeni koalisyonlar kuruluyor, yepyeni ve zaman zaman da hayretler uyandırıcı toplum kitleleri ortaya çıkarılıyor, yazıda yaratılan toplum kitleleri arasında işbirlikleri filan yaptırılıyor, hükümetler kuruluyor, iktidar ele geçiriliyor..

Müthiş yazılar bunlar temelde, inanın bana. Güçlü kalem olmalısınız bunları döktürmek için ve bunu alay edeyim diye de söylemiyorum yani.

Çünkü insanın gerçekte katiyen olmayan durumlarla ilgili bunlar sanki gerçekten varmışlar gibi yazılar yazması, yeni çoğunluklar falan oluşturabilmesi yazı mesleği açısından büyük başarıdır, bu da biline.

* * *

Bu tür yazılarda tek eksik olan yan ‘‘gerçekte var olan ve beklemekte bulunan çoğunluk’’.

George Orwell'in 1984 adlı romanındaki günün şartlarına göre her gün tarihi yeniden yazıp düzenleyen otorite gibi bizim yazarlarımız da yazı yoluyla bu var olan çoğunluğu ‘‘yeniden yorumlayıp’’ yok etmeye çalışıyorlar.

Bu konuda ne kadar fazla yazarlarsa, cümlelerini ne kadar iyi kurarlarsa ‘‘gerçek çoğunluğun’’ o kadar hızla ortadan kalkacağını düşünüyor meslektaşlar.

Mesela AKP diye bir partinin bu memlekette var olduğunu, bu partinin ilk seçimde iktidara geleceğinin hemen hemen kesin olduğunu bu arkadaşların yazılarını okurken anlamanız, çıkarsamanız mümkün değil.

Yazılarında kurdukları dünyada, koalisyonlarda, iktidar alternatiflerinde bu partiye de bir şekilde rol biçmeyi kesinlikle reddediyorlar.

Yazıları güçlü olduğu takdirde, gazete sayfasında oluşturdukları yeni partinin gerçekte güçlü olan partinin yerini almayı hakikaten başaracağını düşünüyor gibiler.

Ve sonuç itibarıyla iyi de oluyor bu şekilde davranmaları, bana inanın.

Çünkü bir düşünsenize; gerçekte var olan partiye de Türkiye'nin geleceğinde rol biçmeye kalksalar, o zaman o yazıları öyle kendi içinde tutarlı olamayacak, kurdukları senaryolarda kopukluklar yaşanacak, rahatsızlık verici düşüncelerle muhatap olmak zorunda kalacaklar, canları sıkılacak, lüzumsuz stresler olacak...

Kimse istemez bunu yani, çünkü bu insanlar Türk düşün yaşamının yetiştirmiş olduğu en müstesna beyinler ve biz onlara koklamaya bile kıyamayacağımız gül gibi yaklaşmalıyız, onlardan lüzumsuz beklentiler içine girerek onları üzmemeliyiz.

* * *

Bu arada ‘‘gerçekte var olan çoğunluğun’’ durumu da hayli ilginç aslında.

Rahatlar bunlar bir anlamda, çünkü bir yerlerini sallayacak takatleri artık pek kalmadığı için öyle yazarların var olduğunu iddia ettikleri çoğunluklara filan da pek çarpma ihtimalleri yok.

Bekliyorlar sadece ve ilk seçim olduğunda da çoğunluk kavramını tanımlama işini yıllardan sonra ilk kez yazarların elinden alıp kendileri yapmaya hazırlanıyorlar.

İlk seçimden sonra Mesut Yılmaz'ın spor yazarı olarak yaşamını sürdürdüğü, Tansu Hanım'ın ev hanımı olarak kalmakla profesör olarak üniversiteye dönme alternatifleri arasında seçim yapmak zorunda kalacağı, İsmail Cem'in Bodrum'da bir bar açarak dans etmek için Yorgo'yu artık oraya davet etmek zorunda kalacağı, Hüsamettin Özkan'ın ádeti olduğu üzere yine ikinci adam olacağı ama bu kez sadece karısını birinci ‘‘insan’’ olarak etkileyebileceği bir gerçekliğe hazır çoğunluklar.

Ha bu arada Rahşan ile Bülent de uzun bir mavi tura çıkabilirler seçim sonrasında havalar uygun olursa.

Aman ha, bence seçimi olabildiğince erteleyelim, çünkü köşe yazıları bu aralar iyi ve heyecanlı gidiyor, gerçekliğin bunu bozmasına izin vermeyelim.
Yazının Devamını Oku

Bir lüzumsuz yazı daha

15 Temmuz 2002
<B>SABAHIN </B>köründe uyandığımda günün benim için huzurlu geçmeyeceği yolunda işaretleri anında almaya başladım. Pencereden dışarıya baktım, sonra bunu üç kez daha tekrarlamazsam rahatlamamın imkánsız olacağını hissederek dışarıya bakma eylemini dörde tamamladım.

Yüzümü sekiz kere yıkadım (dört çarpı iki), dişimi iki kez fırçaladım (dört bölü iki).

Sabahları hálá daha çözemediğim, içimde rahatsızlık olan tek mesele küçük tuvalette yaşanıyor. Bunu iki kez üst üste, bölerek yapmayı başaramadım daha.

Ama üzerinde çalışıyorum işin ve ilk önce iki kez, sonra da dörde bölerek yaptığımda bunu da, işte o zaman mükemmel insan olacağıma inanıyorum ben.

* * *

Dört kaşık kahveyi koydum makineye.

Sanki ‘‘zaman’’ benim için çok önemliymiş gibi havalara giriyorum sabahları. Kahveyi koyuyorum, o olurken içeriye koşup bilgisayarı açıyorum, sonra mutfağa tekrar koşup kahve fincanına şeker atıyorum (dört adet atmak istiyor canım ama bu da fazla şekerli oluyor), kahveyi koyuyorum, odama gittiğimde de bilgisayar açılmış oluyor ve ben böylece hiçbir makinenin başında beklemeden işlerimi tamamlamanın verdiği mutluluğu yaşıyorum.

Ve sonra bilgisayarı kapayıp tekrar açıyorum (dört bölü iki) ve kahvemi yudumlarken onun açılmasını bekliyorum.

