Pakize Suda

Kaçıran kalmasın

10 Haziran 2006
Radikal Gazetesi, birkaç gündür "The Best Of Haydar Dümen" başlığı altında, Haydar Dümen’in Posta gazetesindeki köşesinde okur mektuplarına verdiği cevaplardan seçmelerin yer aldığı bir yazı dizisi yayımlıyor. Çok da iyi ediyor.

Hakikaten faydalı bir iş.

Posta’da kaçıran Radikal’de yakalasın. Hatta bir bir bütün gazeteler yapmalı bunu ki kaçıran kalmasın.

Vallahi ciddiyim.

"Türkiye’nin seks hayatı" ile ilgili bir tez hazırlamaya kalksanız en az bir yıl sürer.

Sorular hazırlayacak, denekler bulacak, konuşturacaksınız, falan filan.

Oysa tez hazır olarak ayağınıza gelmiş durumda.

Hem birine bir şey sormaya kalktığınızda, özellikle bu konularda, doğru cevap almanız mümkün değildir. Kimse gerçeği söylemez. Oysa burada adam gönüllü olarak kalkmış derdini anlatıyor. Yani söyledikleri gerçeğin ta kendisi.

Mi acaba?

İnsanın içine kurt düşmüyor da değil.

"Sevgilim ağzıma boşaldı, hamile kalır mıyım?" diye soran bir kız hakikaten samimi midir mesela...

Yoksa başta Haydar Dümen olmak üzere hepimizle dalga mı geçmektedir?

Fakat geçenlerde bir doktorun anlattığı, kadının göbek deliğinden ilişkiye girmeye çalışan çifti hatırlayınca...

Yıllarca Güzin Abla’ya gelen mektuplara da inanmamıştık.

Fakat hadi o zaman devir o devirdi. Bugünün gençlerinin hálá o bilgisizlikle yazıyor olmaları... Ağlanası bir durum değil mi sizce de?

İnsanın "Ben neredeyim, kim bunlar!" diye uyanası ve işi gücü bırakıp inzivaya çekilesi geliyor.

Haydar Dümen’in misal "Erkekleri sadece cinsel bir alet olarak görüyorum" diyen okuruna "Erkekleri cinsel alet gibi gördüğünü onlar bilseler herhalde sinsi sinsi bunun bedelini sana ödetirler ’Alet neymiş gör bakalım’ derler" şeklinde cevap vermesi de yurdum insanından umudunu kesmesinden belki de.

Kime karşı edepli olsun adam?

Kime ciddi ciddi uzman diliyle cevaplar versin?

Halk arasında sıkça kullanılan bir laf vardır. Tencere-kapak uygunluğunun belden aşağı ifade ediliş biçimi diyeyim. Aslında konunun mana ve ehemmiyetine çok uygun düşecek şimdi ama hani ne derler... "Terbiyem müsaade etmez!"

Külotun rengi şart mıdır?

Ne zamandır beni rahatsız eden bir durum var.

Şu Gamze Özçelik hadisesi.

Duruşmalar daha doğrusu.

Kadın tecavüze uğradığını ispat etmeye çalışıyor.

Bilmemkaç aydır.

O kendini nasıl hissediyor bilmiyorum ama ben neredeyse "Lanet olsun kalsın!" diye bağıracağım onun adına.

Her gün gazetelerde o malûm cep telefonu görüntülerini aratmayacak detaylar. Bir o tarafın bir bu tarafın avukatı tarafından dile getirilen.

Olay her ne ise geçti lakin bu geçmiyor, bitmiyor. Gökhan Demirkol’la olaydan önceki beraberliklerinde yaşadıkları en mahrem şeylere kadar hepsi ortada.

Ben okuyamıyorum şahsen.

Rahatsız oluyorum.

Bir insanın bu kadar çırılçıplak bırakılmasına dayanamıyorum.

Bu da bir nevi tecavüze uğramak değil mi sizce de?

Gizli süremez mi bu duruşmalar?

Benim korkum şu: Türkiye’de tecavüze uğrayan kadınlar, sanki kendi suçlarıymış gibi, başlarına geleni anlatmaktan yana değiller zaten.

Daha da ürkmezler mi bunları okudukça?

Şart mıdır her şeyin böyle ortaya dökülüp saçılması?

