27 Mayıs 2006
Bir erkekte ne ararsınız? Ya da kadında?
Buyurun size hiçbir zaman gerçek cevabını alamayacağınız máná yoksunu bir soru!
Herkes bir şeyler söyler ve bunların hepsi de birbirine benzer.
Akıl, dürüstlük, kariyer, insanlık, yakışıklılık, güzellik, ahlak, kültür...
Bilmiyorum misal çapkınlık, üçkáğıtçılık, kalleşlik, yalancılık, kısa boy, göbek falan diye sıralayan var mı?
Ben hiç duymadım.
Fakat etrafa bakınca çoğu insan bu özelliklerden en az birkaçını taşıyor ve hepsinin bir sevgilisi ya da eşi var.
Boşta kalmaktansa bulabildiğine razı olmaktan mı?..
Veya zaten yeryüzünde öyle tarif ettikleri gibi birinin bulunmadığını bildiklerinden mi?
Yoksa aşkın gözü kör mü hakikaten?..
Bu körlük durumu insanoğlunun kendi kendisiyle ilişkisinde hele, had safhaya varıyor. Yani sevgiliye bakarken ileri derecede miyopsanız kendinize bakarken gözünüze perde inmiş oluyor.
Ve işin fenası kalıcı oluyor bu perde. Kusurlarını göremeden ömrü bitiyor insanın. Ama aşık olduğunuz adama/kadına karşı gözünüze bir süre sonra gökten bir gözlük iniyor adeta. Neyse ki...
*
Aslında şunu ararım, bunu ararım derken biraz da eski sevgiliye gönderme yapılıyor galiba.
"Sen benim aradığım özelliklere sahip değildin zaten!"
Karşı tarafı son bir kere daha acıtma gayreti.
Aysun Kayacı mesela... Demiş ki, Savaş Ay’a, "Artık olgun, sportmen, esprili biriyle birlikte olmak istiyorum."
Yani aslında hálá bir alıp veremediği var gibi görünüyor eski sevgiliyle.
Ya da siz daha iyimser bir yorum yapabilir, "Her ilişkiden sonra karşı tarafta ne aradığını daha iyi anlıyor insan" diyebilirsiniz.
Ama ben öyle demiyorum ısrarla. Bir de evet, kafada listeler oluşabilir zamanla ama asla kullanılmaz o listeler. İşe yaramaz. Ömrümüzü aslında nasıl birini aradığımızı sadece anlamış olarak tamamlarız.
Hani ne derler... Teori sular seller gibi lakin pratik sıfır!
Her fırsatta ayrılalım!
Meczubu bol ülkemizde bu konulara girmeyeyim diyorum ama...
CHP, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı ve "doğum günüm" dediği 19 Mayıs’tan itibaren 25 Mayıs’a kadar 1 haftanın "Mutlu Doğum Haftası" olarak adlandırılması ve kutlanması için yasa teklifi vermiş.
İyi, güzel, harika.
Fakat bir şartla!
Hz. Muhammed’in doğumunun yedi yıldır "Kutlu Doğum Haftası" adı altında kutlanmasından ESİNLENİLMİŞ olunsun sadece. Ona NAZİRE olmasın.
Birbiriyle alakası olmayan değerlerin birbirinin alternatifi gibi gösterilmesine ne gerek var?
Bu arada İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın eşi de 36 ilin belediye başkanlarının eşlerini ve yakınlarını İstanbul’a davet etmiş. Fakat bu 36 ilin belediye başkanlarının tamamı AKP’li.
İyi!
Her fırsatta, her vesileyle "siz ve biz" diye ayrılalım!
Sonra dar günde çıkar, oturaklı demeçler veririz!
MIŞ MUŞ
Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç "Tripleks eve üç hanım lazım" diye espri yapmış.Bu hükümet hiçbir şey yapmadıysa komedyen bakanlar çıkardı!
Başbakan Yardımcısı Şahin "Önceliğimiz türban değil işsizlik" demiş.Fakat ne yapsınlar ki türban sırayı ihlál ediyor!
Erkekler duygularını futbolla dışa vuruyormuş.Ah canlarım benim! İlaveten "yaz ligi" mi tertiplemeli acaba ki duyguları içeride kalmasın!