O arada masanın üzerinde yanlış yerlerde duran kitap, kalem gazete varsa onları da doğru yerlerine koyarak düzeni sağlıyorum, vakti hiç boş geçirmiyorum.

* * *

Kafamda harika bir yazı konusu da vardı sabahın o saatlerinde. Bir ‘‘Serdar Amca’’ yazısı planlamıştım ve o yazıda bugüne kadar hiçbir Türk gazetecisine verilmemiş olan Pulitzer Ödülü'nü bu yıl Türkiye'den alması kesin olan köşe yazarının adını açıklayacaktım.

Ve hayır, Hasan Cemal'i de kastetmiyorum, son derece sürpriz bir isimdi bu ve nedenini açıkladığımda, onun yazılarından örnekler verdiğimde sizler de bana hak verecektiniz ona bu ödülü layık gördüğüm için.

Tam bunları düşünürken Rana uyandı ve bana ilk bakışta kolay gibi gözüken ama sonuç itibarıyla da olağanüstü karmaşık olan bir görev verdi.

‘‘Görevimiz Tehlike’’ filmindeki teybe benziyor bu kadın, sadece görevler vermek için konuşuyor üstelik o teybin olumlu yanlarını da taşımıyor yani kendi kendisini yok etmiyor hiç.

Bulunduğumuz semtteki hiçbir dükka*nda onun istediği çalışma masası yoktu, bunu bir buçuk saatlik toplu taşıma uzaklığında olan bölgeden gidip benim almam gerekiyordu.

İstediği malın toplam ağırlığı 18 kiloydu ve siz 18 kilonun aslında fazla da ağır olmadığını düşünen insanlardansanız eğer, bugüne kadar hiç yemediğiniz şekilde bir kafa çakarım, iki seksen uzanırsınız yere ha, ona göre.

18 kilo ilk beş dakika içinde gerçek kilosu kadar ağır hissediliyor, sonraki dakikalarda bunun ağırlığı taşıyan açısından sürekli artıyor ve yarım saat sonunda ise Dünya Sosisli Sandviç Yeme Şampiyonası'nda ikinci olan adamın ağırlığına ulaşıyor (takriben 140 kilo).

* * *

Neyse görevi tamamladım, eve geldim, yere uzandım ve ağrılarımın geçmesini beklemeye başladım.

Rana, yanlış malı aldığımı ve geri vermemiz gerektiğini söyledi.

Onu duymamak için kulağımı ellerimle kapadım, içimden ‘‘Hımmmm’’ diye ulumaya başladım ve bunu tam 16 kez tekrarladım (dört çarpı dört).

Dış dünyaya rahatsızlığı hiç olmayan ulumam sona erdiğinde Rana söylevinin ‘‘Hayatta bir işi bile beceremediğim’’ bölümüne geçmişti.

Tekrar ulumak içimden geçmiyordu, portatif radyoyu açtım, tutulan belimi düzeltmek için tekrar yere yattım ve radyoyu da sol kulağımın yanına koydum.

İlginç bir program vardı radyoda. Amerikan WABC radyosundaki konuşma şovunda Türkiye'deki hükümet krizi tartışılıyordu.

Tam ben, yine içimden, ‘‘Bela beni de her yerde buluyor, şimdi bunun sırası mı lan, biraz rahatlayayım yahu Allah aşkına acıyın bana’’' diye konuşurken, denilenler dikkatimi çekti.

Konuşanlara göre Türkiye'deki hükümet krizinde ABD'nin önemli rolü vardı. Saddam'ın vurulmasına karşı olan Ecevit'in düşürülmesi gerekiyordu, Amerika bölgede düzenleyeceği artık kesinleşen operasyonun önünde bir engel olarak görmekteydi Ecevit hükümetini, bu yüzden düğmeye basılmıştı, hükümet krizi bununla bağlantılıydı, zaten Irak'ı vurma yanlılarının başı olan ABD Dışişleri Bakan yardımcısı Paul Wolfowitz'in bu aşamada Türkiye'de bulunması da tesadüf değildi.

Tipler ciddi olarak bunu tartışıyordu ve ben bu arada yerde yatmış bel ağrılarımın geçmesini beklerken, gözüme hiç de hoş görünmeyen o tavana sabit bakarken, gayet tabii ki yine tamamen sessiz olarak ‘‘Şimdi Amerikalılar yerine bunu ben düşünsem herkes beni nasıl da kınardı, Ertuğrul Özkök benim delirdiğimi düşünüp benimle nasıl da alay ederdi kim bilir’’ diye düşündüm.

Sonra radyoyu dört kez kapayıp açtım ve tutulan belimi tutarak çalışma odama gittim.

Ve odamda otururken ‘‘Bu radyodaki tipler bizim Tansu'nun ‘Irak operasyonu olurken ben başbakan olmalıyım' sözünü duymuş olsalardı kim bilir ne yorumlar yaparlardı şimdi’’ diye sessizce düşündüm kendi başıma.
Yazının Devamını Oku

Michael Jackson da baş kaldırdı

14 Temmuz 2002
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>haftanın başında New York'ta son derece absürd bir gelişme yaşandı. Şehirde Al Sharpton diye bir karakter var. Bu adam zenci bir politikacı ve bana sorarsanız da tam bir şarlatan.

İşi gücü olmadık yerde fazla gürültü çıkarıp, zenci haklarını savunma görüntüsü altında, siyasi gücünü kuvvetlendirmek.

Açıkçası provokasyon işini de pek iyi beceriyor, nerede neyi söyler, nasıl davranırsa nasıl ses getireceğini hesaplamakta ondan daha ustası da yok.

İşte bu Sharpton şimdi de Amerikan müzik endüstrisine savaş açmış durumda.

Eşini öldürmekle suçlandığı cinayet davasında O.J. Simpson'u başarıyla savunan Johnny Cochran adlı ünlü zenci avukatı da yanına alarak çıktı yola Sharpton.

Müzik endüstrisindeki şirketlerin zenci sanatçıları sömürdüğü, onlara haklarını vermediği iddiasında ve bu yüzden de büyük paralar istiyor onlardan.

