Mine Çayıroğlu ile yaşıt sayılırız. Bizim sokaklarda koşturduğumuz yaşlarda o setlerdeydi. Şimdi "30 yıllık oyunculuk kariyeri" mevzu bahis olduğunda insanlar şaşırıyormuş, 6 yaşında başlayınca hatırı sayılır bir tecrübeye sahip oluyor insan. Birçok rolde oynadı çocukluğundan beri ama 80'li yıllarda Bulgaristan'da Türklere yapılan zulümleri konu alan televizyon dizisindeki Aysel karakteriyle tüm Türkiye'yi ağlattı. Aynı dönemde aynı konuyu işleyen bir tiyatro oyununda Bulgaristan'dan kaçan Türk ailesinin kızını oynadığım için duygusal bir bağ kurmuştum kendimce Mine Çayıroğlu ile.
Şimdi karşımda tecrübeli oyuncu, şarkıcı, anne olarak bulunan Mine Çayıroğlu ile hayatındaki her şeyi konuştuk.
Bugünlerde müzik çalışmalarına yoğunlaştınız, birkaç ay önce çıkan bir albümünüz var, yeni bir klip mi geliyor?
Yaza girerken "Sahte" isimli şarkımın hızlı versiyonuna klip çekmek istiyorum, sonbaharda da "Hayalperest" isimli şarkımı kliplendireceğim. Başladık müzik yolculuğuna bakalım.
2004 yılında "Zümrüt Gibi" isimli bir albümünüz vardı, ondan sonra arada müzikle ilgili bir çalışmanız oldu mu?
Konserler oldu pek sık olmasa da ama müzikle her zaman ilgilendim. Müzikten kopuk değildim, daha çok üretim aşamasındaydım. Galatasaray’da bir müzik atölyesi tuttum, orada eski eşimle beraber bir takım çalışmalar yaptık, ben söz yazdım o besteledi, o söz yazdı beraber besteledik, böyle yoğun bir dönem geçti ve biliyorsunuz üretim öyle hemen olan bir şey değil, yaşanmışlıklar da bunu besliyor ve doğru zaman önemli, doğru insanlarla karşılaşmak önemli. Geçen sene Süheyl Atay ile (yapımcımla) oturduk konuştuk, kimlerle çalışacağımızı kararlaştırdık.
Geçen hafta oğlumun ilk 36 ayında neler yaptığımızı anlatmıştım. Bu haftaki yazımda da bu 36 ay süresince istesem de yapamadıklarımı yazıyorum. Belki siz de benzer şeyler yaşıyorsunuz. Bakın ben oğlumun 0-3 yaş aralığında neleri yapamadım?
İlk 24 ay televizyon ve bilgisayardan uzak tutun diyor uzmanlar. O pek mümkün olmadı. Oğlumuz uyanık olduğu sürece hiç dizi, sinema filmi, haber vs izlemedik. Ama zaman zaman televizyonumuz açık oldu. İlk başlarda çizgi filmlerden pek anlamadığı için genelde müzik kanalları açık olurdu. İlk 24 ay gerçek ve sanalı ayıramazlarmış, bu sebeple tv ve bilgisayar zihinlerini karıştırırmış. Bu durumda bizimki izlediği kliplerde yola çıkarak "ben küçükken bizim evde bikinili kızlar vardı, nerede onlar acaba?" diyebilir. Şaka bir yana, o dönem ağırlıklı olarak yabancı pop video klipleri izledi. Ayrıca onun fotoğraf ve videolarını çekmek için 7x24 elimizde telefon olduğu için telefondan, tabletten, internetten uzak tutamadım. Mümkün olduğu kadar kitaplarla da haşır neşir olmasını sağlamaya, bol bol resim yapmasına imkan yaratmaya ya da oyun hamuru ile oynamasına gayret ettim ama tüm bunların yanında bilgisayar oyunları da hayatımıza girdi.
