Yıllardır en sevdiğim söz; "Müzik Ruhun Gıdasıdır " bunu baz alırsak bir radyo programcısı olarak ben de gıda mühendisiyim. Aman gerçek gıda mühendisleri alınmasınlar, bizimki işin esprisi.
Düşünün müzik, hayatımızda ne kadar önemli, halayıyla oyun havasıyla düğünümüzde, ağıtıyla, ilahisiyle, uzun havasıyla cenazemizde hep müzik var.
Müziğin çocuk gelişiminde büyük etkisi olduğu biliniyor. Henüz sizlere veri sunabileceğim bilimsel bir araştırma yok ama konuşmaya başlamadan önce müziğe tepki verdikleri uzmanlar tarafından kabul görüyor. Biz de farkında olmadan bebeklerle melodik bir sesle konuşuyoruz.
Son yıllarda birçok anne bebeği henüz karnındayken ona müzik dinletmeye başladı. Ben de onlardan biriydim. Koyardım kulaklığı karnımın üstüne "Mozart for Babies" tarzında müzikler dinletirdim. Gel gör ki oğlum doğduktan sonra favori şarkıları "Gangnam Style ve Ankara'nın bağları" oldu, “ben nerede yanlış yaptım?” diye sordum kendime. Aslında çocuk da ne yapsın anne karnında her gün radyoya gide gele bakkal müzik üzerine master yaptı. Ayrıca Türk Pop’unun da uzmanı oldu. Bazen sanatçı arkadaşlarımız albüm dinlemeye çağırdığında hangi şarkıda tekmelerse o şarkı için tutar diyorduk.
Hamilelik döneminde sunuculuk yaptığım organizasyonlar oldu, sadece pop müzik dinlemedi, yerli yabancı caz müzisyenlerinin konserlerini de sundum. Yani bizim ufaklık değişik tarzlarda müzikler duyarak gelişti, büyüdü ama dünyaya geldiğinde seçtiği şarkılara bak!
Doğduğu dönemde yer gök Gangnam Style ile inliyordu, nereyi açsan duyardın zaten ama Ankara'nın Bağları'nı hiç dinletmedik. Işık 15 aylıktı sanırım, Alanya'da bir arkadaşımızın restoranında otururken yan tarafta doğum günü kutlaması esnasında CD'den Ankara'nın Bağları çalmaya başladı. Bizimkinin kalkıp bir oynayışı var ki görmeliydiniz. Meğer çocuğun içinde seymen yatıyormuş da haberimiz yokmuş. Yalnız bu Ankara’nın Bağları’nı sevmeyen çocuk görmedim, türkünün tuhaf bir büyüsü var, hemen çocukları sarıyor. Sonrasında Işık konuşmayı geliştirdi ve biz de ağırlıklı olarak çocuk şarkıları dinletmeye başladık, şu an 25 aylık ve birçok şarkı biliyor.
Her ölüm erken ölümdür ama çocuklara asla yakışmıyor. Çocuk ve ölüm kelimeleri yan yana bile eğreti duruyor. Bu yüzden elim gitmiyor bu yazıyı yazmaya ama gündemi takip etmeden de olmuyor işte. Her zaman içimizi yakar çocuk ölümleri, Berkin’in ölümü bu konuya dikkatlerimizi çekti ve sonrasında çocuklarla ilgili haberlere daha duyarlı olduk, belki de algıda seçicilik bizimkisi. Ülkemizde ve dünya genelinde maalesef çocuklar her zaman zarar görüyor, ihmalkarlık yüzünden olmayacak sebeplerle hayatlarını kaybediyorlar.