Ancak bu paralar ödendiği takdirde zenci kardeşlerinin ‘‘çekmiş olduğu acıların’’ biraz olsun hafifleyeceğini iddia ediyor.

* * *

Olayı absürdleştiren gelişmeye gelince: Hafta başında Sharpton aniden Michael Jackson ile görüştü.

Diğer bütün zenci müzisyenler gibi kendisinin de müzik şirketleri tarafından sömürüldüğünü iddia eden Jackson, görüşmeden çıkarken aniden bir pankart açtı sevgili okurlar.

Ancak bir yeteneksiz ilkokul çocuğunun çizebileceği kadar kötü olan bir resim çizmişti açtığı pankarta.

Kendisini melek olarak tasvir ediyordu, slogan olarak ‘‘İyi, Kötü ve Çirkin’’ yazmıştı, kendisi gayet tabii ki iyiyi temsil ediyordu ‘‘çirkin ve kötü’’ olan ise Sony müzik şirketinin başı Tony Mottolla'ydı.

Jackson onun da bir ‘‘ırkçı’’ olduğunu söyledi ve sonra da elindeki o garip pankartla birlikte üstü açık bir otobüse binerek şehit turu yaptı New York sokaklarında.

Ona yakın kaynaklar amacının halkı Tony Mottola'ya karşı isyana sevk etmek olduğunu fısıldadılar gazetecilerin kulağına.

* * *

Gayet tabii ki bu olayın yaşandığı günün bir sonrasında şehrin tabloid gazeteleri Michael Jackson'ı bir güzel alaya aldılar.

Her insana rahatlıkla ve pek de fazla düşünmeden ırkçı suçlaması yöneltmekte hiçbir zaman sakınca görmemiş olan Al Sharpton bile hayatı boyunca zenci müzisyenlere büyük imkánlar sağlamış olan Tony Mottola'nın aniden hedef haline getirilmesine anlam veremedi.

Ve şimdiye kadar hiç alışılmadık, fazla da görülmeyen bir olay oldu. Sharpton bir beyazdan özür diledi. Daha doğrusu özür dilemeye benzer laflar söyledi, bu meselede bile kendisini haksızmış gibi sunacak adım atmadı.

Birçok önde gelen zenci sanatçı Jackson ve Sharpton'un bu kez saçmaladıklarını açıkladı.

Sonra Michael Jackson bir hamle daha yaptı ve kendisinin plak satışlarının Elvis Presley'in toplam plak satışlarını geçmesi nedeniyle ‘‘beyaz dünyanın’’ kendisinden öç alma peşinde olduğunu iddia etti.

Yani iş anlayacağınız çok büyük bir hızla tahammül edilmesi güç olan bir abukluk seviyesine ulaşıverdi.

Plak şirketlerinin sadece para kazanmaya önem verdikleri, kendilerine para kazandıracak kişinin ırkının onlarca katiyen önemli olmadığı ve dahası Amerika'da zencilere karşı tarihinde en az tavır almış olan endüstrinin de müzik endüstrisi olduğu düşünülürse Michael Jackson'ın iddialarının ne kadar da anlaşılmaz, tuhaf olduğu ortaya çıkar sanıyorum.

Bu arada bütün bu şamata yaşanırken olayın arkasındaki gerçek de ortaya çıktı.

Michael Jackson'ın Sony plak şirketinden yaptığı son plak umulanın çok altında bir satış yaptığından, zenci müzisyenin önceden almış olduğu bazı paraları geri ödemesi gerekiyordu.

O da bunları ödememek için kafasında yazmış olduğu ‘‘ırkçı komplo’’ senaryosunu gündeme sokmuştu.

Ortalığı bulandırıp paracıkları kurtarmak niyetindeydi anlayacağınız.

Olay basit olarak bundan ibaretti ama çıkan şamataya bakarsanız sanırdınız ki Amerika'da plak şirketleri 19'uncu yüzyılda Amerika'nın güneyinde köle çalıştıran toprak sahipleri kadar kötü insanlardı.

Bu şamatanın sonuç getirmeyeceği yavaş yavaş belli olunca ve zenci siyasetçiler anlamsız suçlamalarının bu kez kendi ellerinde patlaması ihtimalinin büyük olduğunu görünce de geri adım atıp Jackson'ı ortada cascavlak bırakıverdiler gayet tabii ki.

Olaylar hakkında yorumlar yapan televizyondaki bir komedi programında Jackson'ın lafları aktarıldıktan sonra ‘‘Bir beyaz bayanın zenci haklarına böylesine güçle sahip çıkması da ne kadar güzel bir şey’’ denildi.

Bu esprili yorum da suratını artık tamamen beyazlaştırmış, davranışları bir tuhaflaşmış, görünümü de çok ürkütücü hale gelmiş olan Michael Jackson'ın yaşamakta olduğu bireysel trajediyi gözler önüne seriyordu aslında.
Yazının Devamını Oku

Bu konu daha önemli

12 Temmuz 2002
Menepoz dönemindeki kadınların hormon tedavisinde yaygın olarak kullanılan iki ilacın, <B>‘‘Estrogen’’ </B>ve <B>‘‘Progestin’’</B>in birlikte kullanıldığı durumlarda özellikle meme kanseri riskinin arttığı, kalp krizi ve beyin damarı tıkanması riskinin de büyüdüğü ortaya çıktı. Sadece ABD'de altı milyon kadının kullanmakta olduğu, Türkiye'de de tedavilerde yaygın olarak tercih edilen bu iki ilaç hakkındaki çarpıcı gelişme, Amerika'da hem şaşkınlığa hem de panik havasının esmesine yol açtı.

Menopoz döneminde yaşanan fiziki rahatsızlıkların giderilmesinde tek ilaç olarak bilinen bu ikilinin, birlikte kullanılmaları durumunda şimdiye kadar tespit edilememiş son derece ciddi yan etkilere yol açabileceğinin ortaya çıkması, sadece hastalarda değil tıp áleminde de büyük şaşkınlık yarattı.

Bu iki ilacın alternatifleri şu anda bulunmuyor.

Son gelişme ortaya çıkıncaya kadar doktorların büyük rahatlıkla uzun dönemli tedavilerde hastalara verdikleri bu ilaçların yerine kısa dönemde konulabilecek ilaç şu anda yok.

Dolayısıyla tıp álemini, milyonlarca kadını ve ilaç endüstrisini temelden sarsan bir durum söz konusu.

* * *

Paniğe yol açmamak için konuyu biraz daha detaylı yazmalıyım.

ABD'de bir süredir, ‘‘Progestin’’ ve ‘‘Estrogen’’in bir arada kullanılması durumunda hastalara nasıl yan etkileri olacağı araştırılmaktaydı.

Bu iki ilaç temel olarak menopoz döneminin fiziki rahatsızlıklarının minimuma indirilmesinde, vücudun kaybettiği hormonların yenilenmesinde kullanılıyordu.

İlaçların aynı zamanda kanser ve kalp krizi riskini de azalttığı düşünülüyordu.

Ne var ki deney ilerledikçe tahmin edilen sonuçlar alınmadı.

İlaçların birlikte kullanılmaları durumunda meme kanserinin özellikle ‘‘invasive’’ olarak tanımlanan türünün kullanıcıda gelişmesi riskinin arttığı anlaşıldı.

Ayrıca bu iki ilacın uzun süre birlikte kullanılmaları durumunda, kalp krizi ve beyin damarı tıkanma riskinin de yüzde 30'lar civarında arttığı saptandı.

* * *

Şimdi gelinen nokta şu:

Bu iki ilaç yasaklanmadı, böyle bir şey yok.

Doktorlar, çalışmanın sadece deneylerdeki risklerin kabul edilebilir düzeyin çok üstüne çıkması nedeniyle durdurulduğunu, ancak bunun illa da ilacı kullanan her hastada riskin arttığı sonucunu doğurmadığını söylüyorlar.

Amerika'da hastalara verilen tavsiye şu:

Eğer bu iki ilacı birlikte kullanan bir hastaysanız...

Bu son gelişmeden haberdar olun ve doktorunuzla konuşun.

İlaçları kullanmayı bırakmanız durumunda fiziksel rahatsızlıklarınız geri gelmiyorsa veya geri gelseler bile bunlar belirli bir tahammül edilebilirlik sınırındaysalar, ilaçları kullanmaya bir süre ara verin.

Uzun dönemde ilaçları sürekli kullanmanız mutlaka gerekiyorsa, bu şekilde aralar vererek kullanmayı sürdürün.

Eğer kullanmaya ara veremiyorsanız, o zaman da bireysel olarak risklerinizi ölçtürün.

Son çalışmayla ortaya çıkan meme kanseri, beyin damarı tıkanması ve kalp krizi riskinin sizde ne düzeyde olduğunu sürekli olarak takip ettirin.

Doktorunuzun bu konuda duyarlı olmasını bekleyin.

* * *

Dediğim gibi paniğe gerek yok.

O çalışmada risklerin istatistiki olarak artmış olması, ilaçları kullanmak zorunda olan her hastanın da aynı riskleri otomatikman üstlendiği anlamına gelmiyor.

Ancak şurası da var ki, bir gelişme yaşandı, bazı açıklamalar yapıldı, deneyler üzerinde çalışmalar durduruldu ve hastalar bilgilendirilmeye başlandı.

Bu gelişmeleri bilin ve şu anda alternatifleri bulunmayan bu iki ilaçla ilgili olarak hemen doktorlarınızla görüşün.

Konuyla ilgili haberi detaylı yazan gazete New York Times oldu. Geçen salı ve çarşamba günlerinde çıkmış olan, gazetenin son derece tecrübeli tıp muhabiri Gina Kolata imzalı yazılara www.nytimes.com sitesinden erişmeniz mümkün olabilir.

Ayrıca söz konusu çalışmayla ilgili detaylı bilgiler, The Journal of the American Medical Association Dergisi'nin July 17 tarihli nüshasında yer alacak.
Yazının Devamını Oku

Son zamanlardaki en güzel gelişme

11 Temmuz 2002
<B>BİLMEM </B>farkında mısınız ama son bir iki gündür olağanüstü, harika bir olay yaşanıyor. Siyasette son derece ciddi bir kriz yaşanırken, borsa ve döviz piyasası sanki bu gelişmeler hiç yokmuş gibi tavırlar alıyor.

Hükümet çatır çatır dökülürken borsa kendisini toparladı.

İstifalar olurken, ortalık birbirine girmişken döviz piyasasında dolara gerekli müdahaleler yapıldı, panik alımları olmadı.

Bu, son yıllarda bu toplumda yaşanan en güzel olaylardan bir tanesidir ve geleceğe umutla bakmamızı sağlayacak bence tek önemli gelişmedir.

Toplum artık siyasetten ve siyasetçiden bağımsız hareket etmeyi öğrenmiştir.

İnsanlar kendi gelecekleri için siyasetten herhangi bir hayırlı iş beklemekten tamamen vazgeçmişler, siyaset ile gündelik yaşamın gerekleri arasındaki bağı kopartmışlar, bir anlamda yönetilmeden yaşamaya adapte olarak, gerekeni yapmaya başlamışlardır.

* * *

Durum böyle olunca bizim de bu memlekette siyasete ve siyasetçiye ne gerek var diye sorma hakkımız doğmaktadır gayet tabii ki.

Öyle ya, düşünsenize bir...

Bu memlekette yapılan bütün kamuoyu araştırmalarında insanların en güvendiği kurum olarak bir numarada hep Türk Silahlı Kuvvetleri çıkıyor.

Yani insanlar, bıçak kemiğe dayandığı, ciddi bir mesele doğduğu anda en güvendikleri kurumun meseleye, belki de siyasetçiye rağmen el koyacağını bilerek, buna güvenerek yaşıyorlar.

O güvence orada hep sağlam olarak durduğu için bazı korkular yaşanmıyor, bazı meseleler kafadan atılabiliyor ve siyaset toplumu ne kadar tahrip etmeye uğraşırsa uğraşsın bir sınırın altına katiyen düşülmeyeceği, bazı sınırlar aşılamayacağı güvencesi de her zaman insanlarda var.

Ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda milletin atıf noktası olarak aldığı kurum belli.

Öbür tarafta ekonomide de artık kimse siyasetçinin yaptıklarını dinlemiyor, denilenlere önem vermiyor.

Bir anlamda sivil toplum en iyi örgütlenmesini ekonomik süreçlerde başarmış gibi gözüküyor.

Durum böyle olmasaydı siyasette büyük krizlerin yaşandığı saatlerde borsa toparlanmaz, döviz kurunda olumlu adımlar atılamaz, bir anlamda minik bir mucize yaratılamazdı.

* * *

Türk insanı son derece ciddi bir tavır almış durumda siyasete karşı.

Bunu sokakta yürüdüğünüzde zaten algılamamanız mümkün değil, çünkü siyasetçi denilince hemen herkesin aklına ilk gelen şey küfür etmek oluyor.

Ancak alınan tavır sadece bu tepki düzeyinde kalmadı, bunu aştı, daha kendiliğinden örgütlü bir tavra doğru gitti.

İnsanlar duruşlarıyla ve tavırlarıyla siyasetin ve siyasetçinin toplum gündemini belirleme gücünü sıfırlayıverdiler.

Siyasetçi artık yaşamımızla oynama gücünü büyük ölçüde kaybediyor sevgili okurlar.

Bunun geleceğe yönelik etkileri büyük olacaktır, inanın bana.

Sokaktaki insan Türkiye'yi birkaç yıldır gölge başbakan olarak yönettiği bilinen, tüm çıkar ilişkilerinin göbeğinde olan bir insanın sesini bile ilk kez önceki gün duymak zorunda bırakılmasının, böyle bir ilkel muameleye muhatap bırakılmasının, böylesine önemsiz sayılarak aşağılanmaya çalışılmasının öcünü almaktadır.

İnsanların yaşamı gün be gün paramparça edilirken, siyaset düzeyinde yaşanan oyunların, çıkar alışverişlerinin, pazarlıkların sonucunda gelinen noktada çoğunluğun kalbindeki tek his bir tiksinmeden ibarettir.

Bu yoğun ve yaygın tiksinmenin sonucu ne olur bilmem.

Ancak şundan eminim: Halkın kalbinde değeri sıfırlanmış, Türkiye'yi yıllardır paralayan isimler bu yaşamdan bir gün çekildiklerinde şunu bilin ki onların cenazesinin arkasında yürüyecek insan bile bulmayacaksınız.

Belki de cenazelerine omuz verecek kadar bile insan bulamayacaklar arkalarında.

Ben tepkinin böyle de gösterileceğine inanıyorum, bunu da çok anlamlı buluyorum.

Affedilmeyecekler hiçbir zaman, imamın ‘‘Onu nasıl bilirdiniz’’ sorusuna belki de sessiz kalarak cevap verecek insanlar, yıllar boyunca sanki hiç yokmuşlar gibi aşağılanarak yaşamak zorunda bırakılan, sadece izlemeleri istenilen insanlar tepkilerini işte o anda, insanların affdici olmalarının beklendikleri tek anda gösterecekler belki de...

Ve ben yeni bir seçimde Türkiye'de oy vermeyecek olan insan sayısının oy sayısından daha fazla olacağını, insanların böyle bir tepki de göstererek gereken suratlara gereken tokadı atacaklarını da tahmin ediyorum.

Merak etmeyin çoğunluk oy vermese de nasılsa birileri yine hükümet olacaktır, birileri kendi aralarında yine oyunlar oynayacak, koalisyonlar kuracak, demeçler verecek, bakanlar kurulu toplayacak, kararlar filan alacaktır.

Onlar bu küçük oyunlarını oynamayı sürdürürken ekonomiyi nasıl olsa başkaları yönetmeyi sürdürecek, hayati meselelerde de ordu tavrını koyarak işlerin yürümesini sağlayacaktır.

Oyunları oynayanlar fazla yanlış yaptıklarında da onları kimin azarlayarak hizaya getireceği bilindiğinden kimse yaramazlıkların haddini aşmasından korkmayacaktır.

Dolayısıyla Türkiye'de yeni bir seçimin de önemi artık bu aşamadan sonra katiyen kalmamıştır.

Ne o, bunu antidemokratik mi buluyorsunuz, bu güzel bir şey değil mi diyorsunuz, böyle mi düşünüyorsunuz?

Bana ne be, bu saatten sonra bunu ben mi düşüneceğim, bunca yıldır çalıp çırparken, ülkeyi tahrip ederken, milyonlarca insanın yaşamını tahrip ederken demokrasi aklınıza gelmedi de şimdi mi gelecek.

Haydi oradan, iş işten geçti artık, ancak gidersiniz!
Yazının Devamını Oku

Ara dönem hükümeti gerekiyor

10 Temmuz 2002
<B>TAM </B>bir yıl önce, temmuz ayında bizler teknokratlar hükümeti meselesini tartışıyorduk. Kamuoyu desteği olağanüstü olan bir öneriydi teknokratlar hükümeti, ülkenin tüm objektif koşulları böylesine bir çözüme hazırdı aslında.

Zavallı bir duruma göz göre göre düşürülen, potansiyeli büyük olduğu halde önünde setler çekilen bir ülkenin fırlama yapabilmesi, silkinip kendine gelebilmesi, vatandaşlarına biraz olsun nefes aldırabilmesi için tek yolun bu olduğunu gören insanlar çoğunluktaydı bence...

Ama ne yazık ki bunun demokrasi dışı bir gelişme olacağı çarpıtmasıyla başlayan eleştiriler ve siyasi partilerin yine sadece kendi çıkarlarını düşünerek giriştikleri ayak oyunları sonucunda bu tartışma da çığırından çıkarıldı.

Önerinin sahibi olduğum için bana yönelik birçok suçlama getirildi, faşizm, diktatarya yanlısı olduğum yazıldı.

Bu tür şahsi suçlamalar önemli de değildi, çünkü ben neyi neden söylediğimi biliyordum, bu konuda kafam netti ve dahası bu ülkenin insanları da aslında ne demek istediğimi kavramışlardı ama çarpıtmalar sürdürüldü.

Sonuçta tartışma gündemden çekildi, herkes oyununa geri döndü.

* * *

Sonuçta ne oldu? Bir yıl daha kaybetmiş olduk.

Bu ülkeye bugün hálá daha bir ‘‘ara’’ geçiş dönemi hükümeti gerekiyor.

Bugün buna ihtiyaç, bir yıl öncesinden çok daha fazla durumda.

Çünkü o kaybedilen bir yıl içinde sistem hiçbir çıkış yolu kalmayacak şekilde kendisini daha da fazla kilitledi.

Ekonomik göstergelere bakıldığında, her şeyin bıçak sırtında olduğu ve ekonominin siyasetten gelecek tek bir büyük dalgalanmaya dahi tahammülünün artık kalmadığı görülüyor.

Bu iş şaka kaldırmaz, işi biraz daha zorlarsak ülkemiz iflas edebilir ve bunun sonucunda da açıkça söyleyeyim büyük bir felaket yaşanır.

Yapılacak tek şey ekonomiyle siyasetin bağlantısını krizden çıkma savaşı verilecek dönemde tamamen kopartmaktır.

Bunun yapılabilmesinin tek yolu da siyaseti bir süreliğine dondurmak, siyaseti ekonomik krizden çıkış savaşının gerekleri doğrultusunda ertelemek ve ikisi arasındaki etkileşimi bir süreliğine tamamen kırmakta yatmaktadır.

* * *

Rasyonel bakış açısını ve aritmetik kurallarını siyasete uyguladığınızda da aslında görüntü net ve açıktır.

Türkiye'yi son 10 yıldır yönettiği iddiasında olan bütün partiler tükenip bitmiştir.

İnsanlar bunların liderlerinin adını duyduğu anda küfür etmekten başka bir şey düşünememektedirler.

Bir seçim yapıldığında AKP ve Saadet dışında hiçbir partinin ülkeyi yönetecek güce kavuşması imkánı olmadığı görülüyor. Bu partilerin de iktidar olma şansını elde ettiklerinde bu gücü kullanma şansına kavuşmaları şu anda zor gözükmektedir.

En azından verilen işaretler o yöndedir ve seçim yapıldığı takdirde iktidar olma hakkını alan partiye iktidar verilmediği anda da Türkiye yine bitecek demektir. Bu riski de almak ve bu konuda daha fazla oyunlar oynamak da mümkün değildir.

Açıkça söylemek gerekirse Türkiye yeni bir 28 Şubat sürecini kaldırma gücüne artık sahip değildir.

Şimdi bütün bunlar yokmuş, sanki normal bir ortam varmış gibi yalanlar söylemek, yazılar yazmak, koalisyon hesapları yapmaya başlamak, seçim yalanlarıyla vakit geçirmek, açıkça söylemek gerekirse hainliktir.

Gelinen ortamda, eğer rasyonel düşünülürse, çok acilen bir partiler üstü hükümet kurulmalıdır..

Tüm partilerin desteği, en azından köstek olmama sözü alınarak kurulacak bu hükümetin tek görevi ekonomide gerekenleri yapmak, yokuş aşağıya frenleri patlamış olarak inmeye hazırlanan ülkeyi tekrar düz yola sokup, frenlerini onarmak ve ülkede normal bir seçimin yaşanmasını sağlayacak ortamı oluşturmak olmalıdır.

Saygın isimlerden oluşacak bu hükümet Türkiye'yi ekonomik uçurumun eşiğinden almak için teknik çalışmaları yaparken, var olan partiler de örneğin bir yıl sonrası için ilan edilecek seçim için şimdiden hazırlanmaya başlarlar.

Ellerine geçen bu zamanı, fırsatı kullanarak belki de ilk kez Türkiye'nin geleceği için ne tür projeler düşündüklerini de bu arada formüle etme imkánını bulurlar.

* * *

Hayal mi diyorsunuz bunlara? Olsun, hayal deyin ama şunu bilin ki kilitlenmiş sistemin kendi içinde debelenmeleri bu ülkeyi yok olma eşiğine götürmekte.

Kişi başı milli geliri bin dolara yaklaşmış, dolar kuru dört milyon civarında olan, milyonlarca insanı daha işsiz kalmış, aç kalmış bir Türkiye yok olmuş demektir bunu unutmayın.

Hálá daha kurtarma şansımız var bu ülkeyi, onun için debelenmeyi bırakıp, cesur olup ve evet hayal de kurmayı bilip korkusuzca adım atmak gerekiyor

Siyasetle ekonominin arasındaki bağlantıyı tamamen kırmalı, bugünkü haliyle siyasete dur demeli, siyaseti ertelemeli ve ara dönem hükümeti yoluyla ülkeye yeniden çeki düzen verip, tırmanışa geçtikten sonra normale dönmeliyiz.

Normale dönerken de sistemin dışında tutulmak istenen ama buna da katiyen imkán olmayan ve olması da gerekmeyen AKP ve Saadet Partisi'yle ülkenin güçlerinin anlaşması, uzlaşması için elden ne geliyorsa yapılmalıdır.

Düşünün lütfen, göreceksiniz ki bütün bu saydıklarım dışında çıkış noktası kalmamış durumda.

Ve üstelik de az vakit kaldı, bunu unutmayın.
Yazının Devamını Oku

Hálá uğraşıyorum

9 Temmuz 2002
<B>BU </B>memlekette <B>Hüsamettin Özkan </B>adında bir insanın var olduğunu ilk keşfeden gazetecilerden biri de benim. Bu başarımı araştırmacı gazeteci yeteneklerime, bilgime, birikimime, mesleki deneyimime, haber alma içgüdümün gelişmişliğine ama en çok da haddinden fazla sayıda ruh hastalığına aynı zamanda sahip oluşumun yarattığı mesleki avantajlara borçluyum.

Siz deyin iki, ben diyeyim üç yıl önce bir kampanya başlatmıştım bu köşede, belki hatırlarsınız.

Özetle, ‘‘Kim bu adam’’dı kampanyanın manşeti ve bu soruya cevap aramakla ilgiliydi.

Ecevit'i televizyonda ne zaman görsem hemen arkasında, omzunun hemen yanı başında aynı surat da yer alıyordu hep.

