24 Aralık 2005
64 yaşındaki Asil Nadir’in 23 yaşındaki Filistinli bir kadınla evlendiği söyleniyor. Ne demek lazım...
"Bir yastıkta kocasınlar" diyeceğim ama taraflardan biri başka yastıklarda yapmış o işi zaten.
Aslında ben evlilikte erkeğin kadından büyük olmasından yanayım. Aksi genç yaşlarda sorun olmuyor ama ileriki yıllarda bırakın erkeğin daha genç olmasını, ikisinin aynı yaşta olması bile yolların ayrılmasına neden oluyor.
Mesela 50 yaşında bir erkekle 50 yaşında bir kadını aynı kefeye koyabilir misiniz?
Kadın 50 yaşında, hadi yaşlanmış demeyeyim ama yorulmuş oluyor.
Her şeyi irdeleme huyundan mı artık...
Yaradılıştan gelen "sınırsız sorumluluk" halinden mi...
Erken tüketiyor kadın kendini.
Görünüşü kurtarsa bile cıvıldama isteği kalmıyor.
"Boş fıçı çok langırdar" diye bir söz vardır... Gerçi mana olarak bizim konumuzla ilgisi yok ama ben naçizane bir uyarlama yaptım.
Kadın yıllar içerisinde fıçıyı dolduruyor.
E, haliyle artık "langırdamıyor."
Erkeğinse gönlü her daim "langırdayan" kadından yana. "Davul dengi dengine çalar" durumu mu artık...
Kadının aksine, Allah vergisi bir vurdumduymazlığı var erkeğin. Bunun ileriki yıllarda kendisine yol, su, elektrik olarak döndüğünü görüyoruz, nazarım değmesin!
E, tıp ilmi de neredeyse bütün dikkatini erkeğin açığını kapama işine vermiş...
Hal böyle olunca aynı yaşta kadınla erkeğin evliliğinin, bir taraftan bir tarafa emri hak vaki olana kadar sürmesi pek mümkün olmuyor.
Tabii nefsini terbiye etmiş erkekler, beraber "derinleşmiş" çiftler, sıkı arkadaşlığa dönüşmüş ilişkiler de vardır. Fakat kırlardaki dört yapraklı yonca sayısı kadar.
*
Diyeceğim, erkeğin bir parça büyük olması iyidir.
Ama ne kadar?
41 yaş değil herhalde.
Fark 30 seneyi geçti mi benim içime bir kurt düşüyor doğrusu.
Böylesi evlilikten ziyade eşi dostu çatlatmak için en son model, en pahalı arabayı alıp garaja koymak gibi bir şey oluyor.
Hani memleketin mevcut yol şartlarında binmeniz mümkün değildir, öyle garajda durup durur...
Ya da araba değil de başka bir şey... Parayı bastırınca alınacak ne varsa artık...
Genel olarak konuşuyoruz tabii. Yoksa 50 yaş büyük bir erkekle aşk evliliği yapanlar da vardır belki. Buna karşılık yaşı başı birbirine pek uygun görünen çiftlerin şirket ortaklığı misali evliliklerini de biliyor, duyuyoruz.
Fakat işte ne bileyim... Böyle aradan iki yetişkin insan çıkaracak kadar büyük olunca fark, dediğim gibi içime kurt düşüyor.
*
Sırf zengin temayülü değil bu "küçük yaşta kız alımı" işi.
Emekli maaşından başka bir şeyi olmayan bir ihtiyarcık bakıyorsunuz kendinden 45-50 yaş küçük birini arıyor evlenmek için. Buluyor da.
Kadın bir nevi "Hızlandırılmış çalışma"yla, 45 senede kavuşacağı "emekli maaş cüzdanı"na, ihtiyarcığın ömrüne göre artık, üç-beş ay ya da birkaç senede sahip oluyor. Bireysel kurtuluşlar için güzel vatanımız adeta bir cennet sevgili okurlar!
Netice olarak, verebiliyorsanız, 23 yaşında, parası, malı mülkü bol bir kadının 64 yaşında çulsuz bir adamla evlendiği haberini verin bana!