Minik Pamir’in kaybolmasının ardından babasının twitlerinin rtweet yapılması ve konunun bir sosyal medya hareketine dönüşmesi bu konularda daha çok kenetledi bizi, hepimiz pür dikkat bu konuya odaklandık. Birçok kişi yardıma koştu, gidemeyenlerimiz dualarla destek olmaya çalıştı. Keşke sonuç hepimizin yüzünü güldürseydi ama maalesef Pamir’den iyi haber gelmedi. Konuyu siyasete, mezhep ayrımcılığına bağlamaya çalışanları burada anıp insanlıktan nasibini almamışlara kıymet vermek istemiyorum. Fakat vicdanı olan ve olaya çok üzülen kesimden de anne- babaya çeşitli sitemler yükseldi; “kapıyı neden kilitlemediler, neden uyudular, neden komşu evin havuzuna daha önce bakmadılar” gibi sorular dolaştı ortalıkta. Bu sorularla anne babayı daha da acıtmaya gerek yok, onlar zaten pişmanlığın en büyüğünü yaşıyor, her gün ölüyorlardır.
Aynı gün yaşanan başka bir olay; Eminönü iskelesinde bebek arabasından denize düşüp çevredekilerin çabalarıyla 20 dakika sonra su altından çıkarılan 9 aylık Ahmet Nedim bebek hala yaşam mücadelesi veriyor. Pamir kurtulmadı ama sen umudumuzsun güzel çocuk, umarım bir an önce hayata tutunursun. Daha mart ayında Sirkeci’de arabalı vapurdan denize düşen araba içinde hayatını kaybeden 5 yaşındaki Ece Su’nun acısı dinmeden bir kayıp daha vermeyiz umarım.
Görüyorsunuz olayların çoğunda ihmal var. Ebeveynlerin çok dikkatli olmasını söylememe gerek yok. Sözde bunu hepimiz biliriz ancak uygulamaya gelince bir yerlerde hata veriyoruz. İnsan hayatı bu kadar ucuz olmamalı bu ülkede. Ucunda insan hayatı, özellikle de çocukların hayatı söz konusu ise herkes maximum düzeyde dikkat göstermeli. Acaba ebeveynler için hamilelik döneminde zorunlu kurslar mı olsa? Ehliyet kursu gibi, çocuk doğmadan birçok konuda eğitilseler nasıl olur? Dilerim ihmalden kaynaklanan başka olaylar yaşanmaz.
Hepimizin yüreklerini dağlayan son olay da Kars’ta yaşandı. Bu kez aslında artık birçok şeyin farkında, daha bilinçli diyebileceğimiz bir yaşta, 9 yaşında bir çocuk şu an hala sokakta elini kolunu sallayarak, belki yeni kurbanlar arayarak dolaşan bir sapığın kötü emellerine alet oldu.
Biz küçükken İstanbul’da bile okula yürüyerek gidip gelir, sabah çıktığımız sokaktan hava kararana kadar eve girmezdik. Annem beni sıkı sıkı tembihlerdi, özellikle oyuncak bebekleri çok sevdiğim için “bak sana bebek vereceğim, gel, şurada arabada, beraber alalım, gibi sözlerle kandırmaya çalışan olursa sakın inanma, hemen eve gel bana anlat” derdi. O zamanlar annemin bu tembihleri gereksiz gibi gelse de şimdi daha iyi anlıyorum ki çocuklarımızı bu konularda bilinçlendirmek gerek. Tanımadıkları kişilerle hiçbir yere gitmemeleri, “beni annen, baban gönderdi” gibi sözlere inanamamaları, yabancılar tarafından verilen hiçbir şeyi yiyip içmemeleri gibi konularda sık sık telkinlerde bulunmalıyız.
Dünya nasıl bir yere doğru gidiyor ki çocuklarımızı koruyamıyoruz? Çocuklara ve hayvanlara yapılan her türlü işkence, tecavüz, cinayet beni derinden üzüyor. Her zaman bu tür olaylardan etkilenmişimdir ama anne olduktan sonra her çocuğa kendi çocuğum gibi üzülür oldum. Dünya hızla kaynaklarını tüketiyor, kuraklık alarm veriyor, insanoğlu var olduğundan beri bitmeyen iktidar kavgası bundan sonra daha da kızışacak. Bu durumlardan en çok masumlar etkileniyor, hem de en olumsuz, en şiddetli haliyle... Ülkemizdeki terör olayları, Srebrenitsa, Filistin, Suriye ve daha birçok yerde büyükler savaşırken çocuklar öldü ve ölmeye devam ediyor.
