Her ay köşe yazısı yazdığım “Bebek” dergisine Haziran yazımı gönderdiğimde henüz Soma faciası yaşanmamıştı. 301 baba evlatlarını yetim bırakıp bu dünyadan göçmemişti. Bu yüzden Babalar Günü’nü gönül rahatlığıyla yazmış, göndermiştim yazımı. Bu köşemde de Babalar Günü dolayısıyla bir yazı kaleme almak istedim ama kelimeler boğazımda düğümleniyor. 432 çocuğun babasız kalması insanın içini dağlıyor.
“Anne; gezindiğin bağ, baba; yaslandığın dağdır. Ömrünün en güzel çağı, annen ve babanla olandır” demiş Ataol Behramoğlu. 432 minik can bundan sonra hayatlarına yaslanacakları bir dağ olmadan devam edecekler. Tek dileğim onların içini bir nebze olması için olayın sorumlularının cezalarını çekmesi… Lütfen biz de Soma’yı unutmayalım, unutturmayalım.
Her özel günün bir çıkış noktası var, peki Babalar Günü nereden çıkmış biliyor musunuz?
Tarihi epeyce eski, 1909 yılında Washington’da yaşayan Sonoro Smat Dodd tarafından önce bireysel olarak kutlanmaya başlamış bugün. Anneler Günü’nden ilham alan Sonoro, Amerikan İç Savaşı gazisi olan babası için özel bir gün kutlamak istemiş. Annesinin 6. çocuğunu doğururken vefat etmesinden sonra hem yeni doğmuş çocuğu hem de diğer 5 çocuğunu kendi başına yetiştiren babasına minnet duygusunu belirtmek için babasının doğduğu ay olan Haziran ayında özel bir gün seçmiş ve ilk olarak 19 Haziran 1909’da ilk Babalar Günü’nü kutlamış.
1924’te Başkan Calvin Coolidge “Babalar Günü”nü desteklediğini açıklamış. 1966’da ise Başkan Lyndon Johnson Haziran ayının üçüncü pazarını resmen Babalar Günü ilan etmiş.
Çıkış noktası her ne olursa olsun babalarımıza kendilerini özel hissettireceğimiz bir gün olması güzel.
Yeni nesil babalar artık daha bilinçli, daha çok sevgisini gösteriyor. Çocukların bakımında dışarıda durmayıp her türlü katkıda bulunuyorlar.
Tüm babaların bu özel gününü kutlamak istiyorum ama gazetelerin 3. sayfalarına konu olan bazı babaları dışında tutmak geliyor içimden. Bir de küçücük kızlarını töre, namus, başlık parası gibi sebeplerle koca koca adamlarla evlendiren babaları kutlayamıyorum kimse kusura bakmasın. Onlara baba demek bile gelmiyor içimden.
5 Haziran “Dünya Çevre Günü” idi. 1972 yılında İsveç’in Stockholm kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nda alınan bir kararla ilan edilmiş bir gün. Bundan tam 42 yıl önce ilan edilmiş, her sene kutlanmış. Biz insanoğlu ne garip varlıklarız… Düşünün, her sene çevre günü kutluyoruz ama bir yandan da çevreyi mahvetmekten geri kalmıyoruz. 1972’den bu yana doğayı, çevreyi nasıl katlettiğimizi bir gözden geçirince Çevre Günü kutlamak biraz trajik olmuyor mu?
Neredeyse bütün belediyeler 5 Haziran için etkinlikler düzenledi, koca koca billboardlarla bu etkinlikleri duyurdu. İyi hoş da sevgili belediyeler, öyle rulo çim sermekle çevreci olunmuyor. Verdiğiniz ruhsatlar ne olacak? Ruhsat verirken hiçe saydığınız çevremiz ne olacak? Senede bir gün etkinlik yapmakla mı kurtulacak çevremiz?
Daha önceki yazılarımdan da bilirsiniz, ben çocuklarımıza bırakacağımız dünyanın geleceği konusunda fazla kaygılı birisiyim. Bir gün gelip bu dünya yaşanmaz halde olursa Hollywood filmlerinde öngörülen olayların yaşanmasından çok korkarım. Dünyanın kaynakları tükenince zenginler belki Elysium filmindeki gibi insan yapımı bir gezegende yaşamaya başlayacak, fakirler de iktidarı elde tutmak için her türlü şiddeti içeren kavga ve iç savaşların içinde kalacak diye kendi kendime üzülüp dururum. Ben bu dünyadan göçüp gittikten sonra ne olursa olsun diyemiyorum bir türlü.
