GALATA Köprüsü’nün üzeri alışılmışın dışı, boş kalmış. Her gün yüzlerce oltanın sallandığı, sudaki balığa rahat huzur verilmediği köprüde beş-on kişi ya var ya yok.
Onların da buraya kadar tereddütle geldiği, gelmeden önce bolca düşünüp vakit kaybettiği, boş kovalarından belli oluyor.
Sabahın köründe gelirlerdi, o kovalar tepeleme balık dolardı. İstavrit, çinakop, sarıkanat, kefal hatta lüfer.
* * *
Günlerden 30 Nisan, yani 1 Mayıs’a daha saatler var. Vatandaş korku havasını burnuna çekmiş, evde kalmayı tercih etmiş.
Bizim medyanın “Ağıtçı Rahimeleri” durumdan vazife çıkarıp yazıya abanırlar:
“Halkımız bir kez daha sağduyu sahibi olduğunu gösterdi.”
Cappola’nın birinci Baba filminde Marlon Brando ile oğlunu canlandıran Al Pacino arasında geçen bir sahne vardı. Baba o sahnede oğluna nasihat eder.
“Ben öldükten sonra” diye başlar. “Diğer ailelerin toplantı istediğini ilk kim söylerse, bil ki aile içindeki hain de odur.”
* * *
MUSTAFA Denizli’yi Lig TV’deki Maraton programında seyrettim. Gaziantep maçında, aleyhine pankart asan Ultra Kasımlar’a dert anlatmaya çalışırken gördüm.
Onun gözlerine ve beden diline yansıyan hüznü, benim de içimi burdu. Canının acıdığı o kadar belliydi ki.
O pankartı asanlar, “Hah işte! Biz de tam bunu istemiştik” deyip, sevinmişlerdir.
Mustafa Denizli’nin hayat boyu süren, Allah gecinden versin ama öldükten sonra da süreceği belli olan zamana yayılmış itibarına karşılık, bir gecelik sevinç.
Belki cep telefonlarında o görüntüleri paylaşıp, keyiflerini köpürtmüşlerdir. Boynu devrilesice “sosyal medyada” yaşanacak sevincin ömrü ne ki? Bir tıkla başlayıp, bir tıkla biter.
“Biz senin ne olduğunu biliriz” pankartının sebeb-i hikmeti de Mustafa Denizli’nin futbol geceleri yaptığı yorumlar.
O yorumları “şahsi görüş” saymayıp, altında komplo teorileri aramalar.
Paranoyak ruh halimizin “patolojik geçmişi” eskidir.
GÖZÜ kör olsun televizyon denen aptal kutusunun. Hayatımızda “güzel” diye bildiklerimizin çoğunu elimizden o aldı.
Önce “ev gezmesi” diye tarif ettiğimiz harika geleneği bitirdi. Sonra döndü, tekmesini “sinemaya” vurdu. Bir baktık ki sinema salonları malum filmlerin istilasına uğrayıp, birer “batakhaneye” dönüşmüş.
Bu televizyon denen kültürel sel dalgasının önünde ilk yuvarlanıp giden de “tiyatro” dünyasıdır.
* * *
Nilgün Belgün ile Ayşegül Aldinç’i uzun bir aradan sonra Zorlu AVM’nin içindeki, adına Eataly denen para tuzağında gördüm.
AHALİYLE araya mesafe koymak Fatih Kanunnamesi icabıdır.
Topkapı Sarayı’ndaki Arz Odası henüz yapılmamış. Kubbealtı denilen Divan toplantısı mekânı da inşa edilmemiş. Fatih Sultan Mehmet, divandaki vezirlerini sarayın en eski yapılarından birinde topluyor.
Vezirler ile meşveret yapılırken içeriye ayağı çarıklı bir Türkmen köylüsü giriyor. Şaşkın bakışlar arasında ortaya soruyor:
“Şevketli hünkâr kangınızdır?”
* * *
“Seçim palavrası sıkmanın” patentini kendisinde sanan Ampul Partisi’nin siyasi cevherleri bunalıma girdi. Çünkü bunun yol olacağı belliydi.
* * *
Nitekim işsiz takımından olanlar, ileride alacakları bin beş yüz lirayı nasıl yiyeceklerine henüz karar verememişlerdi ki orta yere bir rakam daha düştü.
“Ak Saraylı Büyük Usta”nın ilacı diye bilinen Selahattin Demirtaş televizyona çıktı.
“Barajı aşarsak asgari ücret bin sekiz yüz lira olacak” deyiverdi. Canı öyle isteseydi “iki bin sekiz yüz lira olacak” da derdi.
İKTİDAR zengini Acun Abisi tarafından ayağı Ak Saray’a alıştırılan, Kabadayı Futbolcular Dergâhı’nın şeyhi Emre Bey tarafından el veri-len Arda Turan, durduk yerde “Ekonomi çok iyi gidiyor” beyanatını patlattı.
Hangi akılla? Hangi bilgiyle?
“Ekonomi benim için çok iyi gidiyor” deseydi anlardık.
Kırıta kırıta futbol oynayıp, gol atamayanın dayak yediği İspanyol La Ligası’nda sezonu üç dört gol ortalaması ile bitirip, üç buçuk milyon Euro’yu cebine koyan herkes için ekonomi iyidir.
AKLINA MI ESTİ?
İçerde ekonomi sallanıyor. Dolar, 2014 Ağustosu’ndan bugüne yüzde 28 değer kaybetmiş. Yani Arda Bey ile Emre Bey’i seyretmek için boğazından kesip, bilet alanların cebindeki yüz liranın yirmi sekiz lirası buhar olmuş.
İstikrarsızlıktan ve hukuksuzluktan dolayı malını satıp, parasını kaçıranların sayısı belli değil.
Saçı jöleli oğlun dolara vurdukça, piyasa iki adım geri atıyor.
Bildiğim, Sultanahmet Meydanı’nın Ayasofya’nın önünde kalan iki evlek ölçüsündeki boş yerine lalelerden oluşan bir “taban halısının” serildiğidir.
Halı saha zemini büyüklüğünde, çiçekten yapma bir halı. Güzel olmuş mu diye sual eden olursa havalara bakarım. Emek var, masraf var, zahmet var ama zevk yok. (Ay çok şaşırdım!)
* * *
Renk renk lale çiçeğini sıra sıra dikip, kafalarına göre bir şekil yapmışlar. “Renk ve desen üzerine” eğitim almamışsan, zevkten de nasipsizsen, böyle bir işe hiç girmeyeceksin.
Lakin bizim belediyelerde özgüven, her konuda tavan yaptığı için Ayasofya önüne serilen “çiçekten taban halısında” da ölçü kaçmış. Yan yana getirilen mor, fes kırmızısı, kabak sarısı gibi renkler birbirlerini gırtlaklamışlar.