Emekli taifesi için verilen “100 liralık zam müjdesi” ise davula inen ilk tokmağın sesi oldu.
Mütekait milleti ve yancıları hemen sevinmesin. Maaş bin liranın altındaysa zam 100 lira. Maaşın, bin lirayı bir parmak geçiyorsa, önüne “Maaş artı 45 lira zam, kaç etti?” sorusu gelecek.
Problem için kopya veriyorum: Cevabı sayısal değil, sansürlenmiş olarak sözeldir.
* * *
100 liralık zam müjdesinin(!) gazetelerdeki mürekkebi daha kurumadan muhalefetin başı Mülayim Bakışlı Gözlüklü Şahsiyet cevabı yetiştirdi:
Ağır cezalık suçtan yargılanan kişinin duruşmada gösterdiği “iyi halden” dolayı ceza indirimi almasını içlerine sindiremeyen ahalimiz, futbol suçlusunun iyi halinden dolayı ödüllendirilmesine tanık oldu.
BERABERE biten Hollanda maçından sonra Fatih Terim’in kameralar önündeki halini, ekranlara yansıyan vücut dilini izleyen-
ler için sürpriz olmamıştır.
Daha ilk cümlesini bile kurmadan yüzüne oturttuğu “istihza tebessümünü” yani “alaycı gülümsemeyi” bir süre sergiledi. Sonra önceden kurulmuş bir iki cümleyi arka arkaya saydırdı.
Nihayet mesajını verdi:
“Bu maçı kazansaydık Türk futbolu kurtulmuş olmayacaktı.”
Sonra bir iki saniye durdu. İnsanımızın bunun tersini kurgulayacak zekâya sahip olmadığını düşündüğünden, lafının öbür ayağını servis etti:
* * *
Türkiye medyasının, iş dünyasının ve televizyon denen güzellikler âleminin en seçkin isimleri olarak Maçka’daki Günaydın Et Lokantası’nda toplandık.
Maksat Harvard Mektebi tarafından Hasan Cemal’e verilen “Dürüst Gazetecilik ve Temiz Vicdan” Ödülü’nü kutlamaktı.
Davete en son ben icabet ettim. Masanın şeref konuğu Hasan Cemal’di. Gazete dünyasından Ertuğrul Özkök, Mehmet Y. Yılmaz, Eyüp Can, Kanat Atkaya, İsmet Berkan ve Zafer Mutlu vardı.
Reklam dünyasından Cefi Medina, televizyonlardan Mustafa Oğuz ve Cem Aydın, iş dünyasından Atilla Türkmen ile Mudo masayı tamamlıyorlardı.
Sanat, edebiyat, sinema, sualtı avcılığı, futbol, marina işletmeciliği, esnaf lokantacılığı, deniz hidrografi ve oşinografi dünyalarını da tek başıma ben temsil ediyordum.
ELİF ŞAFAK OLAYINI ÇÖZDÜM
Adıyaman’ın Besni ilçesinde, bir Japon hayırsever tarafından yaptırılan Yamazaki İlkokulu neyse; Amerika’nın Harvard Mektebi de odur.
Hele zengin şahıslar bu mektebi çok severler. Sohbet ettikleri bir gençten “Söylemesi ayıptır, Harvard’da okuyorum” cevabını aldıklarında gözleri fal taşı gibi açılır.
O gence, Sakallı Bebek doğurtmuş ebe gibi bakarlar.
* * *
Sizin de aklınızda olsun. Muhabbete tutuştuğunuz gencin birinden “Harvard Mektebi talebesiyim” lafını duyarsanız, aklınıza hemen “Hacı Kadir’in katırı, her yerde sayılır hatırı” lafı gelsin.
ANKARA gazeteciliği ile İstanbul gazeteciliğin farkı nedir diye sorarsanız size Melih Gökçek ile Bülent Arınç’ın nizasından sonra yazılanlara bakın derim.
İstanbul yazarı, yaşanan bir hikâyeyi tekrar ederken cümlelerin arasına “Vah Vah! Hay aksi! Cık Cık!” gibi sayhaları yerleştirir, köşesinde servise sunar.
Ankara gazeteciliği bu noktada İstanbul’dan ayrılır.
Ankara önce, ortada kabak gibi duran gerçeğin üzerine bir esrar perdesi çeker. Sonra “Perde arkasını yazıyorum” diye okura zarf atar. Ve hiçbir şey yazmayıp konuyu daha da karışık hale getirir.
* * *
İşgüzarlığı yapanlar Beşiktaş’ın çocuklarıydı. Kârlı çıkanlar da Emre Bey ve şürekâsı oldu.
YILLARDIR çözemediğim bir şey var. Bizim futbolcuların karşı takım oyuncuları üzerine gereksiz kayırmacılığı.
Topa girerken, “Bu da insan evladıdır” demeyip hasmına en ağır darbeyi vuran, hatta çoğu zaman bunu kasıtla yapan adamlar, aynı hasımlarını belaya karşı korurken birbirleriyle yarışıyorlar.
Son örneğini F.Bahçe-Beşiktaş derbisinde yaşadık. Beşiktaş yedek kulübesi önünde bir kriz patlak vermiş. İş Biliç ile Alves’in tartışmasıyla başlamış. Fakat adamlar Avrupalı, uzatmadan herkes işine dönmüş.
Birden bire o da ne?
Sahanın en kısa boylu adamı Emre Belözoğlu orta sahadan kopmuş geli-yor. Hem de ne gelmek. Elini kolunu sallaya sallaya, ağzından hayra alamet olmadığı ekrandan bile belli olan lafları saça saça.
Doğal olarak boyu bir doksana yaklaşan Biliç’in el kadar adamın gazabından korkacak hali yok. Onun, ağzından çıkan lafları destekleyen el hareketlerine o da “Haydi be” der gibi el hareketleri ile karşılık veriyor.
Kutsal Ahit Sandığı’nın peşine düşüp Etiyopya’ya kadar giden, orada da kendini araziye vuran, hızını alamayıp 2400 metre yükseklikteki bir dağa tırmanıp Awza Tapınağı’nın kapısına dayanan Ertuğrul Özkök bence burada durmayacak.
* * *
Geçen yıl, “İlk Cennet Bahçesi Göbeklitepe’de kurulmuş” diye bir duyum almıştı ve Şeker Bayramı tatilini fırsat bilip kapağı Şanlıurfa’ya atmıştı.
Amaç gidip oraları kurcalamak ve insanlık tarihinin başladığı yerin “kentsel dönüşüme” kurban gidip gitmediğini araştırmaktı.
Haberini aldığımda “Bu son olur herhalde” demiştim.
DÜNYA durdukça namı yürüyesi Ertuğrul Özkök’ün bir yazar olarak en sevdiği şey, kutsal kitaplarda sözü edilen sırları kurcalamaktır.
Bir bakmışsınız “Kutsal Kâse”nin peşine düşmüş, kilise kilise dolaşıyor.
Bir bakmışsınız “Da Vinci’nin Şifresi”ne sudoku muamelesi yapmış, çözmeye uğraşıyor. İlla ki uğraşılacak bir gizem buluyor.
Geçen hafta öğrendik ki bu kez de “Kutsal Ahit Sandığı”nın peşine düşmüş. Hani şu içinde “On Emir’in yazılı olduğu” tabletlerin saklandığına inanılan sandık. Sen tut! Sandığı bulacağım diye teee Etiyopya’ya git. Oradan heyecan yap!
* * *