Paylaş
GALATA Köprüsü’nün üzeri alışılmışın dışı, boş kalmış. Her gün yüzlerce oltanın sallandığı, sudaki balığa rahat huzur verilmediği köprüde beş-on kişi ya var ya yok.
Onların da buraya kadar tereddütle geldiği, gelmeden önce bolca düşünüp vakit kaybettiği, boş kovalarından belli oluyor.
Sabahın köründe gelirlerdi, o kovalar tepeleme balık dolardı. İstavrit, çinakop, sarıkanat, kefal hatta lüfer.
* * *
Günlerden 30 Nisan, yani 1 Mayıs’a daha saatler var. Vatandaş korku havasını burnuna çekmiş, evde kalmayı tercih etmiş.
Hem balık tutmaya çalışıp hem üç yaşındaki oğlunu zapt etmeye çalışan bir baba “Gelmeyecektim” diyor.
“Bir ayda doksan tane çinakop yapmışım. Temizlemiş buzluğa koymuşum. O balık bana bütün yaz yeter. Ama baktım güneş var, oğlan hava alsın istedim.”
Lafa kulak takan var mı niyetine şöyle bir etrafa bakıyor. Köprü’nün kulağı vardır deyip fısıltıyla söylüyor diyeceğini:
“Korku! Korku! Nereye kadar?”
KOFANANIN EVDE KALMIŞI
Az ötemizde Galata Köprüsü’nün o günkü şampiyonu var. Kırk santim çapındaki kovasında üç-beş kefal ile birlikte bir kofana duruyor. Kofana dedikleri lüferin ilerideki yaşlanmış hali.
Yetmiş santimi aşan gövdesi kovaya yanlamasına sığmadığından, kovanın içinde amuda kalkmış gibi dikine, tepeüstü duruyor. Kovanın sahibi, Köprü’nün ıssızlığına yalvarır gibi sesleniyor.
“Yirmi lira ver, kofanayı al git. Yanındakiler de hediyesi!”
Normal zamanlarda, Karaköy’deki balıkçı pazarında o kofanayı altmış liraya alamazsın. Korkunun yarattığı ıssızlık sayesinde, tepeüstü dursa da hâlâ hayatta. Köprü’yü geçip, Mısır Çarşısı’na yöneliyorum.
Derdim çarşının kuruyemişçilerinden gün kurusu almak.
Süper marketlerin kuru yemişçilerinde kilosu 60-70 lira olan bu kuru kayısı Mısır Çarşısı’nda 28 liraya satılıyor. Aradaki kırk liralık fark az değil, herkesi yollara düşürür.
Sabahın köründen akşamın yedisine kadar, kalabalıktan kimseyi rahat yürütmeyen Mısır Çarşısı’nın da tenhalığı üzerindeydi.
Kimseye toslamadan gezinirken o sakinlikte gözüm turşu tezgâhına takıldı. Epeydir, Çengelköy’ün “badem” dedikleri küçük salatalıklarına dadanmışız. Ancak tezgâhtaki salatalıkların üzerinde Ankara Çubuk Bağları yazıyordu.
“Çengelköy salatalığı yok mu?” diye sordum.
Mal sahibi, hacı dayı besmele çekip, yerinden doğrulduktan sonra tezgâha eğildi. Kendi turşularını siftah görmüş gibi baktı ve bana “Ankara Çubuk” yazan kasadaki malını “Aha Çengelköy” diye gösterdi.
İtiraz edecek oluyorum. “İkisi aynı şey” dedi.
BÜYÜK USTA’NIN TAKİPÇİSİ
Aramızda çıkan tartışmayı ben “Ankara Çubuk’da üzüm yetişir. İstanbul Çengelköy’de de salatalık” eksenine çekmek için uğraşırken, turşucu “Üzüm pekmez, fark etmez” politikasından ödün vermedi.
Besmele düşmeyen dilinden Ampul Partisi’nin yılmaz bir taraftarı olduğu belliydi, o yüzden bükülmüyordu. Ben ise kör nefsine sahip olamayan “laik zihniyetli” pisboğaz müşteriydim.
Doğal olarak teslim olup “Peki, ver şuradan yarım kilo” diyen taraf da ben oldum.
Diyeceğim o ki teslimiyetçilik iliğimize kadar işlemiş. 1 Mayıs günü geldi mi de “Taksim fobisi” bir şekilde topluluklara sirayet ediyor.
1960’lı yıllarda, yani Türkiye’nin ihtilallerle tanıştığı yıllarda ahalinin refleksi değişikti.
Havalar siyaseten bozdu mu vatandaş bakkala koşup makarna yağmalardı.
* * *
İki yıl önce “Taksim artık özgür!” afişleri ile duvarları donatıp, seçim propagandası yapmışlardı. O afişlere inananların yeni sosyal refleksi, havalar siyaseten bozdu mu evlere kapanmak.
Arife günü İstanbul’a damgasını vuran tenhalık “eve kapanma refleksinin” görünen yüzüydü, gerekçesi de yaklaşan 1 Mayıs’tı.
Başbakanımızın “Taksim Meydanı eskisi gibi özgür” beyanı, nedense bu korkuya çare olmadı.
Ben, eve kapanmayı reddedip gezenlerden olduğum için Taksim’e kadar gittim. Meydan tıpkı onun söylediği gibi özgürdü. Lakin meydanın bundan haberi yoktu!
Paylaş