Keşke çocuklar ve hayvanları taşıyıp götürebileceğimiz başka bir gezegen olsa… Keşke onları tüm kötülüklerden uzak tutabilsek… Keşke onlara şarkılardaki kadar güzel bir dünya sunabilsek… Keşke…
Şimdiki aklım olsa çocukluk ve ilk gençlik günlerimde daha çok kitap okur, ortaokuldaki "reading" derslerine daha çok kafamı verir "Great Expectations, Sense and Sensibility, A Tale of Two Cities, Of Mice And Men" gibi İngiliz Edebiyatı’nın en nadide eserlerini ders olarak görürken daha dikkat ederdim ama gençliğin verdiği heyecanla insan fazla kıymet bilemiyor. Çalışma hayatına dalınca bir de çocuk sahibi olunca kitap okumaya ayrılan süre iyice azalıyor.
Bu hafta 31 Mart- 6 Nisan arası "50. Kütüphaneler Haftası"! Kaçımız bu hayat koşturması içinde kütüphaneye gitme fırsatı bulabiliyoruz ki? Aslında bir gitsek, o sessiz sedasız, huzurlu mekanlar hepimize terapi gibi gelecek. Bu haftanın hatırına fırsat bulursanız bir kütüphane ziyareti yapın, varsa çocuğunuzu da götürün. Dijital çağ çocukları için belki bir müzeden farksız yerler kütüphaneler, bu farklılık ilgilerini çekebilir. Öyle güzel kütüphanelerimiz var ki! Özellikle İstanbul'da yaşayanlara tavsiyem; Taksimde bulunan dünyanın en güzel manzaralı kütüphanelerinden biri olan Atatürk Kitaplığı’nı mutlaka görün. Küçük bir kütüphanedir ama Cumhuriyet döneminin ilk kütüphanelerinden olduğu için önemlidir. Kurucuları arasında Osman Ergin, Muallim Cevdet, Haşim İşcan ve Muhsin Ertuğrul'un bulunduğu kütüphane halen faal olarak hizmet vermekte. Haybeden yazmıyorum, üniversite yıllarımda sıkça ziyaret ettiğim mekana telefon edip aktiflik durumunu ve hala nüfus cüzdanı ile üye olup okumak istediğimiz kitabı 15 günlüğüne alabileceğimizi öğrendim. Yıllar geçse de bazı alışkanlıkların değişmemesi güzel.
Bu hafta sonu çocuğunuzla birlikte bir kütüphane ziyareti yapmaya ne dersiniz? Sebebi ziyaretinizin "50. Kütüphane Haftası" olduğunu da söylersiniz. Bir tıkla dünyanın bilgisine ulaşabilen bir nesil için unutulmaz bir anı olur, inanın dijital çağ çocukları da kitapları sevebilir. Daha bebeklikten tutuşturun ellerine kitapları, artık aylarına, yaşlarına ve gelişimlerine uygun harika kitaplar var. Tabletler gibi değil kitaplar. İlk başlarda, sizin onlarla birlikte oturup yazıları okumanız, resimleri yorumlamanız gerekir. Hayal güçlerini geliştirebilmeleri için belki kitapta yazanlara katkıda bulunmanız, hikayeyi geliştirmeniz gerekebilir, sizin bile aklınıza gelmeyecek sorular sorduğunda tek tek cevaplamanız sizi zorlayabilir. E ama siz değil miydiniz çocuğuyla kaliteli zaman geçirmek isteyen? İşte size güzel bir fırsat… Zaman içinde gördükleri resimleri kendileri yorumlamaya başladığında beraber geçirdiğiniz zamanın meyvelerini toplayacaksınız. Televizyon ve bilgisayarlar çocukların hayal gücünü öldürür. Bu çağda onları uzak tutmamız çok mümkün olmasa da en azından beraber geçirdiğimiz zamanları farklı değerlendirebiliriz.