Kaya Çilingiroğlu "Feraye olmasa boşanmazdım" demiş. Bu da son kaçamağın özrü oluyor herhalde.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2006
O zamanlar, yani ben küçük bir çocukken, gıdalar henüz "hazır gıda" ve "ev yapımı" olarak ikiye ayrılmazdı. Yediğimiz, içtiğimiz her şey "ev yapımı"ydı. Ama biz bunun böyle olduğunun farkında değildik. Yani zaten başka türlüsü söz konusu olmadığından, kimse, misal kendi yaptığı vişne reçelini koyduğu kavanozun üstüne "ev yapımı" diye yazmazdı haliyle.
Veya okuldan geliyorsunuz, bakıyorsunuz anneniz mutfağın kapısına "ev mantısı" yazmış!
Bu da olmazdı elbet.
Sonra ne olduysa oldu, yemeğe koyduğumuz soğanı bile doğranmış vaziyette satın aldığımız günlere geldik.
Kadınlar, dünyanın ölümlü olduğunu mu anladılar da "Biz bu hamallık işlerle uğraşamayız" dediler, yoksa memleket birden müteşebbise mi kesti, bilinmez. Neticede her şey "hazır" oldu.
Fakat insanoğlunun bizim topraklara isabet eden kısmının bir şeyi önce yok edip sonra özlemesi ádetten olduğundan, günümüzde, yiyecek içecekle ilintili her dükkánın camında, içeride "ev yapımı" bir şeyler olduğunu müjdeleyen bir ilan asılı.
Sırf yiyecek içecek de değil. Her konuda "el ve ev yapımı"na nur yağıyor adeta.
Ben şimdi "ev yapımı ped"i bekliyorum mesela. Artık Orkid mi önce davranır Molped mi?.. Bakmışsınız patiskadan anneanne pedi yapmışlar!
Olur mu olur.
Aslında keşke olsa. Ama atmayıp, eskisi gibi yıkamak, ütülemek şartıyla!
Bir süreliğine.
Şu her şeyden "triplere" giren 14-20 yaş arasındaki kızların iyiliği için.
Hani Allah’ın sevindireceği kuluna eşeğini önce kaybettirip sonra buldurması gibi.
Hanya’yı Konya’yı anlamaları açısından yani...
Yıkasınlar, kaynatsınlar, çamaşır sularına yatırsınlar falan.
Fakat şimdiki kızlara sökmez tabii. Bu işi de annelerine yaptırmakta bir beis görmeyeceklerinden...
***
Bakın ben aslında gazoz için oturdum bugün masanın başına. Fakat insanoğlunun hiçbir şey elinde değil. Ne aklından geçen, ne ağzından çıkan...
Hani gazozla pedin bir yerden bir bağlantısı olsa anlayacağım.
Neyse, uzatmayayım, gazoza methiye düzecektim.
Diyecektim ki...
Gazoz bizim kuşağın ilk "kaçamak"ıydı.
Annemizin limonatasına karşı ilk "işbirlikçi"miz...
Ve "limonata"dan "kola"ya giden yolda "ara durak".
Yazlık sinemaların "olmazsa olmaz"ı...
Kan ter içinde kalınan maçımsı sokak oyunlarının vazgeçilmez "kupa"sı...
Simidin, leblebinin, ayçekirdeğinin "kanka"sı...
Uludağ, Çamlıca, 7 Gün... Bir de Cincibir vardı galiba.
"Evde" değil "sokakta" tanıştık gazozla. Fakat şimdi "ev yapımı" muamelesi gördüğünün farkında mısınız bilmem.
Birkaç ay öncesine kadar neredeyse "Gazoz bulunur" yazacaklardı marketlerin camına.
Neyse şimdi eksik değil raflarda. Hatta diyeti bile çıktı. Birileri duygularımızın da reytingini ölçüyor olabilir. Sizi bilmem, bende bir şişe gazoz, sevdiğim birinin sararmış fotoğrafına bakıyormuşum hissini yaratıyor. O yüzden, çok memnunum durumdan.
MIŞ-MUŞ
Kadınların 4’te 3’ü evde şiddet görüyormuş.