O gün kadının üzerinde ne renk külot olduğunu bütün Türkiye’nin bilmesi davanın selameti açısından gerekli midir yoksa?

Bir anlasam...

MIŞ MUŞ

 Kadın sporculara artık ádet günü sorulmayacakmış.

Reklamların etkisi olmuştur mutlaka. Hani kızlar ha bire "Her günkü gibiyiz" deyip atlayıp zıplıyorlar ya.

 Haliç’te buharlı gemiyle nostaljik geziler başlıyormuş.

Bugünkü vapurlar için üzülmeyelim demek!.. 100 sene sonra binip gezebileceğiz çok şükür!

 Yapılan araştırmada, sadakat ve aşk sembolü olarak bilinen kuğuların aslında sadık olmadığı anlaşılmış.

Eyvah! Son emsal de gitti desenize!

 Alman kadınları Türk erkeği tercih ediyormuş.

"Görünüşe aldanmak" onlarda da var demek.
Yazının Devamını Oku

Bir engel

8 Haziran 2006
YAPIMCI Erol Köse, Star Avı yarışmasının finalinde, "Sanatçım Gülşen’e áşık oldum. Ancak arada bir engel vardı. Ben evli ve çocuklu bir adamdım. Şimdi evliliğime noktayı koydum" itirafında bulunmuş. Söyleyecek bir şey yok.

Áşık olmuş.

Zaten bize ne.

Üstelik ilk defa Erol Köse’nin başına gelmiyor.

Mesele de bu ya zaten. Artık neredeyse herkesin başına geliyor. Kadın erkek fark etmiyor.

İnsan nesli çaktırmadan tekamüle devam ediyor belki de. Tekamül ede ede sokak kedisine dönüştü!

Olamaz mı?

Maymundan kediye yolculuk?

Fakat biz hálá tek eşli olduğumuz hususunda ısrar ediyoruz. Fikren elbet.

Yoksa pratikte koyverdik kendimizi. Yüreğimizin mi desem, nefsimizin mi... Götürdüğü yere gidiyoruz.

***

"Gelin ata binmiş, ya nasip demiş" diye bir laf vardır...

Ben gelinlerin yerinde olsam attan inip koca evine girdikten, çocukları doğurduktan, hatta torun torba sahibi olduktan sonra bile "Ya nasip" demeye devam ederim. Ne olacağı belli değil bu devirde. "Biz atlattık" diye bir şey yok.

Kaç senelik evli olunursa olunsun, taraflar kaç yaşında olursa olsun... Kimse ötekine çelik halatla bağlı değil. Şimdiki bağlar pamuk ipliğinden.

"Peki ne yapalım?" diyeceksiniz.

Hiç.

"Bir ölüme çare yok" denir ya hani... Bir de buna çare yok.

"Allah geçinden versin" diye dua edin diyeceğim ama bu ölüm gibi değil. Tam tersine erken başa gelmesi daha iyi. Henüz rotayı başkasına çevirecek enerji varken ve de o başkasında hoş duygular uyandırabilecek durumdayken olması...

***

Diyeceğim, direnmeyin.

Hem bugün kocanızın/karınızın, yarın sizin başınızda, unutmayın. İki kere ikiyi beş ettirmeye çalışmayın. Ha, kendiliğinden ediverirse ne álá. En iyisi koyverin gidenleri.

Rahatlayın.

Kafanızı da bu işlere fazla takmayın.

Zira sahiden çaresi yok.

"Evlilik nedir?" diye bir soran olursa da...

"Bir kadınla bir erkeğin, birbirleri için ’bir tane’ olmalarından ’bir engel’ sayılmalarına doğru yaptıkları yolculuk" deyin.

MIŞ-MUŞ

Öfkelenmek hastalıkmış.

Türkiye’ye bakılırsa "salgın hastalık".

*

AKP aykırı sesleri kesiyormuş.


Yakında katliama girişmeleri gerekecek.

*

Merve İldeniz, "Kocam izin alırsa aldatabilir" demiş.

Maksat öncülük olsun.

*

Genlerde yoksa zengin olmak mümkün değilmiş.