Günü kurtarmak yerine, çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak istiyorsak hepimiz hayatlarımızda küçük tasarruflar yaparak birer adım atmış olabiliriz. HES, Nükleer Santral istemiyorsak elimizi elektriğe, suya uzatırken iki kere düşünüp hareket edelim. Mümkünse kağıt israfını en aza indirelim. Arabadan fırlattığınız pet şişeyi ayağınızın dibine koyup inince çöp kutusuna atarak hem çevremiz için minik bir adım atmış olur hem de yanınızda çocuğunuz varsa ona mükemmel bir rol model olursunuz.
Doğa zaten çoktandır alarm veriyor, bize düşen ona kulak vermek. Ben kendi başıma ne yapabilirim demeyin, inanın sizin için küçük olan o adım insanlık için çok önemli olabilir.
Sevgiyle kalın…
Artık yaz geldi, çocukları parklardan bahçelerden alabilene aşk olsun. Bu dönemde bol bol dışarıya çıkan tüm çocuklarda doğa ve hayvan sevgisi yükseliş gösteriyor. Dışarıda gördükleri her hayvana sarılmak istiyorlar. Eğer anne baba "uzak dur, ısırır, tırmalar, üstün başın tüy olur" diye uzaklaştırmazsa çocuklar ve hayvanlar sarmaş dolaş yuvarlanacaklar sokaklarda orası kesin.
Keşke her çocuk benim oğlum gibi şanslı olsa ve evlerinde canlı dostlarıyla büyüse. Bence mümkün. Avrupa ya da Amerika'daki ülkelerde neredeyse her eve bir hayvan düşüyor. Bizde ise ekonomik sebeplerden tutun da dini sebeplere kadar hayvanları eve almamak için bin bir türlü bahane var. Çocuğunun yanında sigara içmekten çekinmeyen birçok anne baba nedense hayvanları evde besleme konusunda "sağlık" bahanesini öne sürer. Çocuğun eline cep telefonu vermek ya da kendi eliyle asitli, içecekler içirmekten daha masumdur evde bir hayvanın bulunması ama ah şu ön yargılar yok mu?
Bir hayvanı hayatınıza almak kolay değil “çok iyi” biliyorum. Örneğin, benim büyük kedim 12 yaşını doldurdu. Sütten yeni kesilmişti bana geldiğinde, o zamandan beri koca bir ömrü paylaştı benimle, evlendim, yeni eve alıştı, başka kedi getirdim zor da olsa ona alıştı, oğlum doğdu, kabullenmesi kolay olmadı, beni paylaşmak istemese de mecburen alıştı. Bu süre zarfında hastalandığı da oldu, ameliyatı da. Eve bir canlı dost alıyorsanız ve bu kedi, köpekse yaklaşık 15 yıl sizinle yaşayacağını düşünmeniz, bu sürede ona bakmayı göze almanız gerekir. Çocuklar hevesle eve kedi, köpek isterken ebeveynlerin düşündüğü konu; çocuğun hevesi geçince sorumlulukların kendisine kalacağıdır. Bu yüzden eğer ömrünün sonuna kadar bakmayı göze alamıyorsanız evinize bir hayvan almayın. Bunu yıllardır Veteriner Hekim Ayhan Yılmaz ile birlikte yaptığımız "Canlı Dostlarımız Radyoda" isimli programda sürekli söyleriz. Öncelikle evinize, ortamınıza, hayat tarzınıza, yaşadığınız iklime uygun olmayan bir hayvan almayın. Bir canlı dost edinmeden önce mutlaka konusunda uzman bir veteriner hekime danışın, fikir alın. Yaz sonunda sokağa bırakacaksanız, yazlığa giderken size arkadaş olsun diye hayvan almayın. Kendinize alıştırıp sonra terk etmeyin, onların da bir can taşıdığını, hisleri olduğunu unutmayın.
Uzun yıllar bakmayı göze alamadığı için hayvanları sevmesine rağmen evine almayanlar bir nebze daha samimi geliyor bana. Hiç değilse dürüst davranıyorlar. Ancak bir de havaların ısınmasıyla birlikte çocuğuna tavşan, ördek yavrusu ya da civciv alan ebeveynler var. "Bir kedi ya da köpek alırsam yıllarca bakmam gerekecek alayım bunlardan birini 2 haftaya çocuğun elinde ölür nasılsa, böylece çocuğum da hayvan sevmiş olur" mantığıyla bu canlara peluş oyuncak muamelesi yapan ebeveynler var. Maalesef yazları çocuk parklarında sıkça rastlıyorum boynuna ip bağlanmış ördeklere, çocukların elinde kalbi güm güm atan ürkek tavşanlara, "bu civciv uçar mı?" diye çocukların defalarca havadan yere bıraktıkları civcivlere... Üstelik ebeveynleri yanlarında oluyor, demiyorlar ki "evladım onun da canı var yapma böyle…"Çoğu zaman ben uyarıyorum, hatta biraz da azarlıyorum çocukları. Bir gün anne, babalardan biriyle kavga edeceğim galiba ama bakalım ne zaman… Çocukta bir suç yok çünkü bilmiyor, öğretilmemiş. Ona bunu öğretecek yeterlilikte bir anne, babaya sahip olmayınca gelecekte de hayvanlara eziyet etmekten çekinmeyecek bir varlık yetişiyor. İnsan diyemiyorum kusura bakmayın. Büyüyünce “insan” olması ebeveyninin elinde, elinizdeki hamuru iyi şekillendirin lütfen.
Çocuklarınıza hayvan sevgisini bu şekilde aşılayamazsınız. Tam tersine hayvan canına saygı duymasına gerek olmadığını öğrenir bu yolla. Çocuğunuza evde bakması için bir canlı dost alamıyorsanız bile onu sık sık barınaklara götürebilirsiniz. Gittiğiniz barınağın ihtiyaçlarından alabilirsiniz. Bu yolla hem hayvanları sevip koşulsuz sevgiyi öğrenir hem de yardımlaşma duygusu gelişir.
Soma'daki maden faciası gerçekleştiği gün hiç birimiz olayın vehametini tam olarak kavrayamadık. Hatta birçok gazeteci ertesi gün yayınlanacak yazılarını başka konularda yazıp gönderdiler. Olay ancak Perşembe gün ağarmaya başlarken daha iyi anlaşıldı. O gün kamuoyunun da baskısıyla 3 günlük milli yas ilan edildi. Yasın başlama günü 13 Mayıs Çarşamba olarak belirlendi. İlan edildiği gün yasın 2. günüydü. Artık hayatımızın merkezi haline gelen sosyal medyada paylaşımlar tamamen Soma'da yaşananlar olmuştu. Cuma, yani Ulusal Yas'ın son günü akşama doğru paylaşımlar değişmeye başladı. Ne de olsa 19 Mayıs'ın Pazartesine rastlaması dolayısıyla mini bir tatil başlıyordu. (23 Nisan haftasındaki yazımda da belirtmiştim. Artık çoğumuz için milli bayramlar tatil demek maalesef.)
Milli yas bitmişti ama hala madendeki yangın yerine ulaşılamamıştı ve içeride çıkarılamamış madencilerimiz vardı. Tabi ki hayat devam ediyor. Evden çıkmayın, kimseyle görüşmeyin demek istemedim. Üstelik 19 Mayıs'ta ufak bir kaçamak yapmanıza imkan verecek 3 günlük tatil olduğunu biliyorum. Çoğu kişinin rezervasyonlarını aylar önceden yaptırdığını tahmin ediyorum. Kimse size tatile gitmeyin demiyor ama bunu bu seferlik olsun göze sokmadan yaşamak mümkün değil miydi?
Ne kadar sosyal medya bağımlısı olduğumuzu gözlemleme imkanım oldu bu günlerde. Öyle bir hale gelmişiz ki tatili dinlenmek için değil, başkalarına göstermek için yapıyoruz. Yediğimizi, içtiğimizi, gittiğimiz yerleri paylaşmazsak artık zevk alamıyoruz. Bir de tatile kılıf uydurma çabası var ki o en komiği; “Buralardan uzaklaşmak lazım, ruhumu dinlendirmem lazım” vs. Yahu ne gerek var bu triplere? Git, sessizce yap tatilini gel.