Anne sütünü uzun süre severek içen oğlum, devam sütü ve inek sütün ağzına sürmedi. Neler neler denedim, ambalajında Şimşek McQueen olan sütler mi dersiniz, çilekli, çikolatalı, muzlu çeşitler mi dersiniz, hepsini denedim. Sütlü kahve bile yaptım. Her seferinde cevabı net oldu; "Ben süt sevmem!" Çevremde çok duyuyorum, peynir, yumurta yemeyen çocuklar da var. Benimki de peyniri, yumurtayı, yoğurdu, ayranı sevdi de sütü sevemedi. Gerçi beslenme uzmanlarına sorduğumda inek sütü yerine probiyotik açıdan zengin olan yoğurdu tercih etmesi daha sağlıklıymış. Bu ufaklık gurme mi ne?
Geçen üç yıllık çocuk yetiştirme maceramda annem sık sık yanımda oldu. Ancak bir türlü Işık'ın yediği yemekten memnun olmadı, yedikleri hiç yeterli gelmedi, ona torunu hep zayıf ve çelimsiz göründü. Şişman çocuk iyi değilmiş desem de tatmin olmadı. Ne yazık ki ilk torunu onun hayalindeki gibi hapur hupur yemek yiyen bir çocuk olmadı. Ben de küçükken yemek konusunda çok çektirmişim anneme, çok mız mız yemek yemeyen bir çocukmuşum. Tarih tekerrür etti. Ama kendimden biliyorum ileride iştah açılıyor, hem de durdurması zor oluyor.
İstediğim halde 3 yaşından önce kreşe gönderemedim. Erken eğitim merkezine başladı ama benim niyetim 2.5 yaşında kreşe vermekti. Gerçi oğlumun ilk öğretmeni Havva Sarısakal 3 yaş öncesi çocukların ebeveyn olmadan yalnız kalacakları derslere girmelerini tavsiye etmiyor. Çocukların 36 ay öncesinde karşılaştıkları olaylarla yalnız baş edebilmelerinin zor olduğunu söylüyor. Ancak 24 aylıkken bile çocuğunu kreşe veren ebeveynler var. Çoğunlukla çalışan anneler, bakıcıya muhtaç olmamak adına çocuklarını tam zamanlı olarak kreşlere bırakabiliyor. Geçtiğimiz eylülde Işık 2.5 yaşında olduğu için kreşe vermeyi düşünüyordum, amacım bakıcıya muhtaç olmamak değildi çünkü benim her daim yatılı bir bakıcıya ihtiyacım var. Işık'ın sosyal bir çocuk olmasından ve evde başka çocuk olmadığı için sıkılıyor olmasından kaynaklıydı niyetim. Ancak yaz aylarında başlayan bakıcı sorunumuz yüzünden Işık'ta biraz güven sorunu oluştu. Sıkça değişen bakıcı ablalar yüzünden bize daha fazla bağlandı. Bu durumda okula verirsem kendini terk edilmiş hissetmesin ve bu durum okulu sevmesini engellemesin diye biraz daha beklemeye karar verdim. Bu esnada erken eğitim merkezinde başlayan ingilizce dersine başladı. Ders saatleri benim yayın saatlerime rastladığı için ben yanında olamadım, o dönem bakıcı ablası kimse onunla gitti ancak gönlümüze göre bir abla bulamadığımızdan o dersi de bırakmak zorunda kaldık, yine de bir kaç ayda epeyce yol katetti. Mesela renkleri öğrendi. Yanında ben de katılabilseydim daha verimli olacağından eminim.
Mart başında oğlumun 3. yaş gününü kutladık. Son yıllarda 0-3 yaş döneminin insanın hayatının geri kalanını çok fazla etkilediğine inanılıyor.
Eskiden böyle değildi. Bebekti, anlamazdı, seçimleri, zevkleri olmazdı, ne demek "ben onu sevmiyorum?" ne verirsen yemek zorundaydı. Olmadı zorla yedirecektin. Ne giydirirsen onu giyecekti, seçim yapma şansı yoktu. Çocuktu anlamazdı, yanında ne konuşursan konuş, nasılsa o kendi halinde oynardı. Televizyonda ne izlendiğine dikkat edilmezdi ortada çocuk var diye.
