Sevgili Atlas bebek,
Öncelikle hoş geldin, sefalar getirdin.
Gelişin bir haftayı geçti. Seni hala ziyaret edebilmiş değiliz. Şimdi geleniniz gideniniz çoktur diye düşündük. Baban popüler adam, annenin eşi dostu bol... Haftaya gelip senden bir yanak almak istiyorum. Ben yeğenlerime doğum günlerinde böyle mektuplar yazıyorum. Ece 15, Mekin 12 yaşına geldi artık.
Sen de benim bir yeğenim sayılırsın. Sana da yazmaya çalışacağım önümüzdeki yıllarda.
Bu yakınlık nereden mi geliyor? Anlatayım...
Kendimce yazı insanıyım ya. Bu benim en sevdiğim kimliğim. Bu kimliği büyük ölçüde baban sayesinde edindim. Yazı konusunda bana hep destek oldu.
Tabii, bir de onunla aramızda bir “davetiye” muhabbeti vardır. Onu da ona sor, anlatsın.
İlkokul öncesi: Şemsettin Efendi’yi kaçırmasak bari – Şemsettin Efendi yazın öğle saatlerinde arabasını ittirerek “dondurma kaymaaaaaak” diye bağırarak geçerdi Mithatpaşa Caddesi’nden...
İlkokul: Acaba bakkala naylon top gelmedi mi daha? / Bu yaz Marmaris’te biraz daha uzun kalırız inşallah / Akşam Gözümoğlu sinemasına gitmeme izin verecek mi bizimkiler?
Ortaokul: Yatakhanede yine sular kesik demek! / Baskette şu Lise sonları bir yensek… / Neden bu kadar erken öldü ki dedem, yıldızları anlatacaktı daha.
Lise: Bu karartmalardan sonra ya sahiden Yunanistan’la savaş çıkarsa? / Amerikan pazarına kırmızı Converse ne zaman gelecek? / Üniversite için ilk sıraya nereyi yazsam ki?
Üniversite: Termodinamik güzel ders de, akışkanlar mekaniği ne iş? / Yine nerede bomba patlamış? / Karşıda benzin var mı acaba? Avrupa yakasında yok diyorlar.
Lisansüstü: John Lennon’ı vuracak ne var! Bu ABD’nin de işi zor ha, Reagan becerebilecek mi? / Döneyim mi, kalayım mı?
Askerlik: Geç dört ay geç / Gel Nimitz gel, gel ki Amerikalı askerlere tercümanlık yapalım, rahat edelim / Ne kabak yetişiyor bu Antalya’da ki karavana kabaktan ibaret.
SEVGİLİ Aydın Akımsar’ı kırk yıldır tanırım. Henüz bu ülkede çok az tenis oynanıyorken Kültürpark Tenis Kulübü’nde birlikte epey raket sallamışlığımız vardır.
Daha sonra Aydın kendini tenise adadı. Yıllardır bıkmadan usanmadan tenisçi yetiştiriyor. Hobisini işe çeviren şanslılardan. Şimdi tenis üzerine bir de Blog yazıyor. 9 Ocak tarihli yazısında şöyle demiş:
“Duyguların aslında enerji olduğu çok iyi bilinen bir gerçektir. Neşe, sevinç, istek, kendine güven, kararlılık yüksek pozitif enerji; öfke, yüksek negatif enerji; isteksizlik, düşük pozitif enerji; korku ise düşük negatif enerjidir. Yüksek pozitif enerji örneğin kendine güven duygusuyla yapılan bir vuruş mükemmel sonuç verirken, korku yani düşük enerji zayıf vuruşlara, öfke abartılı hareketlere, düşük pozitif enerji durgunluğa sebep olmaktadır. Duygularını yönetmeyi öğrenen bir oyuncunun sahada ve hayatın her alanında büyük bir avantaja sahip olacağı kesindir.”
Genellemeler tehlikelidir, ama gelin isterseniz İzmir’e bir de bu açıdan bakalım:
İlk anda kentte düşük pozitif enerjiye dayalı isteksizlik havası dikkati çekebilir. İzmir yavaştır ya.
Bunun yanında pozitif yüksek enerji işareti olarak kendine güven, neşe, sevinç gözlemlemek mümkündür. Güneş burnunu göstersin yeter.
Negatif enerji işareti derseniz, azıcık öfke, azıcık korku vardır belki ama baskın değildir.
Fed tutanakları konusu bir Pazar yazısı için hiç uygun değil mesela. Bir Cumartesi yazısı içinse ehhh...
Malum, Pazar yazısı diye bir şey var. Daha hafif, daha keyifli, daha ziyade iyilikleri gören, “doğru ya, bugün Pazar” dedirten yazılar...
Cumartesi de Pazar yarısı sayılır.
Peki o zaman, nereden çıktı bu Fed Tutanakları derseniz, hikaye şu:
Uzak ülkelerden birinde, yani Amerika’da, kelli felli bir adam yaşarmış. Ağırbaşlı, aksakallı, bilge bir kişilik olan bu adam bir gün oranın bütün bankalarının patronu olan FED’in Başkanı olmuş. Başkan arkadaşlarıyla sık sık toplanır dünyanın halini konuşurmuş.
Fakat şanssızlık o ya, bizim adam göreve geldikten bir yıl sonra ekonomiden pis kokular gelmeye başlamış. İlk önce oralı olmamış bizim aksakallı... Ama sonra devreye girmek zorunda kalmış. Piyasa denen bir dev varmış. O susuz kalmışmış meğer. Bizimki muslukları bir güzel açmış.