Eleştirim sadece başkalarına değil, ben de dahil olmak üzere tüm bağımlılara. Tamamen bu mecralardan uzak kalmamız mümkün olamıyor. Kimseyi de eleştirmek, özel hayatına karışmak haddim değil ama çok taze olan acılar üstüne bu paylaşımlar için biraz erken değil miydi? Bu sefer de denize soktuğumuz ayağı göstermeyiversek, kankamızla selfie çekmesek, tokuşturduğumuz kutlama kadehlerini paylaşmasak tatilimiz daha mı kötü geçerdi?
Bu tür olaylar önce eğlence sektörünü vurur, radyolar slow şarkılar çalar, televizyonlar Show tarzı programlarını kaldırır, eğlence yerleri kapanır, festivaller, şenlikler, konserler iptal olur. Konserini iptal etmeyen sanatçılar topa tutulur. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu denmez mi buna? Bakıyorsun herkes sefada ama bir ünlü mekan “bu hafta sonu elde edeceğimiz geliri Soma’ya göndereceğiz” şeklinde açıklama yapınca söylenmedik laf bırakılmaz. Sosyal medya hesaplarına bakarsan evler, balkonlar bile bu mekandan daha janjanlı eğlence durumunda.
Bir de günümüz çocuklarının tablet bilgisayarlara, telefonlara bağımlılığından yakınıyoruz. Yahu biz 2 gün uzak kalamıyoruz ki, çocuk nasıl kalsın. “Bizim çocukluğumuzda sokak oyunları vardı, arkadaşlarımız vardı, bisiklete binerdik” deyip duruyoruz da, çocuk ne görürse onu yapacak tabi. Elimizden telefonlar düşmüyor ki. Her anlarını fotoğraflayıp paylaşıyoruz. Daha doğmadan isimlerine sosyal medya hesapları açıyoruz sonra da sanki kendi kendilerine bağımlı olmuşlar gibi yakınıp duruyoruz.
Hayatımızı paylaşmayı seviyoruz, ancak gündem izin verirse! Geçen hafta yaşadığımız üzüntü dolayısıyla doğum gününü kutlayamadığımız yakın bir arkadaşımla sakin bir yemek yiyelim, hediyesini verelim hem de kutlamış olalım dedim dün akşam. Fotoğraf paylaşmadım ama yer bildirimi yaptım. Sonra eve geldiğimde bir çocuğun daha yetim kaldığını öğrendim. O zaman yazdığımdan utandım. Asıl bizi paylaşımlarımızdan utanacak hale getirenler utansın ve lütfen artık anneler de çocuklar da ağlamasın. Bu çocuklar ileride “Babam nasıl öldü anne?” diye sorduğunda annenin gözleri bu günleri anarak dolmasın.
Bırakın da kardeşçe yaşayalım şu güzelim ülkede…
Dünya Kadınlar Günü’nden sadece 3 gün sonra Adliye’de oğlu tarafından vurulan talihsiz kadının hikayesini paylaşmıştım o haftaki yazımda sizinle. Maalesef Anneler Günü’nden 3 gün sonra da yüzlerce anayı ağlattık. Ağlattık diyorum çünkü bu olayın sorumlusu aslında hepimiziz. “Hayır, ben değilim” demesin kimse çünkü esas sorumlu olan “sistem” ve biz de o sistemin birer parçasıyız. Daha şunun şurasında sadece 12 gün geçmişti 1 Mayıs İşçi ve Emek Bayramı’nın üzerinden. Taksimde kutlama, protesto, gösteri, yürüyüş (adı her neyse) yapılsın mı yoksa yapılmasın mı tartışmasından öteye gidemedi bayramın anlamı. O zaman da hak ettiğini alamıyordu işçiler ve bunun fark edilmesi için ölmeleri gerekmiyordu. Bugün kalkıp sendika başkanı işçiler yerine firmayı, denetleyenleri korumaya yönelik açıklamalar yapıyorsa yazıklar olsun o sendikaya.