Şimdi olay daha farklı. 0-3 yaş gelişiminin önemi biliniyor. Hatta erken ergenlik denen 2 yaş sendromu bile var. Artık ne yedikleri, ne izledikleri, nasıl bir ortamda büyüdükleri, ebeveynlerinin ilişkileri, yanlarında ne konuşulduğu, hepsi çok önemli.
İnsan beyninin % 80'inin tamamlandığı düşünülen dönem bu. Dünyaya geliş anından itibaren hızla büyüyen çocukların 3 yaşı tamamladıklarında beyin ölçüsü neredeyse yetişkinlikteki büyüklüğe ulaşıyor. Büyüdüğümüzde bu dönemi çok net hatırlamasak da bu dönemde yaşananlar hayatımızın kalanını fazlaca etkiliyor, bu dönemde yapılan hatalar ve ihmallerin telafisi pek mümkün olmuyor.
Öncelikle fiziksel gelişimlerine dikkat etmek gerekiyor. Herhangi bir aksaklık ne kadar erken teşhis edilirse tedavisine o kadar erken başlanıyor. Ayrıca ince ve kaba motor gelişimlerinin düzenli sıralamada olması çok önemli. Dil gelişimini de ekleyebiliriz buna sanırım.
Çocukların yiyip içtikleri bu dönemde gelişmelerinde büyük rol oynuyor, ilk ve en değerli besin olan anne sütünün mümkün olduğu kadar çok verilmesi sağlıklı bir büyüme için en önemli adım. Ek gıdaya geçildikten sonrasına da çok dikkat etmek gerekir. Anne sütünden sonra en değerli besin; yumurta, diyor uzmanlar. Ayrıca Omega 3 kaynağı ceviz de çocukların beslenmesinde mutlaka yer almalı. Yemek listesi uzayabilir ancak çocuklara yemek yedirmek başlı başına bir sorun.
Öncelikle oğlumu uzun süre emzirmeye gayret ettim.
Niyetim 2 yaşına kadar emzirmekti ancak ona güvenip yemek yemeyi reddettiği için 19 aylıkken doktorun 2. kez söylemesi üzerine kestik. Ortalamaya bakılırsa 19 ay hatırı sayılır bir süre. Üstelik ilk 6 ay neredeyse hiç mama vermedim diyebilirim. Neredeyse diyorum çünkü kısa bir dönem emzirmekten dolayı meme uçları yara olduğundan mama vermem gerekmişti, yine de o günlerde bile emzirmeyi kesmemiş, müthiş acı çekiyor olmama rağmen ağlaya ağlaya emzirmiştim. Çok fazla kucağa alıştırma, sürekli emzirme diyenlere lütfen aldırmayın. Emzirme süreci zaten geçiçi bir süreç ayrıca şu an 3 yaşında ve sevmek istesem de kucakta çok fazla tutamıyorum. Demek ki kucağa alışmak diye bir şey olmuyormuş. Bilakis ben dokunmanın gücüne inananlardanım. Sevdiklerinize dokunmaktan çekinmeyin.
Geçen yıl Işık'ın 2. yaşını kutladığımız organizasyona Uygur Çocuk Tiyatrosu'nda yapımcı olan arkadaşım Filiz Şenger ve tiyatronun kurucusu Süha Uygur'u da davet etmiştim. Filiz, etkinlik davetime "o saatte oyunumuz olduğu için gelemedik, Işık'a mutlu yaşlar dileriz" gibi bir cevap yazmıştı. O an bende bir ışık yandı "seneye biz size geliriz" dedim. Yani 3 yaş doğum günü partimizin temeli geçen yıl atılmış oldu. Sezon başından beri Anadolu yakasındaki çeşitli mekanlarda oyunlarını sahneleyen Uygur Çocuk Tiyatrosu Mart ayı boyunca Akatlar Kültür Merkezi'nde olacaktı. Açıkçası doğum günü için Anadolu yakasına geçmemiz biraz zor olduğundan Akatlar bize çok uygun bir mekan oldu. Doğum günü organizasyonları dostlarımızla bir araya gelmemiz için güzel bir etkinlik oluyor ama çocuklar ortada boş boş dolanıyor. Bazen bir palyaço falan geliyor doğum günlerine fakat her çocuk için iyi bir anı olmuyor palyaço, özellikle küçük yaşlardakiler korkabiliyor. Bizim ilk iki doğum günü organizasyonumuza bir yoğurt firmasının dino karakteri eşlik etmişti, onda bile korkmuş, yaklaşamamıştı bazı minikler.