İlk başlarda bayağı korkuttu beni bu surat; çünkü açıkça söylemek gerekirse böyle bir kişinin gerçekte olmadığını, bunu kendimin hayal ettiğini düşünüyordum hep.

Yani dünyada hiçbir insan, omzunun yanı başında hep aynı kişiye yapışık olarak yaşayamaz ki, böyle düşünüyordum ve bana göre o suratı hep orada var olarak görmeye başlamam, hastalıklarımın yepyeni bir aşamaya doğru evrildiği konusunda son derece net bir işaretti de.

Sonra bir gün Ankara'ya gittim ve suratın hayatta gerçekten de var olduğunu ve aynen televizyonda görüldüğü gibi Başbakan'ın omzunun yanı başında süregiden bir tuhaf yaşamı olduğunu bizzat gördüm.

* * *

‘‘Kim bu adam’’
başlıklı kampanyam da ondan sonra başladı işte.

Adını da ondan sonra öğrendim Hüsam'ın. Aslında onun için de uzun süre uğraşmam gerekti, ya kimse bilmiyordu adını ya da bilip de bana söylemek istemiyorlardı, ama sonunda sırrı daha fazla saklayamadılar. Gerçekler uzun süre saklanamıyor, sonunda onun da ismini öğrenmem mümkün oldu.

Çok meşgul bir insan olduğu için bizzat gidip tanışma imkánım da olmadı kendisiyle.

Devletten bir talebim olmadığı için onu görme nedenim de yoktu açıkçası. O kadar meşgul olan bir insanın sadece tanışmak nedeniyle vaktini almak da olmazdı gayet tabii ki.

O aralar Hüsamettin Özkan aynen Woody Allen'ın meşhur ‘‘Bananas’’ filmindeki tercümanın üstlenmiş olduğu işlevi yerine getiriyordu.

Filmde Woody Allen yabancı bir ülkenin başkanı olarak Amerika'ya gelir, uçaktan iner ve Amerikalı yetkiliyle konuşmaya başlar.

İşin ilginci her üçü de İngilizce konuşmaktadırlar, ama buna rağmen Allen istediklerini direkt olarak yetkiliye söylemez, bunu tercümana anlatır, tercüman da bunu aynen yetkiliye iletir, iş böyle devam eder gider.

Türkiye'de de uzun yıllar boyunca bu absürd film sahnesi aynen yaşandı. Kimse Başbakan'a derdini direkt olarak anlatamadı. Hüsam herkesi dinledi, herkese bazı cevaplar verdi, işler böyle gitti.

Artık verdiği cevapların ne kadarı kendi cevabıydı, ne kadarı Başbakan'a aitti bunu da herhalde ben bilecek değilim.

Ve aslına bakarsanız bu fazla önemli de değildi; çünkü cevabı alan da veren de memnundu ve sonuçta alacağı da vereceği de olmayan bizlerin bu konuyu kafasına takması için bir neden yoktu.

Bilmem anlatabiliyor muyum?

* * *

Tüm başbakan görüntülerinde suratı görülen bu esrarengiz kişiliğin adını öğrendikten sonra bende başka bir takıntı başlamıştı.

Onu da size anlatmıştım vaktiyle.

Tamam, adını öğrenmiştim adamın ama hayatta bir kerecik olsun sesini de duymak istiyordum.

Yani tamam, memleketi idare etmeye soyunanların fikirlerini bilmemeye filan alışıktık da en azından onların sesini, hem de istemediğimiz kadar fazla duyuyorduk hep.

Bu kez durum farklıydı. İsmini bile gecikmeli olarak öğrendiğimiz bir kişinin, fikirlerini ve dahası sesini de bilmiyorduk ama o hükümetin en önemli adamıydı anlatılanlara göre.

Bunun demokratik teamüllere uygun olmadığı konusunda şüphelerim de vardı ama benim dışımda kimse bu şüpheyi taşımadığından, bunu ifade etmeyi de pek istemedim açıkçası.

En azından bir yerde ses vereceğini, konuşacağını umut ediyordum Hüsam'ın.

‘‘Ne olur biz sıradan insanlara da bir ses ver Hüsam'ım, gulüm benim’’ diye çığıran nice yazılar yazdım ama nafile.

Ne yazık ki onun ses tonunu duymak bana nasip olmadı.

Onu en çok dinlemek zorunda kalan gazetelerin Ankara temsilcileri de ser verdiler sır vermediler. Hiçbir tanesi bir gün bile onun sesini teybe alıp bana dinletmedi, merakımı gidermedi.

Onların da alacakları olsun yani, bunu da yeri geldiği için ifade etmek zorundayım.

* * *

Anlayacağınız son derece abuk bir durumla karşı karşıyayız sevgili okurlar.

Varlığı uzunca bir süre resmen teyit edilmeyen, ismini bile onca zorlukları aşarak öğrenebildiğimiz, fikirlerini hiç bilmediğimiz (o siyasetçi olduğundan bizlerin zaten bu konuda fazla ısrarımız da yoktu), sesini de hiç duyma şansına sahip olamadığımız bir kişinin bugünlerde güçlü siyasi kariyerinin sona erip ermeyeceği tartışılıyor.

Böylesine bir saçmalık sadece Türkiye'de olabilirdi zaten ama olsun, vatan sağ olsun.

Yani gizli siyasi kariyere demokrasilerde ilk kez rastlandı, bunu da benim canım Türkiyem başardı. Şimdi ben bu ülke siyasetçileriyle övünmeyeyim de kiminle övüneyim bilemiyorum ki!

Resmen başlatılmadan bitirilmeye çalışılan bu siyasi kariyer sonunda belki Hüsam'ın sesini de canlı yayında duyarız.

Ve yine umarım, bu kez de playback kullanarak bizi atlatmaya çalışmaz.

Çünkü o Hüsam, ne yapacağı belli olmaz.
Yazının Devamını Oku

Bu konuyu yazabilirdim ya...

8 Temmuz 2002
<B>BENCE </B>ülkenin en önemli meselesi kimin başbakan olacağı, hangi partinin iktidara geleceği, 3 Kasım'da seçim olup olmayacağı değildir... Ekonomik kriz de ülkenin en büyük meselesi değildir.