Bu demek değil ki, kütüphaneler sadece çocuklar için. Kendimize de zaman ayırmak istersek, yolumuz bir kütüphaneye düşsün. O sessiz ortamın huzuru, kitap kokusu ve sakinlik biraz ruhumuzu dinlendirir. Üstelik "çalışıyorum, vaktim yok" bahanelerine de bir cevabım var; "Geceleyin Kütüphane!" Evet, evet yanlış okumadınız. Geçtiğimiz yıllarda İstanbullular tarafından ilgiyle karşılanan kampanya bu yıl da devam ediyor ve kütüphanelerde gece geç saatlere kadar süren etkinlikler var. Böylece kütüphane keşfine çıkmamanız için bahaneniz de kalmıyor.
Tüm bu etkinliklerin adres ve detaylarını kutuphanehaftasi.istanbulkutuphaneci.org adresinde bulabilirsiniz. Önümüzde koskoca bir hafta sonu ve sizi bekleyen kütüphaneler var.
Etkinliklerin ana sponsoru, yıllardır alıştığımız yerinden çıkarılmaya çalışılan Pandora Kitabevi. Üniversite yıllarımda kaldığım yurttan oda arkadaşım part-time çalıştığı için sık sık uğradığım bir mekandı ve bence İstiklal'in simgelerinden biri. İstiklal Caddesi kitapçılarıyla güzel, ruhsuz bir Beyoğlu istemiyoruz!
Her gün hayretle takip ettiğimiz, hızla değişen ülke gündeminde insanın yazı yazmaya eli gitmiyor. Bu yüzden nice önemli günler, üzerinde konuşamadan geçip gidiyor. Örneğin geçen hafta tam da Türkiye’de Twitter’ın yasaklandığı gün “21 Mart Dünya Down Sendromu Farkındalık Günü” idi.
Aslında 7 yıldır var olan ancak 2011 yılında Birleşmiş Milletler kararı ile resmileşmiş bir gün. Down Sendromunun bir hastalık değil, farklılık olduğunu herkese duyurmak ve duyarlılığı artırmak için böyle bir güne ihtiyaç duyuldu ve Down Sendromuna sebep olan 21. kromozoma gönderme yapmak için 21 Mart seçildi. Bu yıl böyle karışıklık içinde geçip gitti ama umarım ilerleyen yıllarda daha etkili çalışmalar yapılır bu konuda.
Down Sendromu hakkında toplumsal bir bilinç oluşturulması, Down Sendromlu kardeşlerimizin toplum içinde daha rahat hareket edebilmelerini, kendilerini rahat hissetmelerini sağlar. Biz maalesef bu konuda pek duyarlı bir millet değiliz. Yıllarca Down Sendromunu bir hastalık olarak görerek onları toplumdan ayrıştırdık, çoğunlukla evlere hapsettik. Son yıllarda biraz daha bilinçlenmeye başladığımız doğru. Sivil toplum kuruluşları, bazı kamu kurumları, bazı özel kurumlar çeşitli çalışmalar yapıyor. Yeterli değil tabi ki ama çaba harcanması bile güzel. Mesela bir Down Cafe var ki, bu kardeşlerimize istihdam sağlaması açısından paha biçilemez bir mekan. Eğer merkezi bir yerde arkadaşlarınızla buluşmak istiyorsanız burayı seçebilirsiniz. Hani Gülbağ’dan yukarı doğru çıkarken solunuzda, Profilo Avm’nin yanında kalan Down Cafe var ya, belki yüzlerce kez önünden geçip de hiç girmediğiniz yer, işte oraya bir uğramanızda fayda var.
Beğenin ya da beğenmeyin, sosyal medyanın bu konular üzerindeki etkisi büyük. Belki 21 Mart tarihinde sosyal medyada paylaşılmasa Dünya Down Sendromu Farkındalık Günü’nden çoğu kişinin haberi bile olmayacak. Mesela bu yıl Dünya Down Sendromu Farkındalık Günü paylaşımları #DostlarKromozomSaymaz hashtagi altında toplandı. Sosyal medyayı kullanmanın bu tür faydaları da var. Ama gelin görün ki tam da o gün yasaklandı. Bu da güzel ülkemin şansı.
Umarım 2 Nisan'a kadar ortalık biraz durulur ve Twitter’ımıza tekrar kavuşuruz. Çünkü o gün de dikkat çekmemiz gereken önemli bir gün. 2 Nisan yine Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Otizm Farkındalık Günü” olarak ilan edilmiştir.
O gün İstanbul’da çok önemli bir konser var: Dünya Otizm Farkındalık Günü Konseri. Garajistanbul sahnesinde gerçekleşecek bu konserde sevdiğiniz birçok sanatçı yer alacak. Tüm geliri Otizm Dernekleri Federasyonu’na bağışlanacak olan bu konseri Janset sunacak, Aylin Aslım, Birsen Tezer, Ceylan Ertem, Çiğdem Erken, Fırat Tanış, Mabel Matiz ve Ogün Sanlısoy sahne alacak. Hem güzel bir müzik ziyafeti çekmiş hem de Otfed’e yardımda bulunmuş olacaksınız. Bence 2 Nisanı ajandanıza not edin. Gidemeyecekseniz bile bilet alıp katkıda bulunabilirsiniz. Biletleri Biletix’te bulabilirsiniz.
“Otizm Dernekleri Federasyonu da ne ola ki?” derseniz, o da şöyle;
Yine bir filmle başlıyorum bu haftaki yazıma; 2009 yılında, 81. Oscar Ödül töreninde "En İyi Film ve En İyi Yönetmen" dahil olmak üzere 8 dalda Oscar alan "Slumdog Millionaire"i çoğunuzun izlediğini sanıyorum. Hindistan'ın Mumbai kentinin kenar mahallelerinden birinde yaşayan Hintli bir gencin Milyoner yarışmasını kazanması üzerine hile yaptığından şüphelenilir ve Jamal isimli genç, polis tarafından sorguya alınır. Sorguda, çok da kolay olmayan bu soruları nasıl bildiğini anlatırken, biz seyirciler de anlarız ki kısacık hayatında yaşadığı bazı olaylar, yarışmada karşısına çıkan soruları bilmesine yardımcı olmuştur. Şimdi bu film aklınızın bir köşesinde kalsın, geçen hafta sonu yaşanan bir olaya göz atalım beraber.
Türkiye'de "Kim Milyoner Olmak İster" adıyla yayınlanan ve Kenan Işık'ın sunduğu yarışmaya Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğrencisi Yiğit Dorukhan isimli bir genç katıldı. Bilirsiniz Boğaziçi Üniversitesi'ne girmek kolay değildir. Bu genç kardeşimiz de Türkiye 76.sı olarak kazanmış üniversite sınavını. Yarışmanın başında hedefinin 30-60 bin TL civarında ödül kazanmak olduğunu söyleyen Yiğit, fazlasına da hayır demeyeceğini belirtince seyircinin de beklentisi arttı. Ancak Yiğit Dorukhan 5. Soruda elenince internet sitelerine düşecek kadar hayret yarattı.
5. Soru şuydu;
Damlarda beslenen, takla attırılmaya çalışılan kuş hangisidir?
A. Martı
B. Karga
Ne güzel bir gündü 8 Mart! Birbirinden güzel sözler havada uçuşuyordu. Bütün kadınlar çiçekti, kadınlar el üstünde tutulmalıydı, kadının eli öpülmeliydi, kadına kalkan eller kırılsındı! Dünya toz pembe, yarınlar umut doluydu. Sonra?
Sonra, 8 Mart bitti ve tam 3 gün sonra Çağlayan Adliyesi'nde bir kadın öz oğlu tarafından vuruldu. Berkin Elvan'ı 15 yaşında kaybettiğimiz gün 20 yaşında, hayatının baharında bir genç de anne katili oldu!