Bu yıl tüm davetli miniklerimize ve ebeveynlerine Uygur Çocuk Tiyatrosu'nun Çocuk Ülkesi oyunu için bilet aldık. Hepsi keyifle izlediler ve oyundan çok memnun kaldılar. Oyun sonunda oyuncular önce Işık'ı sahneye aldılar, o esnada Dilek Kavraal Özcan tarafından Işık ismine özel olarak yapılan doğum günü şarkısı çalmaya başladı. Dilek çok yetenekli bir müzisyen arkadaşım ve isme özel doğum günü şarkısı için bir mobil uygulaması da var artık. Çocuklara hoş bir sürpriz olabilir isimlerini şarkı içinde duymak.
Işık'ın ardından tüm çocuklar sahneye çıktı ve ortalık bayram yerine döndü. Hepsi çok eğlendiler. Sıra pasta kesmeye geldi. Tiyatronun cafesine bir doğum günü köşesi hazırladık, her şeyimiz tiyatro konseptliydi. Esas doğum günü hafta içine rastladığı ve 2 gün önceden kutladığımız için prömiyer dedik bu partiye. Fotoğraf çerçevemizi ben tasarladım, bu kez gerçek perde olsun istedim, Işık'ın Ayşe halası şu anda o işi yapmasa da perde dikme konusunda çok tecrübeli ve aylar öncesinden tüm ölçüleri verip perdeyi kendisine sipariş etmiştim. Ayrıca masa arkasındaki duvara asılan perdemizi hatta masa örtüsünü bile hazırladı. Duvar için bastırdığımız afişi ve tüm tasarımları da15 yıllık yakın dostum Evren Martı yaptı. Yılbaşı soframı anlattığım yazıda kendisinden bahsetmiştim, Evren'in Bir Dilim Düş isimli blogu var ve kendisini instagramda da aynı isimle bulabilirsiniz. Işık'ın doğumundan beri tüm pasta ve kurabiyelerini o yapar. Son yıllarda sabun ve kokulu taş da yapmaya başladı. Bu yıl tasarım işini tamamen ele aldı. Magnetlerimiz, kitap ayraçlarımız hep Evren'in tasarımı. Ben hayal ettiklerimi anlattım o yaptı. Ortaya harika bir konsept çıktı.
Benim canım arkadaşım, nikah şahidim Işın Karaca bir önceki akşam Antalya'da sahne almasına rağmen uçaktan iner inmez doğum günümüze geldi. Zeynep Mansur özel günlerimizde bizi yalnız bırakmayan Işık'ın doğumunda hastaneye ilk koşanlardan, Işık'ı çok seven özel bir insan. Derya Coşkundeniz ve anne karnından beri tanıdığım ikizleri de bizimleydi. Emeklerini hiçbir zaman ödeyemeyeceğim canım dostum Kerem Cangar ve Sibel Bayramoğlu erkenden gelip hazırlıklara yardım ettiler. Can dostum Sunny yeğenleriyle, komşum, dert ortağım Yeşim Mutlu da kızları Melis, Mayasu ve Mirayla, Hürriyet Gazetesi Magazin Servisi İstihbarat şefi Arzu Akbaş Zor ve kızı Nil, Merih-Zeynep Ermakastar çiftinin oğulları Şan Tual, İdil Başeskioğlu ve kızı Mia, Diyetisyen Güneş Aksüs ve oğlu Sanat, Psikolog Pınar Mermer'in oğlu Uzay, kişiye özel parti tasarımları yapan arkadaşımız Elçin Onat da oğlu Efes ile davetlilerimiz arasındaydı. Programları uymadığı için gelemeyen arkadaşlarımız da oldu. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyoruz. Hayat dostlarla güzel ve özel günler paylaşınca şenleniyor, tabii bu kadar emek harcayıp bir organizasyon yapınca en büyük hediye beğenilmesi. En çok da tiyatro fikri hoşuna gitti herkesin. Ne güzel düşünmüşsünüz dediler. Ben oğlumu onlarca kez tiyatroya götürebilirim ama onlarca çocuğun tiyatroyu sevmesine bir katkım olduysa tiyatrosever olarak ne mutlu bana.