MIŞ-MUŞ
6’lık deprem ortalama yılda birmiş. Fakat korkusu günde bir!
Gül "Düşüncesi yüzünden hapse giren yok" demiş.Lakin sokma gayreti var.
İstanbul’da bir kafeteryadan garson kaçırıp tecavüz etmişler.Yakında İstanbul’da soyulmadan, dövülmeden, tecavüze uğramadan bir yıl geçirebilene ödül verilecek.
Goriller de menopoza giriyormuş.Bir gün bir gorille birbirinizi anlayabileceğiniz aklınıza gelir miydi kızlar!
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2005
E, ara sıra gözlük değiştirmek lazım. Siyahı çıkarıp pembeyi takacaksınız. Gerçi olan bitenin iyiliği kötülüğü tamamen gözlük yüzündenmiş gibi bir mana çıkıyor ama değil tabii. Bırakın pembe gözlüğü, Polyanna’nın gözünü nakletseler iyi tarafını bulup çıkaramayacağımız durumlar oluyor.
Fakat bu köşelerde iş görmenin bir kuralı da her şeye eleştirel gözle bakmak olduğundan iyileri racona uygun olmadığı gerekçesiyle es geçtiğimiz oluyor tabii.
Neyse...
Bin dereden su getirmek uzun sürebilir, kesiyorum. Zaten gerek de yok. Alt tarafı bir belediye başkanı için "İyi çalışıyor" diyeceğim.
***
Beşiktaş’ın, yani benim de içinde yaşadığım ilçenin Belediye Başkanı İsmail Ünal, ta Şanlıurfa’dan 84 öğrenci ile 8 öğretmeni otobüslerle İstanbul’a, Picasso sergisine getirdi. Öğrencilerin sergiyi gezmek istediğini Ertuğrul Özkök’ün köşesinde okuyunca kalkışmış bu işe.
Hürriyet haber yaptı geçen pazar günü. Bilmiyorum okuyup geçtiniz mi, yoksa o çocukların yerine koydunuz mu kendinizi. Ne heyecan, ne coşku, ne sevinçtir kimbilir!
Picasso ne derece önemli onlar için bilinmez tabii. Gerçi Güzel Sanatlar Lisesi Resim Bölümü öğrencileriymişler... Ama sırf İstanbul’a gelmek bile bir olaydır herhalde.
Hiç unutamayacakları bir anı olarak koydular şimdi bir kenara. Ne güzel! Aferin İsmail Ünal’a!
***
Fakat bir belediye başkanının "başarılı" sayılmasının nedeni olamaz tabii bu.
Hatta "Bu şovdur, Beşiktaş için ne yapmış ondan haber ver!" diyenler bile olacaktır.
Vallahi benim vatandaş Pakize olarak başkanlara "başarılı" demek için iki kriterim var.
Birincisi, sokak hayvanlarının durumu, ikincisi sokakların durumu.
Sokak hayvanları mevzuu malumunuz.
Sokakların durumuysa... İstanbullular Etiler, Levent taraflarının karla ilişkisini iyi bilirler. Kar ilk oralara düşer, en son oralardan kalkar, hatta hiç kalkmaz. Kalkması için belediyenin ilgisine ihtiyaç vardır. Kendi haline bırakılırsa hazirana kadar evde mahsur kalmanız işten değildir.
İsmail Ünal 21 ayda ikisinden de sınıfı geçmiş bulunuyor. Gerisinden anlamam!
MIŞ-MUŞ
İran, Batı müziğini yasaklamış.
İzinizdeyiz! İçkiden başladık.
*
Bush, "Kararlarım kayıplara yol açtı" demiş.
Adamcağıza yüklenmeyin! Sadece yanlış hesabın Bağdat’tan döneceğini pratikte bütün dünyaya göstermek istedi!
Mehmet Ağar’ın eşi, "Herkesin kocama bir oy borcu var" demiş.
Bu konuyu "Derin derin" düşünmemiz lazım.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2005
AMERİKALI pazarlamacı Kevin O’Keefe ortalama Amerikalılığı anlatan bir kitap yazmış. Hürriyet Pazar’da görmüş olmalısınız. Kitaba da ismini veren "Ortalama Amerikalı"nın özelliklerini okuyunca şaşırmadım desem yalan olur.