Erkeklerin de bir o kadarı evde şirret gördüğünden ödeştik sayılır!
*
İşkoliklik artık hastalık sayılıyormuş.
Demek onun için "toplantılar"ın yarısından fazlasını yatakta gerçekleştiriyor erkek kısmı!
*
İnternet, alkol gibi bağımlılık yapıyormuş.
"Chat" de "Gel seni bi öpiim" kısmı oluyor.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2006
EFENDİM, biz bir televizyon programına başladık.<br><br>Saba Tümer’le ben. Star’da hafta içi her gün 12.30-14.30 arasında yayınlanan diğer gündüz programlarına alternatif diyebileceğimiz bir program.
Yapımcımız Okan Bayülgen, ekibimiz Televizyon Makinası ekibi.
Programın adı "Lütfen Bu Konuya Girmeyelim".
Ama her konuya giriyoruz.
Konuklarımız da var. Alışık olduğunuz üzere her daldan.
Ama stüdyo seyircisi yok.
Dolayısıyla "Bir gündüz programı klasiği" diyebileceğimiz şeyler de yok.
Mesela helvalar, dolmalar...
Yakamıza takılan nazarlıklar...
Toplu ağlamalar, toplu oynamalar...
"Aşklarım sizi çok seviyorum"lar...
Küçümsediğimizden değil ama, yanlış anlamayın!
Sadece onlardan nasıl olsa yeteri kadar var diye. Zaten ortaya çıkış nedenimiz de dediğim gibi onlara alternatif olmak.
Bu programları yapan, sunan kişilerin çoğu arkadaşım. Hiçbiri "Adım Hıdır, elimden gelen budur" durumunda değil. Her türlü programın altından kalkabilecek yetenek ve zekáya sahipler.
Ama "istenen" bu, ne yapsınlar?
Reytingler hep bunu söyledi bugüne kadar.
"Sizinki ne o zaman?" diyeceksiniz.
Bizimki de istek.
O programları seyretmek istemeyenlerin isteği.
"Hiç bakmıyorum bile" diyenlerin...
"Bu mudur bize layık görülen?" diye soranların...
"Kimin evine takılıyor kardeşim bu reyting ölçüm cihazları!" diye bağıranların...
"Başka türlüsünü yaptınız da seyretmedik mi!" diye çıkışanların...
Fakat "ağırlığından yerinden kalkmayan" bir program olduğunu da düşünmeyin bizimkinin. O yok, bu yok dedim diye...
Biz de gülüp eğleniyoruz, şarkılar söylüyoruz, hep bir ağızdan konuşuyoruz, telefonlara bakıyoruz...
Aslında bir nevi "Televizyon Makinası’nın matinesi" denilebilir yaptığımıza. Hatta iki kadın olduğumuz ve de yayın saati itibarıyla kadınlara seslendiğimiz için "Kadınlar Matinesi" olabilirmiş bakın programın ismi!
Hayır hayır!
"Kadınlar Makinesi."
Evet ya!
O kadar isim aradık da nasıl aklıma gelmedi!
Ben okuldayken de böyleydim. Sorunun cevabı sınavdan sonra gelirdi aklıma.
Neyse... Geçti artık.
Ayol niye anlatıp duruyorum ki programı?
Siz zaten seyrediyorsunuzdur! Hatta mal bulmuş Mağribi gibi olmuşsunuzdur! Öyle ya... "Nedir bu gündüz programlarının rezaleti!" diyen mailleriniz duruyor hálá.
Diyeceğim, ak koyun kara koyun belli olacak önümüzdeki günlerde. Sizin için de bizim için de.
Siz "Yeter artık!" derken samimi miydiniz?..
Biz "öyle olmaz"ın yerine "böyle olur"u koyabildik mi?..
Hadi bakalım!
MIŞ-MUŞ
Seks performansı, kişinin adıyla soyadına bağlıymış.
Bence de. Misal atıyorum, Aptullah Alpaslan Kocamanoğlu diye biri iktidarsız olabilir mi?
Milli Eğitim Bakanlığı, çocukların popüler kültürün etkisinde kaldığı gerekçesiyle, ilköğretim için "Halk Kültürü" dersi hazırlamış.