Ocak ayının ikinci haftası "Enerji Tasarrufu Haftası." Tüketim çılgını haline gelmiş insanlar olarak ne kadar israf yapıyoruz hiç düşündünüz mü?
İnsanoğlu hızla artan nüfusuna rağmen dünyanın kaynaklarını hiç bitmeyecekmiş gibi harcamaya, yarını düşünmeden tüketmeye devam ediyor.
Sosyal medya başına oturup "Nükleer santral yapılmasın, oraya Hes kurulmasın, buraya şu olmasın" demek kolay. Peki yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç duymamak için ne yapıyoruz? Ne kadar tasarruf yapabiliyoruz?
Bir katı bile asansörle çıkarken elimize akıllı telefonu alıp HES istemiyoruz demekle doğayı ve çevreyi koruduğumuzu sanıyoruz.
Öncelikle biz ebeveynler gelecek neslin yaşam standartlarını düşünerek daha dikkatli olmalı ve çocuklarımıza da enerji tasarrufunu öğretmeliyiz.
Örneğin otelde geçirdiğiniz yaz tatilinde odam ben gelince serin olsun diye açık bırakıp gittiğini klimanın harcadığı elektrik, havaya saldığı gaz bile sizin şahsi ekolojik ayak izinizi oluşturan faktörler arasında.
Yeni yılın ilk günlerindeyiz. Her yıl sonu ve diğer yılın başında bazı kararlar alırız. "Bu sene diyete başlayacağım, spora daha çok vakit ayıracağım, ilişkilerimde daha dikkatli olacağım, daha erken yatacağım" vs. Sonrasında ne kadarını yapabiliriz orası meçhul ama "yeni" kelimesi bizi motive ediyor. Bu yüzdendir sanırım her pazartesinin diyete başlama günü olması. Biz de pazartesi günleri Diyetisyen Güneş Aksüs ile Radyo D'de "Keyifli Diyet" isminde bir program yapıyoruz. Pazartesi günleri sizi daha da yüreklendirmek ve bilinçlendirmek için yeni yılda da programımız devam edecek. Olay sadece diyet değil, sağlıklı beslenmek esas olan. Vücudumuzu yormadan, ihtiyacımız olan besinleri almak. Arada kaçamak yapılabilir. Bunu ben değil, işin uzmanı Güneş Aksüs söylüyor. Hatta kendisinin "Güneş'le Kaçamak Diyeti" diye bir kitabı da var. Yılbaşı arifesinde kaçamak yapmamıza izin verdi. Malumunuz yılbaşı hediyeleri içinde tatlı ve çikolata çok fazla yer bulunuyor, yılbaşı gecesi birçoğumuz için "yeme-içme" üzerine inşa ediliyor. Artık yılbaşı tantanası da bittiğine göre yeme düzenimizi rayına oturtmakta fayda var.
Benim gibi tatlıyla başı dertte olanlardansanız biraz daha sağlıklı, tatlı atıştırmalıklar için tavsiyelerim olacak.
Yılbaşı öncesi arkadaşım Yeşim Mutlu'nun bloguna konuk oldum. Kendisi röportaj için gelecekti evimize, ben de bir yılbaşı sofrası hazırlayayım dedim. Hazırlık aşamasında yakın dostum Evren geldi bize ve onunla birlikte çok güzel yılbaşı kurabiyeleri hazırladık. Bu şeker hamurlu kurabiyeler özel günlerimizin vazgeçilmezi oldu son yıllarda. Sofraları renklendiren kurabiyelerin yeni yıl konseptli olanlarını beraber hazırladık Evren ile... Evren'in ‘Bir Dilim Düş’ isimli bir blogu var, ne yetenekli olduğunu bu blogdan takip edebilirsiniz.
Kurabiyelerin hepsi birbirinden güzel fakat Yeşim de ben de diyetteyiz. Hadi ben biraz bozuyorum çünkü doğum öncesi kiloma indim ancak Yeşim daha başında olduğu için bozmuyor hiç listelerini. Ben de sofram için diyete uygun bir şeyler hazırlamak istedim. İnternette gördüğüm bir tarifi denedim. Elmalı, yulaflı, cevizli toplar hem şık hem de sağlıklı bir ara öğün olabilir. İçinde hiç şeker yok.
2 adet elma, 1 yemek kaşığı yulaf kepeği, 1 tatlı kaşığı toz tarçın, 2 adet ceviz. Elmaları rendeleyip tavada rengi dönünceye kadar çevirip içine toz tarçın, ufaladığınız cevizleri ve yulaf kepeğini ekleyip iyice karıştırın, elinizle top şekli verin. Biraz soğuyunca Hindistan cevizine bulayın, dolapta bir müddet beklettikten sonra servis yapabilirsiniz. Ben çubuk ve kurdeleler eşliğinde biraz daha şık bir görüntü vermeye çalıştım. Şeker ve tatlandırıcı olmadığı için hamile ve emziren okurlarıma gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim.
Yaptığım bir diğer tatlı da ‘Güneş'le Kaçamak Diyeti’ kitabında bulunan Sütlü Light İrmik Tatlısı. Tatlandırıcı ile yapılıyor. Bu arada kitabın son bölümünde tatlı, tuzlu birçok sağlıklı tarif var, aklınızda olsun.
İspanyol ressamlara özel bir ilgim vardır. Hayat hikayeleri, resimlerinin hikayeleri beni hep çekmiştir. Türkiye'de eserleri sergilendiğinde kaçırmamaya çalışırım. Ayrıca İspanya'nın çeşitli şehirlerinde müzeleri de imkanım oldukça gezer ve ülkemize gelmeyen eserlerini de takip ederim. Özellikle diktatörlük dönemini yaşamış, ülkesini terk etmek zorunda kalmış, 2. Dünya Savaşı'ndan çok etkilenmiş ressamların eserleri daha bir etkileyici.
Sakıp Sabancı Müzesi bu konuda ülkemizin öncülerinden biliyorsunuz. 23 Eylül'de başlayan Joan Miró sergisi de 1 Şubat'a kadar sürecek.
Çok sevdiğimiz dostlarımız Aksüs ailesiyle beraber çocuklarımızı yanımıza alarak bu sergiyi gezmeye gittik yağmurlu bir pazar günü. Güneş ve Seren Aksüs'ün 4.5 yaşındaki oğullarının adı Sanat! İsmi gereği zaten sanatla haşır neşir olmasını beklediğimiz küçük Sanat'ımız Işık'ın da en sevdiği arkadaşlarından birisi. Biz de bu iki arkadaşı kaptığımız gibi Sakıp Sabancı Müzesi'ne gittik. Bu arada sergiyi çocuklarıyla gezmek isteyen ebeveynlere güzel bir haberim var. Normalde yetişkinlere 20 TL, öğrenci ve öğretmenlere 15 TL giriş ücreti olmasına rağmen bir çocuk ve ona eşlik eden bir ebeveyn ücretsiz olarak sergiyi gezebiliyor. Yeni nesile sanatı sevdirmeniz için hiç bir bahaneniz kalmıyor!