Amerikalılarla Türkler adeta Siyam ikizi!
Hani kitabın ismini "Ortalama Türk" yapsalar kimse yadırgamaz.
"E, normaldir; benzediğimiz ülke Mozambik değil netice olarak, zaten yıllardır bütün gayretimiz Amerika’ya benzemekti" diyeceksiniz.
Haklısınız.
İsteğimiz olmuş yani nihayet.
Hatta fazlamız var.
Mesela bakalım şöyle bir...
"Ortalama Amerikalı"nın balkonu, orada bir de mangalı varmış. Bizimse balkonumuz olmasa bile bir mangalımız var, ilaveten çaydanlığımızla piknik tüpümüz de var.
Evde en az bir evcil hayvanı varmış "Ortalama Amerikalı"nın. E, bizim de var. Fazladan en az bir komşuyla bu yüzden kavgamız da var.
Her "Ortalama Amerikalı" hayatında en az bir kere silah kullanmış. Bakın burada geri kalmış gibi görünsek de yine fazlalığımız var. Hepimiz silah kullanmasak da hayatımızda en az bir kere ya bir yakınımız maganda kurşununa kurban gitmiştir ya da kurşun başımızın üstünden vızıldayıp geçmiştir.
* * *
Her gün soda içiyormuş "Ortalama Amerikalı". "Ortalama Türk"ü soda kesmez, üstüne bir de karbonat içer. Buyurun size bir fazlalık daha!
"Ortalama Amerikalı"nın kredi kartı ve kredi kartı borcu varmış. Bizde bunlara ilaveten "kredi kartı borcundan haciz" de var.
İnternet kullanıyor, bilgisayar oynuyorlarmış. Tamam da, kaç saatt? Biz evvel Allah sabaha kadar!
Saat 12.00’den önce yatağa giriyormuş "Ortalama Amerikalı". Daha televizyonun karşısındaki kanepede şekerleme yapmanın cazibesini keşfedemediler demek. Bunu bir eksiklik olarak kabul ediyorum.
Hayatından memnunmuş ve sorulduğunda mutlu olduğunu söylüyormuş her "Ortalama Amerikalı". Bu da aynı aslında. Fakat bizde her daim faaliyette olan "nazar müessesesi" var. Onlar mesela kamyonların arkasına "Nazar etme n’olur, çalış senin de olur" diye de yazmazlar. Biz yazarız, öyle uluorta mutlu mesut olduğumuzu da beyan etmeyiz. Hatta nasıl olduğumuzu sorana laf olsun diye "iyiyim" bile demez, "sağlığınıza duacıyım" deriz.
Duşta kesinlikle şarkı söylemiyorlarmış.
Bakın bir tek bu uymuyor. "Ortalama Türk" kesinlikle söyler. Tıpkı karanlık, tenha bir sokakta yürürken korkudan ıslık çaldığı gibi. Suyla pek sık temas etmediği için boğulma korkusundan olabilir.
Fakat bu kadar fark "ortalama"mızın tutmasına mani değil tabii!
MIŞ-MUŞ
Erdoğan, "AİHM’de hak hukuk çiğneniyor" demiş.
Bu da bir nevi "Demokrasiyi severiz, bizim parti kazanırsa" durumu.
Topkapı Sarayı’ndaki kütüphane cami oluyormuş.
Anlaşıldı! Tarihe "Cami Devri Çocukları" olarak geçmek istiyorlar.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2005
EBRU Şallı, eşinin çocuğundan bile önemli olduğunu söyledi geçenlerde. Çoğunluk tuhaf, hatta ayıp buldu bu durumu.
Ezberimiz bozuldu çünkü.
Bize öğretilenlere uymuyordu.
Halbuki çocuğu için çok hayırlı bir şey yapıyor bence Ebru Şallı.
Anneler çocuklarını kendi hayatlarını bile hiçe sayacak kadar çok severler. Tamam da... Sırf çok sevmekle kalsalar...
Çok sevmek beraberinde çok müdahaleyi de getiriyor. Korumak, kollamak adına...
Kıyamamayı getiriyor aynı zamanda. İnsan kıyamadığı birini hayata da tam olarak hazırlayamıyor haliyle.
Bu açıdan babaların çocuklarına düşkünlüğünün ölçüsü daha normal gelmiştir bana daima.
Hani babaların duyduğu sanki daha bir kontrol edilebilir, dizginlenebilir sevgidir ya annelerinkine oranla...
Bunun, çocukların hayatının şekillenmesinde daha faydalı rol oynadığını düşünmüşümdür hep.
Şimdi daha da ileri gideceğim. ‘Her problemli insanın geçmişinde, ona marazi şekilde düşkün olan bir anne aranmalıdır’ diyeceğim.
Annelik hakikaten marazi bir hal. Kadının kendisini de yok edebilen. Ve bazı kadınlar bununla da yetinmeyip daha ileri boyutlara taşıyabiliyorlar bu hali. Delilik sınırında gezenler var.
* * *
Tabii şimdi şu hayata hazırlayamama meselesiyle ilgili, koruyucu kollayıcı anneler ‘Keşke mümkün olsa da çocuğumuzun ömrünü bir fanus-rahim içerisinde tamamlamasını sağlayabilsek; hayatın acı gerçekleriyle hiç karşılaşmasa’ diyeceklerdir.
Keşke!
Ama bu mümkün olmuyor. Hal böyle olunca, bir gün nasıl olsa eşekten düşülecekse erkenden düşmek daha iyi. İleri yaşlarda yaraların iyileşmesi, kemiklerin kaynaması zor oluyor.
* * *
Diyeceğim, Ebru Şallı nasıl becerdiyse bunu...
Artık Allah vergisi midir yoksa uzun uğraşlar neticesinde doğayla başa mı çıkmıştır... Her neyse, bravo!
Habire ‘Hamileliğim boyunca nasıl sadece 2 kg. aldım; sonrasında 250 gr. fazlalığı nasıl verdim’ diye anlatıp duracağına, bunu nasıl başardığını anlatsın müstakbel annelere.
Son olarak...
Ebru Şallı’nın çocuğu çok şanslı.
Vallahi.
Ana-babası birbirine kendisini bile ikinci plana itecek kadar áşık kaç çocuk var şu dünyada?
Çocukların çoğu, gözü yaşlı annelerle, dayakçı babalarla, oradan oraya çekiştirmelerle, silah olarak kullanılmalarla büyüyor.
Hangisi iyidir sorarım size?
Hem kadın ‘Çocuğumu sevmiyorum’ demedi ki.
Bir şey beyaz değilse siyah mıdır illa ki?
MIŞ-MUŞ
ABD’de bir kadın, kocasını öldürüp sigorta parasıyla göğüslerini büyüttürmüş.
Adamcağız bi görüp öyle ölseydi bari!
Türkiye’de bu yıl daha fazla deprem kaydedilmiş.
Tayyip Erdoğan’ın devamlı hareket halinde olmasındandır!
ABD’de fantezi için kızlık zarı diktirenler varmış.
E, bizimkinin de ucunda ‘fantezi’ var, ilk gece bir ‘ölüm fantezisi’ yaşanmasın diye...
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2005
Geçen gün bir dergide, eski bir mankene şöyle diyordu röportajı yapan arkadaş: ‘Lezbiyen ilişkiler içerisinde olduğunuz için eşinizle aranızın açıldığı da ithamlardan biri.’
Ve üsteliyordu:
‘Gittiğiniz mekánın adı dahi verilerek ortaya atıldı ama bu iddialar.’
Allah Allah!
Eşcinsellik konusunda bile kadın-erkek ayrımı mı yapılıyor?!
En ‘kör parmağım gözüne’ durumlarda bile bir erkeğe böyle yüklenildiğini duymadım ben.
Sessiz bir anlaşma var sanki toplumda. Erkeğin eşcinselliği açıkça kurcalanmıyor. Yani erkek korunuyor bir nevi.
Ama kadına rahatlıkla ‘Lezbiyen ilişkiler içerisindeymişsiniz’ denebiliyor.
Hadi iyi tarafından bakalım...
Kadın kısmının daha yürekli olduğu mu düşünülüyor acaba?
Yaşadığının arkasında duracağına inanıldığından açıkça sormakta bir beis görülmüyor belki de.
Fakat pratikte o ‘yürekli kadınlar’ı göremedik henüz.
Kimse çıkıp ‘Ben lezbiyenim’ demedi, diyemedi.
Hemen bir parantez açayım; bildiğim, tanıdığım sanat camiasından bahsediyorum.
Erkeğe açıkça sorulmamasının bir nedeni de ‘korku’ olabilir.
Evet, belki de korkuluyor erkeklerden.
‘Bir de tutturamazsak gözümüze yumruk yemek de var’ diye düşünülüyor belki.
Ne de olsa erkektir ve bu ülkede bundan büyük bir hakaret yoktur bir erkeğe yapılacak. Bakınız futbol maçlarındaki taraftar-hakem ilişkisi.
*
Aslında erkek eşcinseller daha yürekli.
Giyim kuşamlarıyla, tavırlarıyla kendilerini ortaya koymaktan çekinmiyorlar.
Yukarıda sözünü ettiğim, toplumun korumacılığına güveniyor olabilirler. Eşcinsel erkeği seviyor bizim toplum. Nice örneği var. Rahmetlisi, prensi, megası...
Sırf bu yüzden eşcinselmiş gibi yapan ses sanatçıları gördü bu gözler. İşe kafadan bir adet artıyla başlayanlar oldu. Buna karşılık milyonların bağrına bastığı bir lezbiyen şarkıcıya rastlamadık henüz.
Bu bir ayrımcılık değil de nedir sorarım size?
*
Bir kadının ‘Ben lezbiyenim’ diye ortaya çıkmamasının bir nedeni de kadın eşcinselliğinin bizim memlekette pek de ciddiye alınmaması olabilir. Bizde insanların duygularından ziyade fiziksel durumlarıyla ilgilenilir zira.
Girintiler çıkıntılar önemlidir.
Çıkıntısı olmayan iki insanın sevişmesinde bir tehlike görmeyiz.
Ana-babalar tehlike görmez en başta. Kızlarını erkeklerden bucak bucak kaçırırlar ama kız arkadaşıyla aynı yatakta uyumasından hiç rahatsız olmazlar. Kızlık zarı emniyettedir!
Hepimiz yaşamışızdır. Erkek arkadaşımızla aynı kaldırımdan yürüyemezken en yakın kız arkadaşımızla sabahlara kadar aynı yatakta fısıldaşıp kıkırdaşmışızdır.
Kocalar bile eşlerinin lezbiyen ilişkisini ilişkiden saymazlar. Aldatılmış görmezler kendilerini.
Kısaca, toplum lezbiyenliğe ‘geri dönüşümlü’ durum olarak bakıyor.
Bir kadına rahatlıkla ‘Lezbiyen ilişki içerisindeymişsiniz’ diyebilmenin bir nedeni de bu olabilir.
Nasıl olsa fasulyeden bir şey!
Kadın bugün vazgeçse hiç görmediğe döner!
*
Bu arada bu satırları yazmama neden olan, başta sözünü ettiğim, üstüne gidilen güzel mankenin verdiği cevaba değinmeden geçemeyeceğim.
‘İsterseniz hemen eşimi arayalım, o cevabı versin size, ispatlayalım.’
‘Biz bu dedikodular yüzünden ayrılmadık, bunu kocama da sorabilirsiniz’ demek istiyorsa bir diyeceğim yok elbet.
Ama ‘Lezbiyen olmadığımın cevabını size en iyi kocam verir’ manasını çıkardım ben daha çok.
Eğer öyleyse...
A kızım!
Erkek olsan bir derece... Karın ne esaslı erkek olduğunu anlatabilir bize.
Ama kocan ne diyecek?
‘Benim karım taş gibi kadındır’ mı?
Bu saçma cevap yerine ‘Size ne kardeşim benim yatağımdan yorganımdan!’ deseydin keşke.
Kimse kimseye bir şey ispatlamak zorunda değil.
Ama maalesef herkes habire ‘bir şey’ olmadığını ispatlamaya çalışıyor bu memlekette. Eşcinsel olmadığını, büyükannesinin Ermeni olmadığını, ailesinin Yahudi dönmesi olmadığını...
Herkeste daima ‘Valla o dediğinizden değilim’ hali.
Tayyip Erdoğan ‘Kimlik’ işini hallettikten sonra şu cinsiyet meselesine de bir el atsa bari!
‘Herkesin bir ‘üst’ bir de ‘alt’ cinsiyeti vardır. Kiminin ‘altı - üstü’ birdir, kiminde farklılık gösterir bu iki cinsiyet’ dese mesela...
Herkes ‘alt’ cinsiyetini daha özgürce ifade edebilir belki!
MIŞ-MUŞ
Arılar insan yüzünü tanıyormuş.
Neden kimini sokup, kimini sokmadıkları belli oldu!
Bahçeli ‘Alt-üst tartışması zırva’ demiş.
Zırva olmasa kim tartışır zaten.
Her gün yenen bir küçük çörek ayda 1 kg. yağ olarak kalçaya yerleşiyormuş.
Vücudumuzun nankörlüğü! Biz ona ekmek atıyoruz, o bize taş atıyor bir nevi.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2005
SON günlerde bir ‘marka’ tartışmasıdır gidiyor. Bendeniz cahiliyim bu konunun.
Aklımdan cevabını veremediğim bir sürü soru geçiyor.
Nasıl ‘marka’ olunuyor mesela?
İnsanlar için de bir ‘marka tescil müessesesi’ var mıdır?
Bu müesseseye ‘Bi bakar mısınız ben galiba ‘marka’ oldum’ şeklinde şahsen müracaat mı ediliyor?
Yoksa bir gün ‘Siz artık ‘marka’ oldunuz’ diye kapısını mı çalıyorlar insanın?
‘Marka’ eşittir şöhret midir?
Şöhrete ilaveten ne lazımdır?
Mevcut ‘marka’lara bakarak bunu anlamamız mümkün müdür?
Misal, mavi göz şartlardan biri midir?
Marka olmadan önce, marka adayı, marka aday adayı olunuyor mu?
Bir insanın ‘marka’ olup olmadığı karşıdan bakınca anlaşılır mı?
‘Marka’ olan kişileri ‘marka’ olmayanlardan ayırmak için bir taraflarına işaret, etiket, vs. konuluyor mu?
Konulmuyorsa ‘Ben markayım’ diye ortaya çıkmayan ‘marka’ların ‘marka’ olduğunu nasıl anlayacağız?
Ömrünün bir yerinde ‘marka’ olan birinin hayatı MÖ, MS şeklinde ikiye ayrılır mı?
Ana-babası ‘marka’ olan biri otomatikman ‘marka’ mı sayılır?
İnsan ‘marka’ olunca ne yapar?
‘Marka’lar da bizim gibi yer içerler mi?
Bir kişinin dışkısının bile para ediyor olması o kişide artık ‘marka’ olduğu kanısını uyandırır mı?
İnsanlarda da ‘iyi marka’, ‘kötü marka’ olma durumu var mıdır?
‘Marka’ olmuş birinin de misal çanta gibi taklidi yapılabilir mi?
Aman Allahım! Ya her karşımıza çıkan Hülya Avşar hakiki Hülya Avşar değilse?!
Bu durumda Hülya Avşar’ın bizi ‘Taklitlerimden sakınınız!’ şeklinde uyarması gerekmez mi?
Kişi kendisinin ‘marka’ kıvamına geldiğini nasıl anlar?
‘Marka’ olmanın belirtileri nelerdir?
‘Marka’ olmadığı halde kendini ‘marka’ zanneden var mıdır?
Bu durumun tedavisi mevcut mudur?
Haset etmeyip çalışırsak biz de ‘marka’ olabilir miyiz?