Şu saatten sonra kimin sorumlu olduğu çok da önemli değil aslında. Birileri suçlu bulunsa gidenler geri gelecek mi? Daha anne karnında babasız kalan yetimler babasına kavuşabilecek mi? Hayır ama bundan sonra yaşanmaması için sorumluların tespit edilmesi lazım. Başka canları kaybetmeyelim, başka anaları ağlatmayalım, başka bebeleri yetim bırakmayalım diye. Ne yazık ki başımıza bir felaket gelmeden önlem almayı da tepki göstermeyi de bilmiyoruz. Bu olay olmadan önce o işçiler eylem yapsa greve gitse kaçımızın umurunda olurdu?
Yaşanan öyle bir kaos ki üniversitelerde ders olarak okutulsa yeridir. İçeride kaç işçi olduğunun bilinmemesi zaten başlı başına bir fiyasko! Kaç kişi çıkarıldı, kaçı sağ, kaçı hayatını kaybetti; açıklanan bilgiler bile güvenilir değil. Evet, belki bir bakanın ağzından bazı rakamlar duyuyoruz ama o kadar inancımızı kaybetmişiz ki politikacılara karşı, hiçbir söze inanamıyoruz.
Allah korusun ama yarın bir gün büyük bir deprem olsa içinden çıkamayacağımızın canlı örneği Soma. Kaldı ki Van’da yaralar yıllar geçmesine rağmen hala sarılamamış. Bir maden ocağını bile kontrol edemezken, daha büyüğünü düşünmek bile istemiyorum ve bir kez daha gönülden Allah korusun ülkemizi diyorum.
Hiçbir acı unutulmuyor, sadece insanoğlu zamanla o acıyla yaşamayı öğreniyor. Acıları acımızdır ağlayan tüm anaların. Biz kilometrelerce uzaktan yüreğimiz sızlayarak izlerken onların o karmakarışık hallerini düşünemiyorum.
Ve bunu okuyan her anneye birkaç lafım var:
Bak güzel kardeşim; şimdi sen rahat evinde, konforlu iş yerinde, bilgisayarından, tabletinden, telefonundan internete girip bu yazıyı okuyorsun ya, senden bir ricam var. Lütfen ama lütfen çocuğunu maddiyat odaklı yetiştirme. Kısa yoldan cebini doldurmayı değil, “can”a değer vermeyi öğret. Daha küçücük yaşlarında oyuncaklara boğma, her istediğini alma, istediğini elde etmek için başkalarının üstüne basabileceği kanısını yaratma. Düzen böyle diye az büyüdüğünde eline son model cep telefonu, altına araba çekmek değil annelik- babalık. Yarın patron olursa çalışanlarının haklarını düşünebilmesi için çok küçük yaşlarda sizi örnek alacağını unutma. O yanında “nasılsa bir şey anlamaz” diye rahatça konuştuğun çocuk belki yarın büyük şirketler yönetecek, belki politikacı olacak, belki düzeni değiştirecek. Sen evinde çalışanı azarlarken, iş yerinde senden alt kademelerde çalışanlara fırçayı basarken çocuğunun seni gözlemlediğini, rol model aldığını unutma. Elinde şekillenmeyi bekleyen bir hamur var. Sen nasıl bir kalıba sokarsan geleceğimiz de öyle şekillenecek.
Ve şimdi yardım için birlik olma zamanı. Nasıl Van depremi sonrası tek yürek olup yardım kampanyaları için çırpındıysak şimdi de Soma’da babasız kalan çocuklara el uzatma zamanı. Bu konuda birçok kampanya başlatıldı. Bunlardan bir tanesi de aşağıdaki linkte, bir göz atarsanız sevinirim. Hepimiz imkanlarımız dahilinde ne yapabiliyorsak elimizi taşın altına koyalım. Yardımın küçüğü büyüğü olmaz, herkes yapabildiği kadar.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye'de radyo yayıncılığının başladığı günü kutladık sessiz sedasız. 6 Mayıs 1927'de Sirkeci Büyük Postane'nin bodrum katında Eşref Şefik'in "Alo, alo muhterem samiin, burası İstanbul Telsiz Telefonu" şeklinde başlayan ilk anonsuyla Türkiye, "radyo" ile tanışmış oldu, ben doğmadan 49 yıl önce! (Tevellütü de açık etmiş olduk iyi mi?) Sonra 90'ların başında özel radyolar yayın hayatına başladı. Önce televizyon sonra internetin icadıyla tahtı biraz sarsılsa da radyolar hep hayatımızda oldu.
Ben de lise yıllarında gönül verdim radyoculuğa, Türkiye'de sevdiği mesleği icra edebilen şanslı kişilerden birisi olmak mutluluk verici. Daha önce bir yazımda bahsetmiştim, “çocuklarınızın kendilerine, ileride kuracakları ailelerine ve ülkelerine faydası olan, mutlu bireyler olmalarını istiyorsanız sevdikleri meslekleri seçmeleri konusunda onları destekleyin.”
Ben lise yıllarında karar verdim radyocu olmaya ve dile kolay 18 yıl oldu radyoculuğa başlayalı...
Artık mesleğimin tecrübeli isimlerinden biri olarak yeni nesile de bir faydam dokunsun istiyorum. Yıllardır Aydın Doğan Vakfı Genç İletişimciler Ödülleri'nde İşitsel Dalda jüri üyeliği yapmaktayım. Yarışmaya katılan genç arkadaşlarımızdan ışık gördüklerimin mesleğe profesyonel anlamda adım atmasına ön ayak oldum.
Ayrıca yine Doğan grubu bünyesinde staj yapan iletişim meslek lisesi öğrencilerine meslek koçluğu yapıyorum. Sektördeki ilk günlerinde, ilk adımlarında yanlarında olarak kendilerini güvende hissetmelerine yardımcı olmaya çalışıyorum. Meslek liseleri ve iletişim fakültelerinin davetlerine icabet ederek radyoculuğu anlatmaya gayret ediyorum. Sadece "2-3 saat bir program yapıp gideyim"den ibaret olmasın mesleğim, elimden geldiğince başkalarına da faydam olsun istiyorum.
Sesimle katkıda bulunabileceğim bir sosyal sorumluluk projesi için aradı radyocu arkadaşım Esin Görür. Ege Üniversitesi'nin "Konuşan Kitaplar" isimli bir projesi olduğunu, bu yıl radyocuları da dahil etmek istediklerini söyledi ve "Katılmak ister misin?" diye sordu. "Seve seve" dedim. İyi ki de demişim. Bu proje sayesinde hem çok güzel insanlarla tanıştım hem de görme engelli arkadaşlarımız için Milli Kütüphaneye ufak bir katkıda bulunmuş oldum. 7 Mayıs Çarşamba günü Ege Üniversitesi'nin davetlisi olarak İzmir'e gittim. Bizi çok güzel ağırladılar ve düzenledikleri törenle bizlere birer teşekkür belgesi ve plaket verdiler. Ben de Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Müge Elden, Yardımcı Doçent Özlem Ataman ve projeye emeği geçen herkese ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Ben yetişkin kitabı seslendirdim ama birçok arkadaşım görme engelli çocuklar için çocuk kitapları seslendirdiler. Biz kendi çocuklarımıza kitap okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışırken görme engelli çocuklarımızı da bu kitaplarda mahrum etmemeliyiz değil mi? İlk kez bu yıl katıldım ama bununla sınırlı kalmayacak. Allah sesime zeval vermediği ve proje devam ettiği sürece ben bu projede hep var olacağım. Hatta önümüzdeki seneyi beklemeden seslendirmelere başlayıp, bir sonraki buluşmaya kadar bir kaç kitaba ses vermeyi düşünüyorum. Bunlardan bazıları çocuk kitapları olacak, radyocu bir anne olarak bunu kendime görev edindim.
Hepimiz kendi imkanlarımız dahilinde sosyal sorumluluk projelerinde yer alabiliriz. Benim de sermayem sesim ise bu kadar faydalı bir işte kullanmaktan mutluluk duyarım.
Annelerin en çok kaygılandığı konudur "Çocuğum sağlıklı besleniyor mu?"
Anne olmadan önce çocuğunu sürekli yedirmekle uğraşan anneleri görünce "neden ısrar ediyor ki, canı isterse, acıkırsa yer zaten, yemiyorsa bırak gitsin" diye düşünmedim desem yalan olur. Sonra o meşhur karma devreye girer "anne olunca anlarsın!" Doğru, anlıyorsun.
Anneleri en çok zorlayan, çocuğunun doğru beslenip beslenmediği, doyup doymadığı, daha fazla ve daha yararlı yiyecekleri nasıl yedirebileceğidir.
Bu konuda annesini çok zorlamış bir çocuktum. Şimdi tabii annemin neler yaşadığını daha iyi anlıyorum. Ben çok çektirmişim anneme, daha doğduğum andan itibaren isyankar kimliğimle anne sütünü reddetmişim. Hiç emmemişim, bakın öyle bir kaç ay ya da kırkım çıkana kadar değil, hiç! Bir anne için ne zor bir durum. Yaşı oldukça genç olan annem ağlarmış, "ben gece kalkıp nasıl mama hazırlayacağım?" diye. Haklı tabii, emzirmek kolay, alıyorsun yanına bebeğini, ver ağzına memeyi, yatağında uzanarak emzir. Mama öyle mi ya? Kıvamını tutturdum mu, sıcak mı soğuk mu? Çocuğun ağzını yakmayalım kaygısıyla zaten uykun açılır, Bebeği besleyip sen tekrar dalana kadar çocuk bir daha acıkır. Bir de o zamanlar böyle kolay hazırlanan mamalar da fazla yok, olan da bir memur ailesi için bütçeyi aşar. Haydi bakalım pirinç unu ve nişasta ile hazırla mamaları gecenin köründe! Bu vesileyle "Anneler Günü" yaklaşırken anneme extra extra teşekkürlerimi sunuyorum.
Sonrasında da çok nazlı yemek yiyen bir çocuk oldum. 7 yaşına kadar da tek çocuktum. Sırf heveslenip yiyeyim diye mahallenin bütün çocukları bize çağırılırdı. O zamanlardan içime işlemiş hala çok severim evim arkadaşlarımla dolsun taşsın, sürekli sofralar kurulsun. Şen şakrak hep beraber yensin, içilsin. Bir de belki iştahım açılır, yeme alışkanlığı kazanırım diye eve koli koli bisküvi, çikolata alınırdı. Al işte, şimdiki tatlı, çikolata hastalığımın da sebebi bu olmalı!
Hep çok zayıf bir çocuktum, zaten az yiyorum bir de sokaktan içeri girmezdik. Parklardaki oyuncakların tepelerinden inmez, sokaklarda seksek, lastik, hulahop, topaç, birdirbir, saklambaç, ebelemece gibi envai çeşit oyunlar oynardık hava kararana kadar. Obezite diye bir kavram henüz literatürümüze girmemişti
Yıllar geçti ben de anne oldum, hiç anne sütü almamış biri olarak oğlumun bu kadar bağımlı olacağını tahmin etmezdim, Işık 'ı 19 ay emzirdim. Ona kalsa daha devam edecekti ama kilo alımı olması gerekenin altında olduğu için biz kesmek zorunda kaldık. Emzirme meselesi başlı başına bir konu. Onu başka yazıda daha detaylı ele almayı düşünüyorum
Geçtiğimiz çarşamba günü Diyetisyen Güneş Aksüs ve Klinik Psikolog Pınar Mermer birlikte "Çocuğum Sağlıklı Besleniyor mu?" başlıklı bir seminer verdiler. Kendi alanlarında çok başarılı olan bu iki kadın aynı zamanda anne oldukları için mesleki bilgilerinin yanında deneyimlerini de paylaştılar. Neden bir diyetisyen ve bir psikolog bir araya geldi derseniz yemek yemenin sadece fiziksel etkileri olmadığı, aynı zamanda bir sosyal aktivite olduğu, ilerideki yeme alışkanlıklarımızı ve davranışlarımızı da etkilediği artık uzmanlar tarafından sıkça söz edilen bir konu.
Bu hafta 23 Nisan’ımızı kutladık, sevindik, övündük, mutlu olduk. Acaba diyorum bu milli bayramların anlamı bazıları tarafından anlaşılmıyor mu? Cumhuriyete karşı olan kesimden bahsetmiyorum, o zihniyeti ciddiye alıp bahsetmem mevzu bahis olamaz zaten. Ben dışarıdan gayet modern, Atatürkçü görünen kişilerden bahsediyorum, genç bir şarkıcının örneğini vereyim size.