Tabii 2.5 yaşındaki Işık'ı sergide zaptetmek kolay değil. Sürekli hareket halinde bir çocuğu takip etmek ve bu esnada eserleri incelemek, bilgilerini okumak biraz zahmetli bir iş. Çocuksuz gezenlerin rahatlıkla izleyebildikleri video ve belgeselleri bizim oturup seyretmemiz mümkün olmadı ama elimizden geldiğince eserleri tek tek incelemeye çalıştık.
Benim bu yazıda size bahsetmek istediğim esas konu sergi sonrası evde yaşananlar. 2.5 yaşındaki bir çocuk ne anlasın Miró sergisinden diye düşünebilirsiniz ancak serginin ertesi günlerde evde boya kalemleriyle resim çizerken "Anne bak Miyo yapıyoyum" dediğini duyduğunuzda anlamadığını sandığınız bir resim sergisinin onun kafasında yeni ufuklar açtığını fark ediyorsunuz. O günden sonra bizim evde çizilen resimlerin adı Miyo oldu! Sergiyi gezerken "acıktım, gidelim" demesine rağmen evde sergiyi çok beğendiğini ve tekrar gitmek istediğini söyleyince mutlu oluyor insan. O sergiye olmasa da mutlaka başka sergilere gidilecek beraber.
Aslında bu Işık'ın ilk sergi tecrübesi değil. Henüz 1 yaşını yeni geçmişken Nişantaşı'nda bir galeride Jale Yılmabaşar sergisini gezmiştik beraber. Ancak henüz çok küçük olduğundan unuttu sanırım. Artık 3 yaşına yaklaştığından daha bilinçli ve gittiği yerleri algılaması, hatırlaması daha mümkün oluyor.
Bu hafta bambaşka bir konuda yazmayı planlarken bir fotoğraf çıktı karşıma. Sektördeki en eski arkadaşlarımdan birisi, Ece Erken instagram hesabından çok masum bir fotoğraf paylaşmıştı. Yerde yatan güzel bir köpeği severken çekilmiş fotoğrafını gördüğümde yüzümde oluşan tebessüm altına yazılan yorumları okuyunca yerini çatık kaşlara bıraktı.
Bilindiği üzere Ece bir bebek bekliyor. Kendisinin de Angel isminde dünya şekeri bir köpeği var ve dolayısıyla hayvanlarla yakın temastan çekinmeyen birisi. Ancak fotoğraf altına yazılanlara bakılırsa hala hayvanları zararlı olarak görme konusunu aşabilmiş değiliz.
"Hamileyken tüylü hayvanlardan uzak dur, tüylerinden hastalık geçer" diyen mi ararsınız "köpek nefesi çok tehlikeli" diyen mi? Fotoğraf altına yazılan yorumları okuyunca "yok artık" dememek mümkün değil.
Hurafeleri çok seviyoruz milletçe. Hele hamileleri korkutmaya bayılıyoruz.
Öncelikle bu yazıyı haybeden yazmıyorum. Hamileliğini evde 2 kedi, radyoda bir köpekle geçirmiş ve sağlıklı bir şekilde 39. haftanın sonunda doğum yapmış birisi olarak yazıyorum.
Özellikle kediler hamilelik konusunda çok sabıkalı. Bu toksoplazma olayı benim aklıma "Trainspotting" filmindeki bir sahneden sonra yer etmişti. 10 senedir kedilerle yaşayan birisi olarak hamile kalmadan önce toksoplazma testi yaptırdım. Toksoplazma geçirmemiştim. Buna rağmen ne evdeki kedilerimden ne radyodaki köpeğimizden herhangi bir hastalık kapmadım. Doktorum Burçak Erzik toksoplazma geçirsem bile bunun tekrar edebilen bir enfeksiyon olduğunu söyledi. Yani test yaptırmış olmanız ve geçirmiş olmanız size bağışıklık kazandırmıyor. Ancak doktorum "evdeki kediyi sevmekten zarar gelmez, sadece hamilelik sürecinde kumlarını sen temizleme" demişti.