MIŞ-MUŞ
Kadın ‘canlı bomba’da Türkiye ikinciymiş.
Olsun! Ne demişler... ‘Baş ol da istersen soğan başı ol!’
*
Barzani de Erdoğan gibi ‘kimlik’ tanımı yapmış.
Ama bizim tanımlama daha bitmedi; her gün üstün bi üstü çıkıyor.
*
Baykal Erdoğan’a ‘Mehmet Akif gibi Türk ol!’ demiş.
...ve herkesin tarihten birer de emsal bulması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2005
‘HÁLÁ görmüyor musunuz semtinizde kasap kalmadı. Bakkal her gün küçülüyor.
Manav, camcı, ayakkabı tamircisi de kalmadı.’
Bakkallar ve Bayiler Federasyonu Başkanı Bendevi Palandöken’in feryadı bu. Onca mühim haber içerisinde gözünüzden kaçmış olabilir.
Okuyunca göğsümün ortasına bir yumruk gelip oturdu. ‘Mahalle’de doğup büyüdüğüm için herhalde.
‘Site kuşağı’ değiliz biz. ‘Mahalle çocuğu’yuz. Kasapla, bakkalla, ayakkabı tamircisiyle büyüdük.
Kasap deyince mesela...
Kıyma makinesi geliyor aklıma ilk... makinesinin o yılların çocuğu için ne demek olduğunu, kendini bildiği gün bilgisayarla tanışanlar anlamaz tabii.
Sırf, etin, makinenin bir tarafından girip öteki tarafından kıyma şeklinde dökülüşünü seyretmek için annemin peşine takılıp kasaba giderdim.
Ha, bir de dükkána ‘kapı’lık eden boncuklar var tabii. Onlarla oynamanın dayanılmaz cazibesi...
Şimdi dekore edilmiş mekánlarda taşlısından aynalısına binbir çeşidini gördüğümüz ‘pano-kapı’ların doğum yeri kasap dükkánlarıdır.
Tül perdeleri de unutmamak lazım.
Bazı kasapların kapısında tül perde olurdu. Üzerinde sineklerin ve yer yer kurumuş kıyma parçacıklarının konuşlandığı...
‘İğğğğ’ demeyin!
Tamam o gün için bunu ‘pislik’ olarak değerlendirebilirsiniz. Ama şimdi üzerinden yıllar geçince, yani o tül perde uzaklarda kalmış güzel günlerin bir parçası olunca ve o günler tatlı bir hüzünle hatırlanınca pislik pislik gibi gelmiyor insana.
***
Ta uzaktan kasabın yerini tayin etmenizi sağlayan, her biri adeta taş kesilmiş vaziyette hiç ara vermeden içerisini seyreden, kasapların doğal kapı önü dekoru kedilerle ilgili anılarım ise hiç hoş değil maalesef.
Hayvanlardan korktuğum ve şimdi düşününce bu açıdan kaybedilmiş saydığım yıllardı o yıllar. Dükkána girerken anneme kovdurmuş bile olabilirim sevgili dostlarımı. Ne yazık!
‘Kasap’tan bahsedip de ‘kasap sucuğu’ atlanır mı?
Evet sucuğu da kasap yapardı.
Sipariş üzerine.
Henüz tam kurumamış, birbirine iple bağlı kangallar mutfağın bir kenarına asılırdı. Ne güven varmış o zamanlar!
Kimsenin aklına gelmezdi, hangi şartlarda nerede yapıldığını, içine ne konduğunu kurcalamak... E, Uğur Dündar da çocuktu tabii.
***
Hálá kasaplı semtler var. Ama onlara ‘kasap’ denir mi bilmiyorum.
‘Et ve et mamulleri satış merkezi’ artık çoğu...
Marketlerin et reyonundan farksız.
İçeri girip ‘Danayla kuzuyu karıştır, iki kere çek’ diyebileceğimiz kaç kasap kaldı?
Ve istekleriniz yerine gelirken bir sandalyeye ilişip, çocukların okulundan, havaların soğuduğundan, hayatın pahalılığından konuşabileceğiniz...