Sahi TRT de bir zamanlar "acısız arabesk" şarkı hazırlatmıştı, aklınızda mı o şarkı?
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2006
DAHA önce de bahsetmişim, bizler eklerde çıkan yazılarımızı gazeteye iki gün önceden teslim etmek durumundayız. Bugün Hürriyet-Ege’de yayımlanan yazımda, böyle önceden yazılan yazıların, Türkiye’de gündemin çok hızlı değişmesi nedeniyle, bazen manasız kalıverdiğinden söz ettim. Şu son üzücü hadise mesela...
Okur, dün, Hürriyet Cumartesi’deki yazılara bakınca bizim uzayda yaşadığımızı düşünmüş olabilir. Ya da "bir elinde cımbız bir elinde ayna" durumunda olduğumuzu.
Gerçi bizden "olayın arkasındaki güçler"le ilgili yorum beklemiyor kimse...
Hatta zaten "enseyi karartmış" olan okuru iyice karamsarlığa sürüklememek, yangına körükle gitmemek için hayatın devam ettiğini hatırlatacak yazılar kaleme alınması daha iyi belki de bugünlerde. Çoğumuzun yapmadığı şey değil zaten.
İşte Hürriyet-Ege için bu mealde bir yazıyı tam bitirmiştim ki yine aynı şey oldu, bu sefer Ecevit’in haberi geldi.
Şu anda Danıştay hadisesinin yanına Ecevit’in verdiği yaşam savaşı geldi oturdu. Siz bu satırları okuduğunuz sırada neyin gelip öne geçeceğini ise Allah bilir.
Ne diyeyim... Ne kadar hızlanırsa hızlansın teknoloji hálá "hayatın hızı"na yetişemiyor.
"Hayatın hızı"na ayak uydurabilen bir tek şey var, o da hafızamız mı desem, vicdanımız mı, gönlümüz mü?.. İki güne kadar bir eser kalmaz bugünkü halimizden, merak etmeyin! Öyle öne geçecek çok önemli olaylara ihtiyaç da yok, günlük işlerimiz yeter bize!
* * *
Evet, bugün pazar...
Evet, zaten çok üzüldünüz, biraz "hava değişimine" ihtiyacınız var.
Evet, yukarıda dediğim gibi yangına körükle gitmemek lazım.
Ama benim her şeye rağmen diyecek iki lafım var, kusura bakmayın!
Ecevit için meselá...
Hani bir "ülkeyi sevme" meselesi vardır...
Herkes "daha çok" sevdiğini iddia eder... Bu yüzden birbirini öldürdüğü oldu gençlerin hani... En çok Ecevit severmiş meğer. Olanlara dayanamadı.
Şimdi tam tersine, bugünlere gelinmesinde dolaylı da olsa dahil olduğunu iddia edenler çıkacaktır. Ayrıca biz hálá sapasağlam olduğumuz için daha az seviyoruz demek değil elbet ama beyin kanaması geçirdiğini duyduğum anda aklıma ilk gelen şey bu oldu, ne yapayım!
* * *
Gelelim Danıştay’a yapılan saldırıya...
Öyle klişe cümlelerle öfkenizi, üzüntünüzü kaşıyacak değilim, merak etmeyin!
Sadece Ertuğrul Özkök’ün 19.05.06 tarihli "Miadı Dolmuş Komplo Teorileri" başlıklı yazısından kısacık bir bölümü tekrar okumanız için buraya alacağım. Hatta keşke büyütüp Başbakan’ın evinin karşısına asma imkánım olsa.
Erdoğan’dan şu soruyu kendi kendisine sormasını istiyor Özkök:
"Biz türbanın samimi bir inanç meselesi olduğunu iddia ediyoruz. Ne gibi bir hata yaptık da türban bugün cinayet işlemenin gerekçesi haline geldi?"
Ve ben de bir şey eklemek istiyorum:
Çoğunluğun sizi seçerken düşündüğü gibi, bu ülkenin tüm meselelerinin halli için oradaysanız başımızın üstünde yeriniz var. Ama bizim bilmediğimiz özel bir misyonunuz varsa...
Çekilebilirsiniz!
MIŞ-MUŞ
Türkan Şoray, yapmayı düşündüğü albümle ilgili "Her türlü şarkıyı söylerim" demiş.
Fakat ben bildim bileli "aynı nakarat".
ABD’de bıyık modası hızla yayılıyormuş.
Biz yıllarca "Küçük Amerika" olmaya çalıştık, demek sıra onların "Büyük Türkiye" olmasına geldi.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2006
Kadına değer vermediklerinden şikáyet edersiniz bir de... Sorarım size, hangi devirde kadın bu kadar "önde" oldu?
Manşetlerden indiği mi var?
Başının örtüsüyle...
Kocasının dayağıyla...
Çifter çifter kumasıyla...
Daha ne yapsın adamcağızlar?
En son, yere yarı uzanıp tek bacağını kıvırarak verdiği artistik pozlarıyla (neden sahi?) tanımış olduğumuz işkadını mesela... Kadıncağız yıllarca kimbilir nasıl çalıştı, didindi, "gerildi", lakin kendini göstermesi yine bu beyefendilerden biri sayesinde gerçekleşti.
Yine sorarım size...
Hangi başbakan piyasalardaki hareketliliği değerlendirirken, dalgalı kuru anlatırken kadınları getirip en ön sıraya oturtmuştu?
Gerçi kadınlar sıradan kadın değil, hepsi çiftçi. Yani kurun iniş çıkışıyla olmasa da tarladaki verimin iniş çıkışıyla alákaları var. En önemlisi hepsinin başında başörtüsü var.
Neredeydi bu kadınlar bugüne kadar?
Kimsenin aklına gelmedi bulup getirmek ama bu hükümetin geldi işte!
Buldunuz da bunuyorsunuz arkadaşlar!
Bir yandan mankenler de baktılar gazete manşetleri aslanın ağzında... İyice soyundular. Altın Kelebek ödül töreninde "Ne kadınlar gördüm, elbiseleri yoktu!"
Siz de zaten ertesi gün gazetelerde, önden, arkadan, aşağıdan, yukarıdan, yandan çekilmiş fotoğraflarını gördünüz.
Ne diyeyim, ikisinin ortası kadına hasret kaldık.
Adam atla çıkıyor!
Kızmak mı lazım...
Gülmek mi...
Yoksa kusmak mı...
Bilmiyorum duydunuz mu, 34 yaşında bir mühendis "at"la çıkıyormuş!
Gerçi şimdi "çıkmak" denmiyor, "aşk yaşamak" deniyor.
Ne tuhaf!
O zaman aşk vardı ama çıkılıyordu, şimdi aşk yok ama aşk yaşanıyor.
Neyse... Konumuz bu değil.
Konumuz, bir insanoğlunun bir atla olan beraberliği!
İlk defa olmuyor elbet, hayvanla insanın yakınlaşması... Anadolu’nun birçok yerinde erkek çocuklarının buluğ çağında, hatta daha sonraları da komşunun kızından daha çok komşunun eşeğiyle alákadar olduğunu biliyoruz.
Fakat ben böylesini ilk defa duyuyorum.
Ve durumu sözkonusu adamın atla "çıktığı" şeklinde değerlendiriyorum.
Nedenine gelince...
Yalnız bir dakika! Bilmeyenler için olayı kısaca anlatayım.
34 yaşında bir mühendis, tatil için geldiği Bolu-Abant’ta, kiraladığı ata tecavüz ederken yakalandı.
Buraya kadar her şey normal. Yani "anormalliğin" kendi içindeki "normal seyri"nden bahsediyorum.
İlginç olan, adamın aynı ata dadanmış olması. On beş gün arayla ikinci kiralayışıymış aynı atı. Onca atın içinden ısrarla aynı atı istemiş. At sahibinin de dikkatini çeken bu olmuş zaten. İşkillenince takip etmiş ve suçüstü yakalamış adamı.
Tecavüzcü için bir sürü şey söylemek mümkün.
"Sapık" diyebilirsiniz...
"Eskiden kalma bir alışkanlık herhalde" diye düşünebilirsiniz...
Fakat ikincide herhangi bir atı değil de aynı atı istemesine ne diyorsunuz?
Ben "adam bu atla çıkıyor! diyorum!
Belki bir hayvansever olarak atın onurunu kurtarmak isteyişimden...
Ve bu olayda, yine bir hayvansever olarak, bir sorumluluğum var mı diye düşünüyorum. Habire "Hayvanları sevin" diye diye... Adam da "Baş üstüne!" dedi belki!..
MIŞ MUŞ
AKP yönetimi, eşini döven vekile "tüzükte yok" diye ceza vermemiş.Dayağa ihtimal vermediklerinden mi yoksa verdiklerinden mi koymadılar tüzüğe, orası belli değil.
"En İyi Halk Müziği Kadın Solist" ödülünün Yıldız Tilbe’ye verilmesine Belkıs Akkale çok kızmış.Bu da yeni trend, kimse kimsenin ödülünü beğenmiyor.
Ecevit’le Karayalçın solda birleşmeyi görüşmüşler.Arkadaşlar, bu sol yollar önce birleşmemiş miydi? Ne oldu o birleşmeye?
Kadınlar yaşlandıkça uykuları azalıyormuş.E, normaldir. Bir kadın için bundan büyük "felaket" mi vardır uykusunu kaçıracak?
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2006
ŞU sıralar Tarkan hayranlarından mail geliyor durmadan. Herhalde bütün köşe yazarlarına gidiyordur. İngilizce albümle ilgili yazılıp çizilenlere kızıyorlar. Basının "Tarkan’ı karalama kampanyası" başlattığına inananlar bile var.
Bir mektubun bir bölümünü örnek olarak alıyorum buraya.
"Tarkan ülkemizin yurtdışında tanınmasına sebep olmuş en önemli sanatçımızken ona karşı uygulanan bu karalama kampanyasını kınıyorum ve çok sevgili ülkemin basın mensuplarından utanıyorum. Bu kadarı fazla artık. Bizler aptal değiliz, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu biliyoruz ve sizler onu yok etmek için ne kadar hevesli olsanız da biz buna izin vermeyeceğiz. Kıbrıs konseri albüm çıkmadan haftalar önce duyurulmuşken bunu bile malzeme yapmanız çok komik. Meydanı boş bulup Tarkan’ı sahipsiz sandınız ama maalesef yanıldınız, arkasında biz varız."
Arkadaşlar "duygusal" gördüğünüz üzere. Hepimiz gibi.
Toplum olarak en önemli sorunlarımızdan biri bu bence.
Hemen her konuda duygusal olmak.
Bu yüzden ne eleştiriler gerçek eleştiri oluyor, ne eleştirilenler buradan kendilerine bir fayda sağlamayı becerebiliyorlar.
Tartışmalar deseniz "konu üzerine" olmaktan çıkıp "Manyak!", "Sensin manyak!" şeklinde sürüp gidiyor.
Demirel’in "Başını örtmek isteyen öğrenci Arabistan’a gitsin" sözü üzerine Erdoğan’ın "Sen git Arabistan’a!" demesini hatırlarsınız...
* * *
Yine Tarkan konusuna dönersek, basındaki eleştirileri ben de takip ettim.
Çoğu "Zaten güzellik yarışmasında verdiği konserdeki kıyafeti de çok kötüydü, şişmanlamış üstelik!" düzeyindeydi.
Yani diyeceğim bu arkadaşlar da "duygusal".
Gözümden kaçmış başkaları da vardır belki ama bir tek, sadece albümü eleştiren birine rastladım. Naim Dilmener.
"İngilizce albüm diye sözler vermiş, vaatlerde bulunmuştu, evet yapmak zorundaydı ama böyle bir albüm yapacağına sözünü tutmayıp yapmasaydı daha iyiydi! Bu albüm bize çok bir şey söylemiyor. Biz zaten bu sounda dayalı çok şarkı dinledik ondan Türkçe olarak. Bir de bunları İngilizce niye dinleyelim ki? Belki yurtdışındakiler... Ama onlar da ne yapacak bu kadar orient şarkıyı?"
Bana gelince...
Müzik otoritesi olmadığımdan albümü doğru bir yere oturtamamaktan korkarım. Bu yüzden bir fikir beyan etmemem en iyisi.
Fakat en azından bir dinleyici ve de görevi icabı "her şeye maydanoz" biri olarak bir-iki laf edebilirim.
Ama bunu bile yapmam. Beceremem çünkü.
Çünkü ben de bu memleketin bir evladı olarak söz konusu "duygusal"lardan biriyim. Neticede ne niyetle başlarsam başlayayım bakmışsınız albümü öve öve bitiremiyorum.
Ama Tarkan hayranlarının ifadesiyle "acımasızca" eleştirenlere benim de söyleyecek bir çift sözüm var. (Vallahi "duygusallık"tan arınmış olarak!)
Tarkan tek albümle, tesadüfen şöhreti yakalamışlardan değil arkadaşlar!
Onun için tek albümle de gidemez!
İngilizce albümü sizi sarmayabilir ama bunu "Tarkan bitti!"ye kadar götürmek hakikaten insafsızlık, haksızlıktır.
Tarkan’ın öyle tek bir albümle tükenmeyecek kadar büyük kredisi var bu ülkede.
MIŞ-MUŞ
Mahkeme, kekeme olduğu için Türk Telekom’a indirim isteğiyle dava açan vatandaşın talebini yerinde bulmuş.
Kekelemeden konuşabiliyor olmanın bir gün hepimize "pahalıya patlayacağı" hiç aklımıza gelmezdi di mi?
Erdoğan, laikliğin, cumhuriyetin temel ve birleştirici bir niteliği olduğunu söylemiş.
"Dediği" bu. "Demek istediği"ni ise öküz altı arayıcılarından öğreniriz yarın.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2006
ASLINDA muhalefete falan gerek yok.<br><br>İşin içinde "insan" olduktan sonra, kenarda durup bekleyeceksiniz. Ki bir bakmışsınız zaten kendi kendilerini yiyip bitirmişler.
Hükümetlerden söz ediyorum.
Şu ya da bu parti önemli değil.
Mensuplarının köylü, kentli; okumuş, okumamış; az bilgili, çok bilgili olması da fark etmiyor.
Neticede ne demiş atalarımız... "İnsan beşer, kuldur şaşar."
Şaşmayan pek az hakikaten.
Basından takip ettiğimiz kadarıyla mevcut hükümetin mensupları da bir bir şaşmakta gibi görünüyorlar. Tarih tekerrür ediyor yani.
Uygulanan politikalar doğrudur, yanlıştır...
Alınan kararlar isabetlidir, değildir...
Bir gün geliyor bunlar geride kalıyor. Tek tek şahıslara bakılıyor artık.
Zira bakmasanız olmaz. Öyle şeyler yapıyorlar ki...
Orada bir makine var sanki...
Bir ucundan "doğru" girilip öteki ucundan "eğri" çıkılıyor.
Ya da herkes bir sınava tabi tutuluyor. Ve sorular öyle kazık ki pek az kişi "adam" çıkıyor.
Tamam, insanoğlu her yerde aynı ama özellikle bakan, vekil falan olunca zannedersiniz yoldan çıkmayana bir gün hesap sorulacaktır.
Öyle iştahlı bir bozulma hali. Hiç ummadığınız insanlarda bile.
Bir bakıyorsunuz,
Biri, yakınlarına şirketler kurduruyor...
Öteki, karısını dövüyor...
Beriki, arazilerinin bulunduğu bölgeleri imara açıyor...
Bir başkası, bir yasa beklentisi içerisinde olan birileriyle, şaibeli bir şekilde alışverişe giriyor.
Hiçbiri yeni değil.
İnsanoğlu yeni değil çünkü. Bildiğimiz insanoğlu... Hani çiğ süt emmiş olan...
Hal böyle olunca muhalefete falan gerek kalmıyor.
Öyle durup beklemek yetiyor.
Ki kendi kendilerini yiyip bitirsinler.
MIŞ-MUŞ
İspanya’da dayakçı kocayı ihbar edene anında 500 Euro ödeme yapılacakmış.
Bizde zor. Devletin çok büyük bir kaynak ayırması lazım.
AKP’li Kadın Kolları Başkanı, "Dayak aile içi mesele" demiş.
E, normaldir; başka türlü düşünseydi başka partinin kadın kolları başkanı olurdu zaten.
Kaya Çilingiroğlu, eski bir mankenle öpüşürken yakalanmış.
Hemen kötüye yormayın! Onda, çocuklarının annelerini azize gibi görüp seks işini dışarıda halletme huyu var.
ANAVATAN Lideri Mumcu, "Çankaya’ya keşke bir kadın çıksa" demiş.
Heeeyt aslanım benim! "Yağmasan da gürle" demişler...
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2006
GEÇTİĞİMİZ hafta gördük onları gazetelerde.<br><br>Aynı adamı seven iki kadın. Ama ikisinin de sevgisinin aşk düzeyinde oluşu aynı zamanlara denk geldi mi belli değil.
Yani erkeğin hayatında öne çıkmak için çatıştılar mı bir zamanlar...
Bilmiyoruz.
Bildiğimiz, genç yaşında hayatını kaybeden erkeğin son günlerinde, başucunda, beraber bulundukları ve onu beraber uğurladıkları. Bunun için haber oldular zaten gazetelere.
Biri eski eşiydi Dr. Turgut Tükel’in, öteki 11 yıldır beraber yaşadığı kadın.
Feryal Tükel ve Yeşim Küçük.
Sizin de yüreğinize su serpmedi mi bu iki kadının birbiriyle ilişkisi?
"Bir erkek için dövüşen iki kadın"a boğulmuşken, bu iki kadın ilaç gibi gelmedi mi size de?
Gerçi öteki türlüsü de çok tuhaf sayılmayabilir. Hep eleştiriyoruz ama... Hatta belki de normali odur. Çoğunluk o tarafta olduğuna göre...
Her neyse...
Benim içimden tebrik etmek geldi Feryal Tükel ile Yeşim Küçük’ü.
* * *
Sahi ne zaman dost olabilir aynı erkeğin hayatına girmiş iki kadın?
Biri ötekini yerinden etmediyse mesele yokmuş gibi görünse de öyle olmuyor nedense. Birbirini sevmelerinden vazgeçtim, ötekinin adının geçmesine tahammül edebilen halef-selefe rastlamak güç.
Bırakın aynı erkeğe eş ya da sevgili olan iki kadının sürtüşmesini, hayatındaki erkeğin annesinden ya da oğlunun hayatındaki kadından hoşnut olan kaç kadına rastladınız?
Dikkat ettiyseniz, üvey anneyi kız çocuklar erkek çocuklardan daha zor kabullenir.
Yani, hangi yaşta, hangi konumda olursa olsun, kadın, yakınındaki erkeğin hayatına giren her kadını kuma gibi görüyor.
Ama istisnalar var tabii.
Benim tanıdığım biri var mesela.
Jülyet.
Mustafa Denizli’nin ilk eşi.
Onların ne büyük bir aşkla evlendikleri İzmir’de hálá konuşulur.
Hani neredeyse Leyla ile Mecnun’un mutlu sonla biten versiyonu gibidir hikáyeleri.
Ama sonrası...
Hayat bu, masal değil elbet. Mutlu ya da mutsuz son yok ölene kadar.
Nitekim onlar da bir sürü şey yaşadılar. Deşmek istemiyorum şimdi. Bilen biliyor zaten. Fakat Jülyet’in, Denizli’nin kızı Lal’le olan ilişkisini herkesin bilmesini isterim. Nasıl diyeyim, en düşkününden, en fedakárından, en mükemmelinden bir anne düşünün.
Demek çoğumuzu esir alan birtakım duyguları yenmek insanın elinde.
Ya da iş yine "sevgi"de bitiyor.
Ama nasıl?
Yani o adamı "artık hiç sevmemek" mi yumuşatıyor kadını, yoksa aşırı sevmenin sonu alicenaplık mı?
Bazen de ölüm mü terbiye ediyor?
Bilemedim.
Ama neticede "asla olmaz" diye bakılan yakınlıklar kurulabiliyor işte.
MIŞ-MUŞ
Yeşil çay, kalpte riski azaltmıyormuş.
Artık öğrendik, bütün yiyecek içecekleri karşılıksız seveceğiz.
AKP Konya milletvekili ile "dayak yedim" diye şikáyetçi olan eşinin arasının üçüncü kadın yüzünden bozulduğu iddia edilmiş.
Kadıncağız kota koymuştu demek!
Yazının Devamını Oku