Daha söylenen sözlerin üstü soğumamış, 8 Mart'ta her köşe başında, çeşitli parti çalışanları tarafından dağıtılan çiçekler solmamıştı bile... Üstelik koruması bile koruyamadı onu, kadına kalkan el kırılmadı ama kadını korumaya çalışan el kırıldı.
Oğlundan bir zarar geleceğini düşünmemişti belki de kadın, öz oğlunun kendisini vuracak değildi ya, belki bu yüzden korumasının ardına sığınmamıştı. Oğluydu o, 9 ay karnında taşıdığı, hastalandığında başında beklediği, yemeyip yedirdiği oğlu... Neden zarar versin ki? En fazla babasıyla barışması için bir kez daha ikna etmeye uğraşacaktı ama beklediği gibi olmadı, oğlunun kurşunuyla 43 yaşında hayata veda etti.
Geçen haftaki yazımı bitirirken, '8 Mart'ta söylenecek afili sözlerin ardından kalanlara bakalım' demiştim ama bu kadar kısa sürede böyle bir haber alacağımızı tahmin etmemiştim.
Ne oldu peki o güzel sözlere? Hangi güzel söz koruyabilirdi o kadını?
Annesini bile vurabilecek zihniyette olan bir çocuğun kadınlara bakış açısını tahmin etmemiz de zor değil. Yarın bir gün ondan bundan ceza indirimleriyle tekrar sokağa çıktığında belki de evlendirecekler onu, 'Yalnız yaşanmaz, senin de bir yuvan olsun' diye. Ne kadar sağlıklı bir yuva kuracağını varın siz düşünün.
Bunlar bir tek kişiyi düzeltmekle düzelecek kadar küçük çaplı olaylar değil ki... Bizim toplumca terapiye ihtiyacımız var. Hepimizi uyutup çocukluğumuza inmeleri ve oradaki arızaları düzeltmeleri gerek. 'Zaten hepimizi uyutuyorlar' derseniz haklısınız, uyutuyorlar. Bakın uyuduğumuzun kanıtı: Kadınlar Günü'nün ardından kadınlarımıza bir de güzel hediye verdiler ve kürtaj yasaklandı! Şimdi gel de bu ülkede kadın haklarından, kadın kollarından, kadın mutluluğundan bahset.
Çocukları her zaman çok sevdim, çok da iyi anlaşırdım. Bu yüzden çocuğum olduğunda da çok seveceğimi biliyordum, yine de tarif edilemez bir duyguymuş anne olmak. Bir kaç gün önce 2 yılı doldurduk, güzel bir partiyle kutladık. Parti için bir video hazırladım günler öncesinden ve fotoğraflarla daha iyi fark ettim ki zaman gerçekten su gibi geçiyor. 1 yıl bir insan hayatında ne çok şeyi değiştiriyor. Sanırım gözünüzün önünde büyüyen bir çocuk olunca daha iyi anlıyorsunuz. Çocuğum yokken zamanın bu kadar hızla aktığını anlamazdım. Hatta çocuğu biraz daha büyük olanların söylediğine göre ilerleyen yıllarda zamanın akışına hayretlerim de artacak. Her günün tadını çıkarmak, çocuğumuzla geçen zamanı sindire sindire yaşamak lazım.
Ebeveyn olmak biraz da kaygı yüklüyor hard disklerimize. Çocuğuna güzel bir gelecek verebilme planları yaparken bir yandan da kendi dışında gelişen olayları kontrol edememenin burukluğu doluyor içimize. Geçtiğimiz günlerde Göktürk'te oturan arkadaşlarımızın evine giderken kucağımdaki oğluma "bu ağaçlara iyi bak Işık, muhtemelen bir kaç yıl sonra göremeyeceksin" dedim. Henüz anlamayacağını biliyorum ama kaygılarımı sesli dile getiriyorum. Ne yazık ki her yer beton, her yer ev, yeşile hasret kaldık. Böyle giderse suya da hasret kalacağız. Ağacı, ormanı olmayan yerde yağmur yağar mı?
Ben 100-150 yıl sonrasını anlatan Hollywood filmlerini izlerken çok geriliyorum. Hani dünyanın kaynaklarının tükendiği, insan neslinin yok olmayla karşı karşıya kaldığı, suyun, havanın, yiyeceklerin sadece zenginlerin kullanımında olduğu, zorbalık ve şiddetin kol gezdiği filmler var ya, işte o filmler benim kaygılarımı daha da artırıyor. Çocuklarımıza bırakacağımız dünyanın bu halde olma ihtimali beni iyiden iyiye üzüyor.
Yediğimiz her şeyin suniliğinden şikayet ediyoruz ya, tavukların, yumurtaların doğal ortamda yetişmediklerini konuşuyoruz ya, düşünün; 3. Köprüyle birlikte İstanbul'un kuzeyi imara açıldığına göre nüfusun 25 milyona çıkması öngörülüyor. 25 milyonun her biri günde 1 yumurta yese, günde 25 milyon yumurtayı hangi çiftlik üretebilir?
Bizim insanımız da ilginç, daha evlendiğinin ertesi günü "Çocuk yok mu?" diye sormaya başlarlar. Çocuğun olsa, lohusalığın bitmeden ikincinin soruları ve baskıları gelmeye başlar. Kimsenin düşündüğü yok; bu çocuklar ileride nasıl bir hayat yaşayacak? Dünya ne halde olacak? "Amaan sen doğur da rızkıyla beraber gelir" demek benim mantığıma bir türlü uymadı nedense. Yaşanası bir dünya bırakamayacaksak o dünyaya çok çocuk getirmenin ne gereği var?
İnsanoğlu var olduğu günden bu yana doğal kaynakları şuursuzca harcamaya devam ediyor. Sonunu düşünmek yok. Günümüz insanı daha bencil, daha savurgan, daha vurdumduymaz. Az kaldı 22 Mart Dünya Su Günü, sanırım bu konuya tekrar değineceğim.
Oğlumun doğduğu hafta bu kadar karamsar konulara yer vermem pek iyi olmadı. Şimdi 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nden bahsetsem, çizeceğim tablo malesef Edvard Munch'ın Çığlık tablosundan daha karamsar olacak. Bu aralar Kadınlar Günü üzerine söylenen süslü sözler emin olun kısa sürede unutulacak. Haftaya Dünya Kadınlar Günü'nün ardından aklımızda kalanlara bir göz atalım.
Çocuklarımız umudumuz aslında. Bütün bu karamsar tablolar içinde gelecekten hala ümitli olmamızın sebepleri onlar. Ben boşuna Işık koymadım oğlumun adını, geleceğimizi de onlar aydınlatacaklar.
İzlediniz mi bilmiyorum, "3 Idiots" isminde 2009 Bollywood yapımı bir film var. İçindeki Hindistan'a özgü toplu dans sahnelerini koymasalar, Hollywood tadında bir film olmuş. O sahneleri koymayana Hindistan'da gişe yok galiba. Ülkedeki rupileri cebe indirmeyi kafaya koyan yönetmen Rajkumar Hirani bunu göz ardı etmemiş ve film de yönetmenin istediği gibi, Hindistan'da tüm zamanların gişe rekorunu kırmakla kalmayıp yurt dışında en yüksek hasılat yapan Bollywood filmi olmuş.
Şimdi bu film de nereden çıktı diyeceksiniz, nihayetinde ben de sinema eleştirmeni değilim. Filmden bahsetmenin bir sebebi var. Hindistan'ın en iyi mühendislik okulundaki 3 arkadaşın hikayesinden yola çıkarak ebeveynlere ve öğretmenlere çok önemli dersler veriyor aslında. Filmde hayallerini gerçekleştirmesine fırsat verilmeyen ve ailenin umudu olarak mühendislik okumaya zorlanan gençlerin yaşadıkları olaylar, komediyle soslanmış dramatik bir senaryo ile anlatılıyor.
70'li yıllarda doğmuş Türk insanına çok tanıdık gelecek bir hikayesi var.
İhtilallerden yorulmuş, bir türlü düzelmeyen ekonomik gidişattan bunalmış, durumları toparlamakta pek de becerikli olmayan politikacılardan bezmiş yurdum anne babaları, 70’li yıllarda ailelerine katılan, 80lerin sonu ve 90larda üniversiteye gidecek olan çocuklarının, öncelikle bir devlet kurumuna kapak atması sonucu kendilerini kurtardıklarını dünya gözüyle görme hedefiyle çocuklarına psikolojik baskılar uyguladılar. Özellikle kendi hayallerini süsleyen bazı meslekleri çocuklarına dayatan anne babaların sayısı hiç de az değildi o dönemde. Bu mesleklerde ilk 3'te; Doktorluk, Mühendislik ve Avukatlık yer aldı. Daha ilkokuldan empoze etmeye başladılar. Üniversite yaklaştıkça baskılar arttı. "Tıp Fakültesi yazmazsan sana hakkımı helal etmem, benim kızım hukuk okuyacak, mühendis babası olacağım ben" şeklindeki baskıları yaşayan vardır mutlaka aranızda. O dönem "topçu ve popçu olmak" pek revaçta olmadığı için spora ve müziğe ilgisi olan gençler genellikle aileleriyle bolca çatışma yaşadı. Şu an etrafınızsa 30-45 yaş arası ne kadar mutsuz doktor, mühendis varsa hepsi bu baskıların ürünüdür.
Müzisyen olmak bir meslek sayılmadığı için müzikle uğraşmak isteyen çocuklarına "sen önce mesleğini eline al da sonra neyle istersen uğraş" diyerek en verimli çağlarını es geçtiler. Kimi ileriki yaşlarda, Ferhat Göçer gibi müzikal kariyerinde ilerleme kaydetti, kimi sadece hobi olarak devam etti, kiminin de içinde ukte kaldı.
Konfiçyus'un söylediği rivayet edilen bir söz var; " Seveceğiniz bir iş seçerseniz, hayatınızda bir gün bile çalışmış olmazsınız!" Kimin söylediği çok önemli değil aslında, sözün muhteviyatı çok değerli. Sevdiği mesleği seçme imkanı bulmuş birisi olarak bu sözü birebir yaşadığımı söyleyebilirim. Benim de annem üniversite zamanı yaklaştığında, Anadolu Lisesi okuyor olduğum için " İngilizce öğretmenliği yaz, bak çok rahat edersin, yaz tatili var, sömestir tatili var, bayramı seyranı var" demişti. Bir de böyle bir şey var, kız çocukları için en rahat meslek "öğretmenlik" olarak görülüyor. Oysa öğretmenliğin büyük bir istekle ve aşkla yapılması gereken bir meslek olduğu göz ardı ediliyor. Ben istemedim tatil falan, gerçekten de tatil sevmeyen bir meslek seçtim, bayram, yılbaşı, kar kış diye dükkanı kapatıp gidemeyeceğimiz bir iştir medya işi! Şikayetçi miyim? Hayır! Ben severek yapıyorum.
Siz de lütfen çocuklarınızın hayallerini gerçekleştirmesine fırsat verin. Sırf sizin içinizde ukte kaldı diye hiç bir şeye zorlamayın. Çocuklarınızı iyi tanımaya çalışın. Örneğin, matematiği çok seven bir çocuğunuz varsa hukuk okuyacaksın diye diretmeyin.
Şimdiki nesil biraz daha şanslı. Onları anlamak için bolca okuyan, araştıran, daha bilinçli ebeveynleri var. Yine de zaman zaman hepimiz anne, babalarımızın yaptığı hatalara düşebiliyoruz. Daha mutlu nesiller için çocuklarımızın hayallerinin peşinden gitmesine izin verelim.