Sizi bilmem, benim hakikaten göğsümün ortasına bir yumruk oturdu.
Her bakkal, kasap, camcı, ayakkabı tamircisi kapandığında, her ‘mahalle çocuğu’nun hücrelerinden bir miktarının daha ölmüş olduğunu düşündüğümden midir artık...
MIŞ-MUŞ
Erdoğan, ‘Din çimentomuz’ demiş.
Korkarım ‘Kimimiz dere kumu, kimimiz deniz kumu’na kadar gidecek bu iş!
*
Kadına dayak sorununu ele alan Meclis Araştırma Komisyonu Başkanı Fatma Şahin, ‘Ben şiddet görseydim, anlatmazdım’ demiş.
Anlaşıldı... Komisyon sorunu ‘kızılcık’ yöntemiyle çözecek! ‘Kızılcık sopası’na karşı ‘kızılcık şerbeti!’
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2005
MÜJDEYİ geçtiğimiz haftanın başında aldık!<br><br>Memur 2006 yılında tam 145 gün tatil yapacakmış. Bize ne memurdan diyemeyiz.
Onunla beraber otomatikman hepimiz tatil yapacağız. Mahalle bakkalından başka her yer kapalı olunca...
Bu 145 günün içinde yıllık izin yok tabii. 15 gün ya da 1 ay onu da koyun...
E, hiç kar yağmayacak mı bu memlekette?
Eşiniz doğum yapmayacak mı?
Hastalanmayacak mısınız?
Evinize hırsız girmeyecek mi?
Çocuğunuzun okuluna gitmeniz gerekmeyecek mi?
Ekleyin bunları da...
Hiç işe geç gittiğiniz, işten erken çıktığınız olmayacak mı?
Akmasa da damlar, onları da toplayıp ekleyin...
* * *
Şeye gayret ediyorum...
4 günlük bayramı önündeki, arkasındaki hafta sonuyla birleştirip 9 güne çıkarıyoruz ya... Acaba diyorum, şunu bunu ekleyerek 145 günü de mesela 280 güne çıkarabilir miyiz...
Bu durumda hükümet de boş durmayacak, kalan 85 günü, kalkıp işe gitmeye değmez diye tatil ilan edecektir elbet...
Önümüzdeki yılı tamamen yatarak geçirebilir miyiz, buna uğraşıyorum.
Herhalde kimsenin itirazı olmaz.
Yalnız 2007’nin ilk iş gününde yaşayacağımız sendromun büyüklüğünü düşünemiyorum.
Bakın Tayyip Erdoğan’ın memlekete hiç uğramamasının nedeni bu olabilir. Bir türlü işe başlayamıyor belki adamcağız. Uç uca eklene eklene büyüdükçe büyüyen ‘Pazartesi sendromu’ nedeniyle...
* * *
Hayır, benim bildiğim her ziyaretin bir de iade-i ziyareti vardır. Fakat bizimki yerinde durmadığından gelen giden olmuyor. Bir tek İtalya Başbakanı’nı gördük, o da düğüne denk getirip yakaladı da ondan.
Tahminim, bebek Tayyip’in göbeğini denize attılar zamanında... O da okyanusları aştı zahir.
Yapacak bir şey yok.
Göbek durumundan geziyor.
Neyse ki mütemadiyen gezebileceği bir işi var.
Marangoz olsaydı ne yapacaktı?
Bakmışsınız koltuğunun altında sunta gidiyor... Dükkánın kapısında bir yazı... ‘Yeni Zelanda’dayım, dönücem.’
Artık seneye hazır hepimiz tatildeyken Türkiye’ye yakıt ikmali için bile uğramaz herhalde.
O ‘Başgezen’, biz ‘Boşgezen’ yuvarlanıp gideriz.
MIŞ-MUŞ
En güvensiz kurum vergi dairesiymiş.
Vergi kaçıranların bir mazereti var demek!
1977 liseden tek bir öğrenci bile üniversiteye girmeyi başaramamış.
Ne disiplin ama!
Türk kadınlarının cinsel sorunları çokmuş.
Önce dayaktan başımızı bir alalım da...
Yazının Devamını Oku