Son günlerin popüler isimlerinden biri olan hanım kızımız aileden kaynaklı maddi sıkıntısı olmayan, özel okullarda okumuş birisi. Ancak geçen gün sosyal paylaşım sitelerinden birinde 23 Nisan ile ilgili düşüncelerini paylaşırken öğrencilerin yaptığı gösterileri, giydikleri kıyafetleri küçümser bir yazı yazmış. Bir de üstüne resmi tatil olan bir günde bu gösterileri yaptıkları için onlar adına üzüldüğünü belirtmiş!
İyi de 23 Nisan neden tatil? Birkaç günlüğüne şehirden uzaklaşıp tatile, denize ya da yurt dışına gidelim diye mi? Hadi bir yere gidemedik, evde yayılalım diye mi? Bilgisayar başında pinekleyelim diye mi? Madem gösteriler yapılmayacak o zaman okul neden tatil olsun? O gösterilerin amacı çocuklarımıza bayram havası yaşatmak, birlikte bir şeyler yapma duygusu kazandırmak değil mi? Üstelik ben o çemberlerle, kurdelelerle yapılan dansları çok severdim. Gösterilerdeki danslar, hareketler basit, kolay olabilir de bir de şu taraftan bakın; doğru düzgün spor dersi bile olmayan okullarımızdaki öğrencileri birkaç hafta içinde senkronize bir şekilde bu gösterilere hazırlayacaksak danslar ne kadar komplike olabilir? Sen mükemmel dans edersin de 23 Nisan gösterilerini beğenmezsin anlarım ama sevgili şarkıcı arkadaşım, sen de nihayetinde kliplerinde bir Beyonce değilsin, onu n’apıcaz?
“Bu bayram neden çocuklara armağan edildi?” diye bir düşünmek lazım. Şimdi sen özel okullarda okuyup 23 Nisan’ı bir tatil günü görebilesin diye bir nesil çocukluğunu yaşayamadı. Bir nesil babasını cepheye gönderip belki bir daha hiç haber alamadı, belki hiç oyuncağı olmadı, evini barkını bırakıp belki kilometrelerce yürüyerek göçe zorlandı, bir nesil cepheye gidecek erkek kalmadığı için erkenden büyümek zorunda kaldı. Savaşta çocuk olmak yoktu çünkü, ama canımız feda diye düşünmüşlerdi. İşte bu yüzden bu tarihler birer resmi tatilden ibaret olmamalı günümüz gençlerinin gözüne. Buna üzülüyor insan.
Yani demem o ki sevgili anne babalar, çocuklarınızı yetiştirirken kavramların içleri boş kalmasın. Bir çocuğu özel okulda okutmak yeterli değil, eğitimi esnasında mümkün olduğunca çok ilgilenmeye çalışın. Boş bırakmayın, dini ve milli bayramları sadece resmi tatilden ibaret sanmasınlar, çünkü onlar da ileride birer anne-baba olacak ve çocuk yetiştirecekler. Kendi öğrenmediği bir şeyi çocuğuna aktarmasını bekleyemezsiniz. Bir zamanlar Uğur Dündar’ın haber ekibi böyle önemli günlerde çıkar sokağa ve halka mikrofon uzatır, “Büyük Millet Meclisi hangi tarihte kuruldu?” gibi sorular sorardı. Cevaplara inanamazsınız, açın youtube'dan bakın, hala duruyor videolar. Bir gün sizin çocuğunuzun da bu duruma düşmesini istemezsiniz değil mi?
Dünyada çocuklara bayram armağan eden ilk ülke olan ama maalesef çocuklarına iyi bakamayan bir ülkeyiz biz. Çok eski bir kamu spotu reklamı vardı, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın oynadığı (aşıyla ilgiliydi sanırım). Zeki-Metin ikilisi kadın kılığında dış sesin sorularına cevap veriyordu. Birisi çocuklarını sayarken “biri kızamıktan getti, birini eşek teptiii, birine nolduydu kızz?” diye diğerini dürtüyordu. Şimdi de çocuklarımızın biri denize düştü, biri havuza düştü, biri sokakta öldü, biri tecavüze kurban gitti. Oooof içim katılıyor bu haberlerde.
Artık onlara daha iyi, daha özenli bakalım.
Çocuklarımıza bayram gibi günler yaşatabilmemiz dileğiyle…