"Gen" değil "günah keçisi".
Yazının Devamını Oku

Yıkılası imajımız

6 Haziran 2006
"BU kadındır, yavaş kullanır, geç kalırız."<br><br>Pilotun kadın olduğunu duyan bazı yolcuların söylediği laf bu.<br><br>"Korkmuyor musunuz?" Bu da yine kadın pilotlara sık sık sorulan bir soru.

Kadın olarak imajımız bu demek.

Gökten mi indi bu imaj, yoksa biz mi ilmik ilmik dokuduk yıllarca bilinmez.

Fakat netice bu.

Kadın yapamaz, beceremez, korkar!

Yapabiliyor olmak da yetmiyor yıkmaya.

Öyle sağlam ki imajımızın temeli...

E, ne de olsa inşasına erkek denen güçlü yaratığın katkısı büyük!

Fakat yine de kadının katkısı kadar büyük olmadığını iddia ediyorum.

Kadının kadına olan güvensizliği kadar büyük değil erkeğin kadına güvensizliği.

Doktor seçerken erkek olmasını tercih eden kadın çok mesela... Hani fiziki kuvvet isteyen bir şey olsa anlayacağım. Fakat doktordan bahsediyoruz arkadaşlar!

Peki neden hiç kadın "kadın kuaförü" yok?

Mahalle aralarında tek tük vardır belki ama "var" diyebilmek için yeterli değil.

Bu da güç kuvvet isteyen bir iş değil oysa. Ama kadın, kadına güvenmediğinden...

Gerçi bu belki de konumuzun dışında başka türlü bir güvensizlik...

Hani hiçbir kadının başka bir kadını güzelleştirmeye eli varmaz ya... Fakat bir yandan da kadın modacılar, makyözler var.

Neyse...

Netice olarak kadının, en az erkekler kadar kadına güvenmediği konusunda örneklerle kuvvetlendirilmiş bir düşünce vardır sizin de kafanızda. Bir sürü tecrübe yaşamışsınızdır.

* * *

Peki erkeklerin de yapamayacağına, beceremeyeceğine inanılan birtakım hususlar yok mu?

Var elbet.

Lakin ucu gidip kadını aşağılamaya dayanıyor yine.

Mesela, toplumun büyük bir kesiminde, dul erkekle dul kadına nasıl farklı yaklaşıldığının farkında mısınız?

Kadının başını kurtarabileceğine inanç tamken erkeğin ne kendine, ne eve, ne çocuklarına bakabileceği için yeniden evlenmesinin şart olduğu düşünülür.

İlk bakışta iyi bir şeymiş gibi duruyor.

"Kadın güçlüdür, ancak erkek bir hiçtir" gibi bir netice çıkıyormuş gibi sanki.

Fakat kadına biçilen rol açısından durum hiç de iç açıcı değil.

Kadının bulaşık, temizlik, çamaşır ve ütü hususunda erkeği ezip geçecek üstünlükte olduğuna inanılmasının nesi iyidir sorarım size?

Buradan hareketle uçağı en iyi erkeklerin kullanabileceğine kadar gidiliyor işte!

Hay yıkılası imajımıza...

MIŞ-MUŞ

Ünlü sihirbaz David Copperfield bir kadını, sahnede, hiç dokunmadan hamile bırakacakmış.

İyi. Başına iş gelen kızlar "Vallahi sihirbaz yaptı" diyerek sıyırabilirler bundan sonra.

Baykal, "Ülkenin 70 bin camiinde ezan sesi susmayacak", Erdoğan ise "Asıl sosyal demokrat biziz" demiş.

İş bir tek devir teslim törenine kaldı!
Yazının Devamını Oku

İstanbul çarşı pazar

4 Haziran 2006
BEN anlamam... Türkiye’nin ihtiyacı nedir...

Nerede açık var...

Anlamam derken, önceden kestiremem.

Ama birileri gözüme sokarsa...

Mesela şu günlerde anlıyorum ki İstanbul’da çarşı açığı var.

Yani çok katlı alışveriş merkezi...

Yoksa niye bilmem kaç milyon dolarlar harcayıp habire yenisini yapsınlar?

İstanbul alışverişe doymuyor zahir.

Allah bilir imzalar bile toplanıyordur.

Gerekli yerlere dilekçeler veriliyordur.

"Bize acele bir çarşı daha! Mevcutlara sığmıyoruz, dışarıda kaldık!"

Gerçi gidip gezmediğim yerler değil ve de izdihama rastladığım olmadı bugüne kadar hiçbirinde.

Hatta dertlenmişliğim bile vardır, "Ne olacak bu çarşıların hali" diye.

Fakat demek başka bir şey var.

Benim görmediğim.

Buna hiç şaşmam elbet.

Ben de görebilen biri olsaydım, bu köşede olmazdım, lakin İstanbul’un bir çarşısı daha olurdu.

Aslında alışverişten ziyade "İstanbul gezmeye doymuyor" demek daha doğru.

Zira artık "Bizim oğlan boy attı, yeni bir pantolon lazım" diye çarşıya koşan yok. Hoş Türkiye’nin hiçbir yerinde böyle zaruretten alışveriş kalmadı ama özellikle İstanbul’daki alışveriş merkezlerine, su kenarına gezmeye gider gibi gidiliyor.

Hava almaya gider gibi.

Tek sorun, çarşılarda hava yok. Hepsinin üstü kapalı.

Fakat en son bir tane tepesi açık olan yapıldı ki millet hakikaten hava alsın.

Ve hakikaten "gezelim, görelim" hadisesi cereyan etsin. Bunun için bir taraflarından sular fışkırıyor çarşının.

Mesire yeri gibi bir nevi.

Zaten adı da Kanyon.

***

Fakat herkes müteşebbis değil tabii memlekette.

Yani açılan çarşı sayısı kadar kurulan firma yok. Giyim kuşam, takı, şu bu firması.

Hal böyle olunca oyuncakçı dükkánında bunalıma giren şu devir çocuğu gibi oluyor insan bu çarşılarda.

"Oyuncakçı dükkánında bunalıma giren çocuk"un ne olduğunu izah edeyim.

Şimdiki çocuklar yeni bir oyuncak temini hevesiyle girdikleri oyuncakçı dükkánında, daha önce alıp eve götürmedikleri bir adet bile oyuncağa rastlayamayınca haliyle bunalıma giriyor.

İşte biz büyüklerin de çarşılarda düştüğü durum bu. Fakat bizimki bütün kıyafetleri daha önceden gardırobumuzda stoklamış olduğumuzdan değil. Hangi çarşıya gitsek karşımıza aynı firmaların çıkmasından. Bir önceki çarşıda bütün mamulleri ezberlemişiz zaten... İnsan "E, ben niye geldim bu çarşıya?" diye soruyor kendi kendine haliyle.

Ve İstanbul’da yaşamayan okurlar için belirteyim, çarşıların neredeyse tamamı aynı semtte. Yani böyle birbirine yakınlığından her biri değişik seçenekler sunuyor zannederseniz yanılırsınız. Şöyle söyleyeyim, bir tek tezgáhtarlar değişik. Bilmem bu sizi tatmin eder mi?

Bunu göz önüne aldıklarından belki de çarşılar arasındaki rekabette, çiçeğe, suya, koridorların korkuluklarına, helalara falan ağırlık veriliyor daha ziyade.

Fakat başta da söyledim, ben anlamam.

Her zaman derim, bana kalsa hálá Taş Devri’ndeydik. Hem de natürel taş devrinde. Daha cila işine falan girmediydik yani.

Ama yine de merak etmiyor değilim, bu çarşılar ne olacak diye.

Bir de rakıyı merak ediyorum böyle.

Sahi bu kadar rakı ne olacak?

Türkiye habire rakı imal edip, çarşı yapıyor. Du bakalım...

MIŞ-MUŞ

"Kepçe"likten kurtarmak istediği kulaklarını Japon yapıştırıcıyla başına yapıştırdığı için doktorluk olan manken Doğa Bekleriz, "Korkarım ayın salağı seçileceğim" demiş.

Ben de korkarım ki kimse ayın salağı seçmekle iktifa etmez.

*

Erdoğan, "Hedefim kişi başı gelirde 10 bin dolardır" demiş.

Sakın gülmeyin! "Gördünüz peşin parayı gülersiniz tabii" diyebilir.
Yazının Devamını Oku

Sevişmek genç işidir!

3 Haziran 2006
Siz hiç kahramanlarının iki yaşlı insan olduğu sevişme sahnesine rastladınız mı filmin birinde? En fazla şefkátle sarılır yaşlılar birbirine. O da ayakta ve giyinik.

Neden?

Yeri gelmediği için değildir herhalde.

Hiç mi gelmedi yeri yani?

Üstelik gençler sözkonusu olduğunda yeri gelmese de getiriliyor biliyorsunuz.

Peki "zaten gerçek hayatta da yaşlılar sevişmezler" diyebilir misiniz?

Sebep bu da olmamalı.

Zira uzmanlar bas bas bağırıyorlar, "Ölene kadar seks mümkündür."

Zaten yaşlıların da maşallahı var duyduğuma göre. Jinekolog bir arkadaşım anlatmıştı... Mantar teşhisi koyduğu ve cinsel hayatının sürdüğü apaçık ortada olan 70’li yaşlardaki hastasına ilişkiyi bir süreliğine yasakladığında, "Beyim kapıda, sen söyleyiver kızım, beni dinlemez" demiş kadıncağız.

Kapıya çıkmış arkadaşım, bastonlu, gözlüklü ak sakallı ihtiyara iletmiş yasağı. "Peki peki" demiş 80’ini geçmiş adam... Ama epey kızgın olarak.

Günahını almayayım, belki de genel olarak bütün yasaklara karşıydı adamcağız!

*

Yaşlıların seviştirilmemesinin sebebi şu olabilir mi peki.

Yaşlı bedenlerde sevişmenin şık durmayışı?

Evet evet, olabilir.

Kim seyretmek ister ki titrek dokunuşları?

Baleye benzemeli oysa sevişmek. Ya da buz patenine.

Genç, sırım gibi iki insan birbirine uyumlu hareketlerle, zorlanmadan, uçar gibi savrulmalı oradan oraya.

Buz üstünde kayar gibi gerçekleşmeli sevişme.

Bundan gayrısı "sevişme"den ziyade "çiftleşme" olur ki onun da seyredilesi bir yanı yok.

İşte böyle düşündüğümüzden belki de filmlerde hep gençler sevişiyor.

Pratikte var olan şey yok sayılıyor.

Sırf gençlik de değil aslında. Güzel bedenler görmek istiyor seyirci. Hiç olmazsa göze batacak çirkinliklerin olmadığı bedenler... Sarkmış göğüslerin, yağlı göbeklerin olmadığı...

Onun için hep güzel erkeklerle güzel kadınlar sevişiyor filmlerde.

Kendi sevişmelerinde bile güzellikler arıyor insan. Karşısındakinde değil kendinde. Özellikle kadın... Eğer göğüsleri istediği gibi değilse mesela, veremiyor kendini sevişmeye.

Yani göğüs dikleştirme ya da büyütme operasyonlarının esas nedeni "orgazmı tatma arzusu" olabilir.

*

Diyeceğim, yaşlılar sevişme konusunda da ıskartaya çıkmış durumdalar.

Belki de en çok bu konuda.

Bir ateşli öpüşme bile çok görülüyor onlara.

Bizi kışkırtamıyorlar çünkü.

Tam tersine soğutabilmeleri ihtimali var.

Her yaşlıda ana-babamızı gördüğümüzden belki de.

İşte bir tek "şefkátli bir kucaklaşma" uygun görülüyor kendilerine.

Ne demeli...

"Sevişmek genç işidir!"

Ya da...

"Yaşlı sevişmeler dört duvar arasında olmalıdır!"

Bütün sevişmeler dört duvar arasında olmalıdır elbet ama yaşlıların duvarı çift örülmelidir!

Bütün dünyada durum budur.

Bizde ise daha da beterdir. Bırakın öpüşmeyi, sevişmeyi, kendilerine ait bir hikáyeleri bile yoktur yaşlıların. Gençlerin hikáyelerinde kenarda bir yerde dururlar öylece.

Filmlerden bahsediyorum elbet. Ama kendinize de bir bakın... Kaçınız figürandan öte görüyorsunuz onları?

Neyse ki genç yönetmenler kamerayı biraz daha çok tutmaya başladılar yaşlıların üzerinde.

Darısı hayatın başına!

MIŞ MUŞ

Türk tüketici zengin olsaymış Versace alırmış.

"Gönül zengini" oluyoruz bu durumda.

Demirel "Siyaset tek kapısı olan bir binadır, ’in’ vardır, ’out’ yoktur" demiş.

Görüyoruz nitekim.

Baykal "Başbakan’ın tedavi edilmesi gerekir" demiş.

Lakin tıp aciz kalıyor.

Maliye Bakanı’nın, yeşil tafta elbise giyip yeşil üstüne pembe çiçekli türban takan eşi, "Yeşil gelincik oldum" demiş.

Ne diyeyim... Türkiye’ye renk kattınız hanımefendi!
Yazının Devamını Oku

Psikolojik tedavi

1 Haziran 2006
BEN psikiyatrların yerinde olsam ayaklanırım.<br><br>Vallahi. Bilmiyorum dikkat ettiniz mi... Üçüncü sayfa haberlerine konu olan "canavar"ların neredeyse hepsinin psikolojik tedavi gördüğü belirtiliyor.

En son, sevgilisiyle bir olup ailesini öldüren kızın da psikolojik tedavi gördüğü yazıldı.

İnsanın aklından ister istemez "Bu psikolojik tedavilerin kimseye bi faydası yok demek!" diye bir düşünce geçiyor.

Ha, her hastalıkta iyileşmenin sağlanması için bir süre geçmesi gerekir tabii. Özellikle bu tip hastalıklarda bu süre iyice uzun olabilir.

Tamam da...

Hiç olmazsa hastanın intihar ya da öldürme eğilimi içerisinde olduğunu göremez mi doktor?

Hasta ser verip sır vermese de tecrübeyle sabit değil midir birtakım şeyler?

Aileler uyarılamaz mı?

*

Belki de gazetelerin, kişinin hasta ruhlu olduğunu ifade ediş biçimidir bu "psikolojik tedavi görüyordu" belirtmesi.

Hani olaydan sonra adamın doğumunu gerçekleştiren ebesine kadar bulup konuşma ádeti var ya... İçlerinden biri "Zaten manyağın tekiydi abi" deyince... E, böyle yazacak halleri yok tabii, "Psikolojik tedavi görüyordu" şeklinde tercüme ediyor olabilirler söyleneni.

Yani doktorlar açısından bakınca böyle olmasını temenni ediyorum. Yoksa psikolojik tedaviye kimsenin inancı kalmayacak bu gidişle.

Zaten hálá gizli saklı başvurulan bir çare psikiyatra, psikoloğa gitmek.

Gerçi son zamanlarda "modacım, kuaförüm, psikoloğum" şeklinde sıraladıklarına bakılırsa, bazı kesimlerde bir nevi statü belirleyen, övünülecek bir iş haline gelmiş gibi görünüyor.

Ama yine de çoğunluk saklamak zorunda kalıyor.

Haksız da sayılmazlar.

Dost sohbetlerinde, bu konuların işlendiği televizyon programlarında falan her ne kadar medeni ülkelerde herkesin bir psikoloğunun olduğu söylense de pratikte pek hoş gözle bakılmıyor teşrikimesaide olana. Nice okumuş yazmış adamın tartışma sırasında "Sen zaten tescilli delisin!" dediğini bilirim eşine. Kadıncağız, misal babasını kaybettiğinde ya da doğumdan sonra her kadında oluşabilecek birtakım hassasiyetler yüzünden bir-iki defa doktora gitmiştir sadece.

Dikkat edin, her türlü tartışmada, kendisini olayın içerisinden tereyağından kıl çeker gibi çekip çıkarmak isteyenler karşı tarafın zaten psikolojik tedavi gördüğünü söylerler hemen.

Diyeceğim, bütün bunlara bir itirazı olmalı psikiyatrların, psikologların. Tellaklarla kapıcılar kadar olamadılar!

MIŞ-MUŞ

Baykal, Özal’ın izindeymiş.

Bu arada CHP yeni genel merkez binasına taşındı. Adresi merak eden varsa... Doğru gidip sağa sapacaksınız.

*

Kenan Evren "Açık saçık giyinen bayanlara kızıyorum" demiş.

Tanrım! Üstünden hiç zaman geçmemiş gibi!

*

Gülben Ergen "Hissediyorum, bebek yakın" demiş.

Bu da mikroenjeksiyon gibi bir yöntem zahir. "Hissetme yöntemi."
Yazının Devamını Oku

İstanbul’da yaz

30 Mayıs 2006
YAZIN gelmiş olduğuna dair bir söylenti var. Hatta sıcaklardan şikáyet bile başladı. Tabii ki İstanbul’dan bahsediyorum. Nasıl ki İstanbul’a ilk kar düşmeden Türkiye’ye kar yağmış sayılmıyorsa, "yaz geldi" dendiğinde de yaz İstanbul’a gelmiş oluyor!

Neyse...

Evet, öğle saatlerinde güneşin altında yürüyor iseniz sıcaktan söz edilebilir. Fakat akşamları açık havada yarım saat oturmaya kalktığınızda daha ziyade kışın gelmiş olduğunu düşünebilirsiniz.

Buna ne diyeceksiniz?

Ben bir İzmirli olarak "Zaten İstanbul’a yaz geldiği hiç görülmemiştir ki!" diyeceğim.

Yani "İşte budur!" diyebileceğimiz bir yaz.

Tamam, kavrulduğumuz günler oldu geçmiş yıllarda, fakat üç-beş günlük sıcak koskoca bir mevsimi yaz yapmaya yeter mi?

Bizim oraların yazı tövbekár eder vallahi insanı. Cehennem ateşinin provasını yapmış gibi olursunuz zira.

"Hani bu yaz evlenecektik?" diye sitem eden nişanlısına "Ha sen bu geçen yaza yaz mı disun?!" diyen Temel misali ben de hakiki bir yaz beklemekteyim ki yaza ait eylemlerimi gerçekleştireyim. 30 seneyi geçti İstanbul’a geleli... Bekliyoruz bakalım...

Mesela, daha hiçbir yaz gecenin bir yarısında yataktan fırlayıp buz gibi karpuz yeme arzusu duymadım...

Ayaklarımın içinde olduğu su dolu bir leğen hayal etmedim hiç, misal televizyon seyrederken... Veya rüyamda insan boyunda bir buz torbasına sarılıp yattığımı görmedim hiç...

Kolonyanın verdiği birkaç saniyelik serinlikten medet ummadım daha...

Arada gidip başımı buzdolabına sokup çıkardığım olmadı...

Balkonda sabahladığım da olmadı...

"Allahım n’olur kış gelsin" diye dua ettiğim de...

24 saatin 20 saatini duşta geçirdiğim de olmadı...

"Soyundum yetmedi, ilaveten derimi yüzsem bir faydası olur mu?" diye düşünmedim henüz...

Peki sizin, isterse aylardan temmuz olsun, İstanbul’da, akşamüzeri askılı elbiseyle girdiğiniz yazlık bir mekándan gecenin bir saatinde yine aynı kılıkta, yani ceketlere, şallara bürünmeden çıktığınız oldu mu hiç?

Ayaklarınızın dizinize kadar buz kesmediği bir yaz akşamı keyfi yapabildiniz mi orada burada?

Yağmura yakalanmadığınız kaç açık hava konseri var hafızanızda?

"Yazlık soba" İstanbul icadıdır mesela. Sanmıyorum ki amaç ocak ayında sokakta oturabilmek olsun... Daha ziyade azizlik yapacağı tecrübeyle sabit yaz akşamları havası içindir o açık hava sobaları.

Daha masaya oturduğunuz an garsonun "şalımız var" diye koşup gelmesi de İstanbul ádetidir. İzmir’de yelpaze teklif edilebilir ancak.

Diyeceğim, kimse "yaz geldi" demesin!

Görmüş geçirmiş biri olarak yutmam!

Temmuzda bile kerhen gelmekteyken daha mayıs ayında hele...

MIŞ-MUŞ

İstanbul’da, ağrıyla hastaneye başvuran üniversite öğrencisinin kulağına bir böceğin yerleştiği görülmüş.

Yine de mandanın söğüt dalına yuva yapması hadisesinin önüne geçemez!

*

Atatürk Havalimanı Kargo Terminali’ndeki yangının sonucuyla ilgili Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı, "Radyoaktivite var ama tehlikeli değil" demiş.

Elbet! Burası "tehlikesiz tehlikeler ülkesi" zaten!

*

İsveç Kralı, "Türkiye ile güçlü bağımız var" demiş.

Zülfü Livaneli.
Yazının Devamını Oku

Can hálá boğazdan geliyor olabilir

28 Mayıs 2006
SON günlerde, şu aşağıdakilerin pek de doğru olmadığı sizin de aklınızdan geçiyor mu? "Az ye sağlıklı yaşa!"

"Şişmanlık, hastalıklara davetiye çıkarmaktır!"

Benim "yok yav?" diyesim geliyor artık.

Zira "zayıf" Ecevit gidiyor, "şişman" Demirel turp gibi maşallah.

Yoksa çocukluğumuzda belletilen canın boğazdan gelir olması hali mi doğru olan?

Zayıflık bizim için mi, yoksa son yıllarda oluşmuş bulunan "zayıflatma sektörü"nün küpü için mi faydalı daha ziyade.

Kimse alınıp gücenmesin ama Ecevit’in durumundan sonra kalbimi bozdum ben de.

Kilosu, çocukluktaki kilosunun neredeyse sadece üç-beş kilo üstünde...

Ömrünün hiçbir döneminde göbek yaptığını gören yok.

Bir kebapçıdan çıkarken çekilmiş bir fotoğrafına rastlamadık...

Bırakın kebapçıyı, bir davette bir şeyler atıştırdığını görseydik...

Adamcağız yemedi, içmedi, iki bisküviyle gününü geçirdi.

Geçen gün bir gazetede eşiyle piknikte çekilmiş bir fotoğrafını gördüm, önlerindeki masa bomboştu. Kuru köfteden falan vazgeçtim, hani dekor niyetine boş bir bardak dursa... O bile yok.

Fakat neticeyi görüyoruz.

Diyeceksiniz ki, "81 yaşına kadar gelebilmeyi yabana mı atıyorsun? Üstelik az yiyip ince kalarak sonsuza kadar dünyaya kazık kakılacağını vaat etmiyor kimse".

Haklısınız.

Haklısınız da Ecevit’in uzun süredir sağlığının bozuk olduğunu hepimiz biliyoruz. Yani son senelerdeki hali, şu anda bulunduğu koma halinden sadece biraz daha iyiydi, o kadar.

* * *

Gelelim Demirel’e.

Kendisini incecik gören oldu mu hiç?

Zaman zaman gazetelere konu olan kahvaltı sofralarını hatırlarsınız...

Kafam kadar tereyağları...

Reçelleri, balları, kaymakları...

Güniz Sokak’taki evinin karşısında bir kebapçının bulunması bile tesadüf değil bana göre... Niye kimse kalkıp Ecevit’in evinin karşısına kebapçı açmayı akıl etmedi?

İnsanın aklına, gazeteyle derginin yanında bisküviyle sakız satılan bir büfe açmak gelir ancak!

Diyeceğim, yeme içme timsali Demirel ile açlığı çağrıştıran Ecevit’in arasındaki sağlık farkına bakar mısınız?

Gerçi son yıllarda Demirel’in de doktor kontrolünde yiyip içtiğini duyuyoruz, fakat sağlıklı beslenme arasındaki ilişkinin temellerinin çok önceden atıldığını da biliyoruz.

Şimdi uzmanlar, "Az yemek önemli değildir, azın doğru seçilmiş gıdalardan oluşması önemlidir" diyeceklerdir biliyorum.

"Zayıflık her hastalığı defeder diye bir şey yok" diyenler de olacaktır.

Fakat ne yapayım ki Ecevit’in hastalığını duyduğum ilk anda aklıma bu memleketi çok sevdiği geldiyse, ikinci saniyede de şu zayıflık hadisesinin safsata olabileceği geldi.

Ve ben düşünmeden aklıma geliverenlere çok inanırım.

MIŞ-MUŞ

Erdoğan ile Baykal "ıvır zıvır" polemiğine girmişler.

Yakışır.

İtalya’nın eski Başbakanı Berlusconi, Erdoğan’a yazdığı mektupta "Mutlaka döneceğim" demiş.

Fakat dönüp de dostların bırakıldığı yerde bulunamaması durumu da var.

Türban sorunu Başbakan’ı Berlin’de de bırakmamış.

Ben artık olaya iyi tarafından bakıyor, "Başka hiçbir derdimiz yok çok şükür!" diyorum.
Yazının Devamını Oku