Olaylara tarih perspektifinden bakıldığında bütün bunlar geçip giden zaman içinde bir nokta kadar bile yer kaplamaz.

Bunların hepsi de son derece kısa vadeli işler ve açıkça söylemek gerekirse de nasıl bir Türkiye'nin oluşmakta olduğunu bu kısa vadeli oynamalar belirlemiyor artık.

Türkiye ikiye bölünmüş durumda. Sayıları gittikçe azalan bir taraftaki insanlar bu kısa vadeli oyunlarının hayattaki en önemli şey olduğunu düşünmekte ısrarlılar.

Fasit daire içinde debelenme onların yaptığı.

Aslına bakarsanız Türkiye'nin bir geleceği olduğundan da umutlarını kesmiş olmalılar, çünkü öyle davranıyorlar.

‘‘Yarın’’ kavramı bile gelecek düşüncelerinin içinde yer almıyor bu insanların. Hep bugün içindeler, hep bugünü yaşıyorlar ve ülkenin nereye gittiği konusunu bence düşünmek bile istemiyorlar.

* * *

Azınlığın oyunu dışında kalmış olan bir Türkiye de var. Asıl gerçekler orada.

Türkiye'nin geleceği ‘‘orada’’ belirleniyor aslında.

‘‘Öteki Türkiye’’ dediğimiz olgu bu.

Bizler oyunumuzu oynarken, siyasi ayak oyunlarını izlerken, yazılar yazarken, hep aynı yerlerde, hep aynı kişilerle eğlenirken, hep aynı isimlerle uğraşırken ve de aynı konuları konuşup dururken ‘‘Öteki Türkiye’’nin insanları başka bir şey yapıyorlar.

Onlara sunulan hayata karşı ciddi bir eylem koyuyorlar.

Azınlığın oynadığı oyunun tamamen dışına çıkmış durumdalar.

Bizlerin ‘‘gerçek Türkiye’’ sandığı oyun alanımızda yaşadığımız hiçbir şeyi onlar aynı şekilde yaşamıyor.

Orada algılamalar, tavırlar hep farklı ve açıkça söylemek gerekirse de medya dünyasının da tam göbeğinde bulunduğu azınlık Türkiyesi ne yazık ki asıl olan bitenden kesinlikle habersiz.

Dediğime hemen bir örnek vereyim.

153 bin okul yaşına gelmiş kız çocuğunun aileleri tarafından okula gönderilmedikleri, evde tutuldukları önemli bir haber değil midir?

Bu haber bu ülkede önümüzdeki iki yıl içinde kimin başbakan olacağından, kimin iktidara geleceğinden, çok ama çok daha ciddi bir mesele değil midir?

153 bin kızın aileleri tarafından sistem dışına çıkarılmaş olması, yarın başbakan değişse bile Türkiye'de orta vadede o başbakanın istediklerinden çok daha ve belki de vahim farklı değişimlerin olacağının bir kanıtı değil midir?

Bu korkunç olayı ne yazık ki öyle fazla korkunç olarak gören, algılayan insan fazla yok Türkiye'de. Azınlık kendi oyununu oynamayı sürdürürken, 153 bin kızın bu oyun ile bağları koparılmış, kimse bu vahim gerçek karşısında korkmuyor.

* * *

Neden yazıyorum bunu bilmem ki?

Neden bazı kenarda köşede bırakılan haberlerin içimde acı yaratmasına hálá daha izin veriyorum, yemin ediyorum anlamış değilim.

Çünkü böyle davranmamın bana kişisel bir faydası da yok, bundan emin olun.

Objektif olarak azınlığın oyununu oynadığı alan içinde yer alıyorum ama oyunun kurallarını tam beceremediğim, kendime tam anlamıyla yalan söyleyemediğim, istemesem de acıyı içimde hissettiğim için oyunu oynayanlara tanınan ‘‘güzelliklere’’ bir türlü erişememişim.

Gerçekleri yazmanın getirdiği manevi tatmin ise bir işe yaramıyor çünkü ne kadar yazsanız da hiçbir şeyi etkilemeniz mümkün değil. Oyunu oynayanlar bildiklerini okuyacaklar, bu hep böyle olmuş ve yazmakta ısrar ettiğiniz takdirde de sizi bekleyen hep hayal kırıklığı ve hep ‘‘kopuş’’ olacak yine.

* * *

Bugün bu yazıyı yazmak yerine örneğin ‘‘G noktası’’ üzerine yazmayı tercih etseydim hem ben daha keyif alırdım, hem en azından birkaç kişiyi güldürürdüm, hem de sosyal bir acıyı kendime hatırlatmaktan da kurtulurdum.

‘‘A-B’’ kategorisi içinde ‘‘reytingim’’ de artardı büyük ihtimalle!

Belki duymuşsunuzdur, yıllardır aranılan G noktası bir bilim adamı tarafından sonunda bulunmuş.

Derinliklerde bir yerde şimdi adını tam olarak hatırlayamadığım ve şu ana kadar da insan vücudunda yer aldığını hiç bilmediğim bir bölgede yer alıyormuş G noktası.

O noktayı bulabilirsek G noktasını da sonunda yanı başında bulmayı başaracağız anladığım kadarıyla.

Postmodern sanal bir canavara benzemeye başladı bu G noktası. Son derece pasif-agresif bir kişiliğe sahip.

Kendisini hiç rahatsız etmeyecek, hiç sorumluluk almayacak ama sürekli olarak başkalarına rahatsızlık verecek şekilde, tipik bir pasif-agresif gibi davranıyor uzun zamandır.

Uzun süredir saklanıyordu, şimdi bilimsel olarak bulunduğu iddia edilse de bulunduğu söylenen yerin nerede olduğu konusunda net bir açıklık yok, üstelik yaraya tuz basılmak istenircesine 2 santim kadar büyük olduğu da söyleniyor.

‘‘G Noktasını Ararken Tamamen Kaybolan ve Bir Daha Bulunamayan Adamın Trajik Öyküsü’’ adlı kitabı yıllardır tamamlamaya çalışan bu köşenin yazarı bugünkü yazı ana konusunun yerine bu son noktayı işleseydi, en azından kısa vadede daha mutlu olurdu, bunu da bilin.
Yazının Devamını Oku