Bu kez İsviçreli değil, Amerikalı bilim adamları oturup araştırmışlar. Hem de 1955 yılında. Yaya geçidinde kırmızı ışıkta bekliyorsunuz. Yanınızda bekleyen iyi giyimli yaya, yolu uygun görüyor ve kırmızı ışıkta karşıya geçiyor. Takip eder misiniz? Uyarır mısınız? Ayıplar mısınız?
Araştırmaya göre kırmızı ışığı ihlal eden iyi giyimli birini takip etme ihtimaliniz, kötü giyimli birini takip etme ihtimalinizden çok daha fazlaymış. Statü sahibi olduğu düşünülen kişilere daha kolay yakınlık duyuluyormuş.
O yıllarda o coğrafyada yapılan bu araştırmanın şahsen bugün bu coğrafyada da geçerli olduğu düşüncesindeyim. Kılığa kıyafete yerli yersiz anlamlar yüklüyoruz.
Geçenlerde bir yönetim kurulu toplantısındaydık. Şirketin sosyal medya yüzünü yöneten ajansın sahibi ile tanışacak ve yeni dönem için önerilerini dinleyecektik.
Otuzlu yaşlarda, saçı başı dağınık diyebileceğimiz, lastik ayakkabılı, hırpani kazaklı bir adam içeri girip kendini tanıttığında yadırgamadım değil. Tamam, rahmetli Steve Jobs da kravat falan takmazdı.
Bill Gates de öyle. Yine de kafamda bir soru işareti oluştu.
Sunum başladıktan bir iki dakika sonra aklımda soru işareti falan kalmadı. Sunum bittiğinde de doğru bir seçim yaptığımıza, bu ajansla ses getirecek projeler gerçekleştireceğimize kanaat getirdim.
Ekonomik iklim açısından ilginç bir yıldı 2012.
Kötü beklentilerle başladı ama beklendiği kadar kötü olmadı. Makro açıdan. Faizler tarihi düşük seviyelere geriledi. Borsa rekorlar kırdı. Kurlar yerinde saydı.
Bankalar yine çok kar etti. Büyük şirketlerden de bankalara eşlik edenler oldu. Büyüme yavaşladı ama durmadı.
Sokaktaki adam için kötü günler de vardı iyi sürprizler de. Tepedeki bahar havası aşağıda o kadar hissedilmedi ama. Karlılık düşüktü. İş vardı ama tahsilât sorunları yaşandı.
İzmir tahminen yine ülke ekonomisi kadar büyüdü. Çok kötü sinyaller vermedi. 2013 ile ilgili beklentiler de patlamadı.
Ülkede ekonomi dışındaki hayat gergin, dengesiz ve moral bozucuydu. Öfke dilinden yine kurtulamadık bu yıl. Yakın bir gelecekte de kurtulacağımız yok.
Barış yine lafta kaldı. Özgürlüklere ayar vermeye çalışanların homurtusunu daha sık duyar olduk.
Hep mi böyleydi? Yoksa şimdiki zaman halleri mi bunlar?
Bu karikatürü görünce “daha iyi anlatılamazdı” diye düşündüm. Günlük hayatımızda sık rastladığımız bir durum bu. Acıdan kaçıp hazza koşma meselesi giderek daha abartılı bir hal alıyor.
Evet, herkes bir gün “mutlu eden yalanlar” kuyruğuna girebilir. Doğaldır, insanlık halidir. Hele ufukta “Mutlu Eden Gerçekler” filmi de pek görünmüyorsa...
Yine de arada bir “gerçekle” bağı kontrol etmekte fayda var. Hazırlıksız yakalanmamak için... Çünkü görmezden gelsek bile gerçek kendini bir gün, bir şekilde gösterir.
İzninizle bugün “rahatsız edici bir ülke gerçeğine” değineceğim. Değinmekten ötesini yapabilseydim keşke...
GEÇEN gün sevgili Reşat Yörük aradı. “Akıllı Trafik Yönetim Sistemi için IFC (International Finance Corporation) ile imza töreni var, bekleriz” dedi.
Gün ortasında böyle toplantılara icabet etmek kolay olmuyor, ama konu “trafik” ve “akıllı sistemler” olunca gitmek istedim.
Ulaşım bütün kentlerin ortak sorunu... Bu soruna getirilecek her mühendislik çözümü de hem ilgi çekici hem kutsal...
Salon hayli kalabalıktı. Medya ilgisi de üst düzeydeydi. Önce “Tam Adaptif Trafik Yönetim Sistemi” ile ilgili tanıtıcı bir sunum vardı. Ayrıca alınacak 114 adet acil müdahale aracıyla ilgili de bilgi verildi.
Daha sonra IFC temsilcisi İzmir’i neden önemsediklerini gayet olumlu bir tonda izah etti. Ardından söz alan Başkan Aziz Kocaoğlu da 45 milyon Euro’luk kredi için sıkı bir pazarlık dönemi geçirdiklerini belirtip “Akıllı Trafik Sistemi” yatırımının ülkede bir ilk olduğunu vurguladı. Daha sonra imzalar atıldı ve toplantı sonlandı.
Sistemin oldukça iddialı hedefleri var. Engelliler için sesli trafik lambasından tutun da kırmızı ışık ihlallerini algılayan manyetik sensörlere kadar... Kent 700 kamerayla izlenecek... Kredi 15 yıllık ve faiz oranı Euribor + %2.75 ki fena görünmüyor.
Toplantıda soru cevap bölümü olmadığı için kafamda oluşan soruları buraya taşımak durumunda kaldım: