Pakize Suda

Mutlu günlere geri dönmek

29 Nisan 2006
Dostları, Germiyanlıgil çiftinin, barışıp eski mutlu günlerine dönmeleri için uğraşıyorlarmış. İyi bir şey tabii.

Fakat mümkün müdür?

Eski mutlu günlere geri dönmek?

"Dönmüş gibi yapan" çoktur da...

"Dönen" var mıdır?

Ben hiç inanmam açılan yeni beyaz sayfalara...

Özellikle bu konuda.

Ha, sizin bir tuşunuz varsa... Basılınca hafızanızı silen... Bilemem.

Benim yok.

Olmayınca, yeniden eski mutlu günlere dönmek de olmuyor haliyle.

"Mış gibi yapmak" olabilir ama...

Zaten bir sürü konuda yapmadığımız şey değil.

"Oyun" bir eksik bir fazla olmuş, ne fark eder?

Mesele, kendi kendinizle baş başa kaldığınızda ne yapacağınızdır.

Ha, yalnızken de sürdürebiliyorsanız oyunu... Bravo!

Affedin gitsin aldatan kocanızı, sevgilinizi o zaman!

Hem belki de en önemlisi kazanılan zaferdir. Oyun oynamanıza bile gerek kalmaz, gerçekten mutlu olabilirsiniz.

Öyle ya...

Gideni geri döndürmek zaferdir bir nevi. Ve zafer ne türlü olursa olsun çoğu insanı mutlu eder.

Fakat ben yapamam.

Sesimi ayarlayamam en azından.

Gönlü bir saatliğine bile bir başkasına kaymış olan biriyle, değil aynı yatağa girmek, havadan sudan sohbet ederken dahi, öfkeli olmasa da buruk, kırgın çıkar sesim.

Yapamam.

Aklımız cinsellikte

Aklımız cinsellikte.

Bakmayın araştırmalarda başka ülke insanlarının bizden önde çıkmasına... Eksiğimiz pratik demek!

Ama aklımız hakikaten daima orada.

Nereden bu kanaate vardığıma gelince...

Gazetelerin ekonomi sayfalarından.

Dikkat edin bakın, iki şirket mi birleşecek, bunun adı asla "ortaklık" olmuyor, "evlilik" oluyor.

En son, bir bankanın yönetim kurulu başkanının bir beyanatı vardı... Ülkeye yabancı sermayenin gelişiyle ilgili...

"Bırakın yabancı damat gelsin" diyordu.

Hadi bunu anladık... Her türlü ortaklığa illa ki "bir kadınla bir erkeğin beraberliği" olarak bakılacak da neden gelecek olan yabancı sermaye "gelin" değil de "damat" oluyor?

Benim içime kurt düştü şimdi!

Türk ekonomisi "kertilenkele" midir?

"Esas senin aklın cinsellikte" diyeceksiniz... "Evlilik deyince neden aklına misal çocukların büyütülmesi, beraber alışverişe çıkmak falan gelmiyor?"

Haklısınız.

E, ben de bu topraklarda doğdum büyüdüm arkadaşlar!

Aslında her şey karşılıklı...

Şirketlerin evlenmesine karşılık evlenen çiftler de aralarında şirket birleşmesine benzer sözleşmeler falan imzalıyorlar son zamanlarda.

Şirketler insanlaşırken, insanlar şirketleşiyor.

Böyle tuhaf dönüşümler...

MIŞ MUŞ

Æ Kültür ve Turizm Bakanı Koç, koyların imara açılmasını savunurken "Turşu bile yenmek içindir" demiş.

Kim demiş "teşbihte hata olmaz" diye?

Æ Sebze meyve yemek, sigara içmemek ömrü 11 yıl uzatıyormuş.

Bir hastane odasında "bitkisel hayat" sürmek suretiyle 22 yıla da çıkarabilirsiniz!

Æ Erzurum’a karyağmış.

Kar da kavradı durumu. Şimdi kalkıp İstanbul’a yağsa biliyor ki kıyamet kopacak...

Æ Erdoğan, 23 Nisan töreninde sakız çiğnediği gerekçesiyle tutuklanan AKP’li ilçe başkanını telefonla arayıp destek vermiş.

Belki arabasının bagajında taşıdığı sakızlardan bir koli göndermiştir de...

Æ 28 yaşındaki Ebru Şallı "Vücut yaşım 18" demiş.

Aslında silikonlarını çıkartsa 0-12 yaş!
Yazının Devamını Oku

Beklemek

27 Nisan 2006
BELKİ de beklemeden yaşayamıyoruz. Beklemek dediysem öyle hayallerin gerçekleşmesini, terfi etmeyi, askerdeki nişanlıyı beklemek değil.

"Korkulu bekleyiş" benim dediğim.

Kendimi bildim bileli toplum olarak bir felaket bekliyoruz.

Kapının arkasında olduğunu düşündüğümüz, zamana göre değişen çeşit çeşit felaketler...

Bundan sekiz yıl önce, bu köşedeki ilk yazımın başlığı "Darbeyi Bekliyoruz" idi.

1998 yılı, mart ayı...

Demek memleketin "darbelik" bir durumda olduğunu düşündüğümüz günlerdi.

Aslında böyle düşünmediğimiz gün yok gibi bir şey. Yani darbeyi beklemek elde bir.

Bir nevi "klasik" oldu diyebiliriz.

Bir "Türk klasiği".

Hani beklemelere ödül verilse, "onur ödülü" darbeninki!

Belki bütün beklemelerimiz içinde yüzümüzü kara çıkarmayan tek bekleme olduğundan...

Birkaç kere geldi hakikaten.

Belki de bizde o gelişlerden sonra alışkanlık oldu, habire bekliyoruz, bilmiyorum...

***

Hiç gelmeyenler de var.

Mesela "komünizm".

Yıllarca hakikaten "biricik" beklenendi.

"Bu kış gelecek, olmadı ondan sonraki kış" derken gelemeden "antika" oldu çıktı.

Ve komünizmin kalkıp geleceğini düşündüğümüz ülkeden gele gele kimlerin geldiği herkesin malumu.

Gerçi kadın kısmı için bunların gelişi komünizmden beter oldu, o ayrı konu.

***

Kesilmeyi beklemek.

Bu da darbe gibi her daim var olan beklemelerimizdendir. Tek farkı, gazete köşelerinde yer almayıp, sokaktaki adamla sınırlı kalmasıdır.

Bir gün birileri gelecek ve hepimizi kesecektir.

O birilerinin kim olduğuna gelince...

Her devir değişir.

Bazen solcular...

Bazen yobazlar...

Bazen fakir fukara.

En çok da... Hadi söylemeyeyim, siz bulun.

Peki "hepimiz" kimiz?

Tam olarak bilmiyorum ama "Beyaz Türkler" olabilir.

***

Günün modası ise "irticayı beklemek".

Gerçi ilk değil. Daha önce de beklediğimiz oldu. Misal "mini etek" gibi zaman zaman moda oluyor demek!

Son birkaç yıldır yine bekliyoruz işte.

Kimi birdenbire geleceğini söylüyor, kimi yavaş yavaş gelmeye başladığını.

Fakat bunun bir özelliği, tek başına beklenmemesi. Yanında illa katık olarak darbe de bekleniyor. Burada darbe "felaket" niteliğini kaybediyor tabii. Bu sebeple "beklenti" demek daha doğru.

Aslında darbe her zaman diğerlerinden farklı beklenmiştir. Yani "korkuyla" değil de "yöneticimiz uyuyor mu!" şeklinde daha ziyade.

Netice olarak ne diyeyim...

İrticayı da tez günde "antika" olarak komünizmin yanına koyma umuduyla desem "tez günde" "antika" olmaz hiçbir şey. O halde tez günde hurdaya çıkması dileğiyle...

MIŞ-MUŞ

Aysun Kayacı, "Bana sevgili icat etmeyin" demiş.

Kız haklı! Sizi boş bıraktığı oldu mu hiç?

*

TBMM Başkanı Arınç, "Laiklik yeniden tanımlanmalı" demiş.

Önce Meclis Başkanlığı yeniden tanımlansa iyi olacak!
Yazının Devamını Oku

Sosyetik ihanetin düşündürdükleri

25 Nisan 2006
MANKEN, oyuncu, şarkıcı değiller...<br><br>Siyasetçi değiller... Fakat onlardan daha çok ortadalar.

Şu "sosyetik" diye tabir edilen kişilerden bahsediyorum.

Ve ortada olanı benimsiyor insan.

Kim olursa olsun gözümüze sokulan... Azılı bir hırsız bile olabilir hatta. Bir süre sonra aileden biri gibi olabiliyor. Bize özgü bir durum mudur, bütün dünyada böyle midir...

Uzatmayayım, aile bireylerimizden(!) Elif Germiyanlıgil’i, eşinin, yine aile bireylerimizden(!) Derin Mermerci ile aldattığı haberiyle çalkalanmış bulunuyor ülkemiz.

Sanki hakikaten hadise aile içerisinde cereyan etmiş gibi etkilendik.

Hatta bu "akraba gibi görme" durumunu iyice abartanlar oldu.

Bir gazete mesela...

Bu ilişkiden yola çıkarak "yakınları tarafından ihanete uğrayanlar"ın haberini yaptı. Eniştesiyle, üvey babasıyla, kocasının kuzeniyle evlenenler falan...

Yani şu son hadiseyi de bunlarla aynı kategoriden saydı arkadaşlar. Oysa Germiyanlıgil ile Mermerci’nin aynı camiadan olmanın dışında bir yakınlıkları olduğunu duymamıştık daha önce.

Demek her biri bize akraba olunca, birbirleriyle de akraba oluyorlar otomatikman!

Neyse, mevzu bu değil.

Hatta söz konusu üçlü de değil.

Maksat, "özel"den hareketle "genel" durum üzerine birkaç söz söylemek.

Gazeteler kahramanlardan erkek olanının henüz konuşmadığını, konuştuğu zaman üçlü ilişkinin akıbetinin belli olacağını yazıyor.

İşte "zurnanın zırt dediği yer" burası oluyor sevgili okurlar!

Adam ne diyecek?

Önündeki iki yoldan hangisini tercih edecek?

İki kadının nefeslerini tutup bekledikleri andır bu!

İkinci kadın, ilişkilerinin aslında ne tür bir ilişki olduğunu öğrenecektir.

Erkeğin gözündeki, gönlündeki yerini görecektir.

Bir süre renk mi katmıştır onun hayatına, yoksa erkek sahiden hayatının kadınını bulduğunu mu düşünmektedir?

Bakmayın siz son senelerde bazı kadınların "özgür duruş"una...

Hani kendilerini duygusal, cinsel her türlü alışverişte erkekle eşit gördüklerini söylediklerine...

Bu aslında olmasını istedikleri durumdur.

Mevcut durum ise... Şöyle söyleyeyim, en aklı başında kadının bile, dışarıya açık etmese de kullanıldığını düşündüğü olmuştur. Ha bazı kadınlar çabuk toparlanır, o başka.

Ne yapacaksınız, ezberimiz bu. Genlerimize kazınmış bir kere. Bilmiyorum kaç kuşak sonra gerçek manada kurtuluruz bu durumdan.

Aslında erkeğin rengi, ilişkinin ta başından belli oluyor ama kadın bunu anlamıyor. Aşk gözünü kör ettiğinden mi artık, işine gelmediğinden mi... Yoksa razı olduğundan mı...

Karısına yakalanmamak için azami gayret gösteren, yakalanmadığı sürece de kılını kıpırdatmaya pek niyetli görünmeyen erkek zaten tercihini çoktan yapmış demektir.

Her şeyin ortaya çıktığı noktada bile tercihi erkek yapıyor sayılmaz pek. Bunu "eş" durumundaki kadın yapar daha çok. Aldatılmayı gurur meselesi yapıp kocasını boşarsa, erkek ikinci kadını tercih etmiş olur otomatikman. Yok, affederse eşini... "Hayır, illa ki boşanacağım!" diyen erkek pek azdır.

Onun için belki de esas "zurnanın zırt dediği yer", "birinci kadın"ın ne karar vereceğidir.

MIŞ-MUŞ

İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nde toplu iğnenin sivri ucunun yüzde biri büyüklüğünde Türk bayrağı yapılmış.

Ben gidip bakmam, "Vay sen Türk bayrağını ’küçük gördün’!" diyen çıkar.

Türkiye’de çiftlerin yüzde 26.3’ü hiçbir doğum kontrol yöntemini kullanmıyormuş.

Siz "Allah’a havale"yi yöntemden saymıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku

Ciddi olalım lütfen!

23 Nisan 2006
BU köşede birkaç kez bazı okur tiplerini konu ettiğimi hatırlıyorum.<br><br>Akıl verenler... "Bakın ben de yazdım" diyenler...

Alınganlar...

Anlamayanlar...

"Ciddi olalım lütfen!"cilerden bahsettim mi bilmiyorum. Ki çoğu erkek olup bende incelemeye alma isteği uyandıran bir gruptur.

Hangi tür müzikten hoşlanırlar?..

İşteki başarıları nedir?..

Sinemaya, tiyatroya giderler mi?..

Eşleriyle ilişkileri nasıldır?..

Televizyonda hangi programları takip ederler?..

"Devlet Klasik Türk Müziği Korosu, Dede Efendi şarkıları-TRT 4" diyeceksiniz.

Hiç zannetmiyorum.

Ne kadar ağır olursa olsun neticede müziktir zira. Hoş duygular uyandırır insanda. Ne bileyim eski bir aşkınızı hatırlarsınız, Adalar, Modalar gelebilir aklınıza, bakarsınız bahardan bir söz vardır içinde...

Benim tahminim, gündüz kuşağındaki kadın programlarının sadık seyircileri oldukları yönünde.

Aradıkları daha ziyade elem keder olduğundan... Tam onlara göre!

* * *

Yani "Ciddi olalım" derken "Ağlanacak şeyler bulup çıkaralım" demek istiyorlar aslında.

Mesela bugün 23 Nisan...

Fakat onlara "Bugün 23 Nisan/Neşe doluyor insan" demek yerine, 23 Nisan 1920’ye gelinceye kadar çekilen meşakkatten bahsedeceksiniz. Hora geçsin istiyorsanız...

Bahar üstüne falan yazmayacaksınız mesela...

Öyle civelek şeyler...

Ha illa ki bahardan söz edecekseniz nevruzu konu edebilirsiniz. Fakat "Kürt sorunu"na bağlamak şartıyla!

Ya da ne bileyim, "kiraz" demeden duramayacaksınız, hayat pahalılığından dem vuracaksınız ki kirazdan, hiç olmazsa kilosunun kaç para olduğunu araya sıkıştırmak suretiyle söz edebilesiniz!

Hele hayvanlardan bahsetmek...

İnsanlar dururken...

Minik köpeğinizin maskaralıklarından ya da hayvanların aslında nasıl duygusal olduklarından falan...

Maazallah!

Bunun yerine Kangal’larını dövüştürmeden önce prova olsun diye önlerine önceden sakatladıkları sokak köpeklerini atan "insan"lardan söz edin ki görsünler "insan"ı!

* * *

Şu anda gözüme gazete ekleri ilişti.

"Cildiniz yaz mevsimine hazır mı?" diye soruyor bir tanesi.

Öteki yazın favorisi tişörtleri anlatıyor.

Bu tipler bu ekleri ufak ufak parçalara bölüyorlardır di mi?

Okumamak kesmez tahminimce.

MIŞ-MUŞ

Malezyalı astronotlar, uzayda kıbleyi arıyorlarmış.

Biz de bir gidip baksaydık, "kamusal alan" var mı...

Çocuklar, 1500 saati TV karşısında geçiriyormuş.

Otlukbeli Savaşı’nı Mehmet Ali’ye anlattıracaksınız, başka çaresi yok.

Türk ekonomisi İsveç ve İsviçre’yi geçerek dünyanın en büyük 19. ekonomisi olmuş.

Esnafa söylemeyin, kafayı yiyebilir!
Yazının Devamını Oku

Kaymakamlar sırayı savdı!

22 Nisan 2006
Neyse... Kaymakamlar da sırayı savdı! Bakalım namusuna "leke" sürdürmeyecek hangi meslek grubu var sırada.

"Sev Kardeşim" adlı dizide, kaymakam rolündeki Hande Ataizi, makam odasında öpüştüğü için kaymakamlar ayaklanmış.

"Kaymakamlar makam odasında öpüşemez!"

Hande de kendini savunuyor: "Ben öpüşmedim, zorla öpüldüm, üstelik öpeni de tokatlayıp odadan kovdum."

Ne desin kızcağız?

Zaten senaryoyu yazan da bu tepkiyi tahmin ettiği için o tokadı attırmıştır.

Ki kaymakamların namusuna leke sürülmesin!

Aslında en iyisi dizilerdeki bütün karakterleri işiz güçsüz takımı mensubu olarak göstermek!

Fakat onlar da birleşebilir...

Bakmışsınız "İşsiziz ama iffetliyiz" yazılı pankartlarla yürüyorlar!..

Halbuki her mekánda her meslekte, her işyerinde, her devlet dairesinde kimbilir neler dönüyor.

Kimbilir dediğim lafın gelişi, hepimiz biliyoruz...

Fakat o haltları karıştıranlar bir ara uzaydan gelip yapacaklarını yapıp gidiyor. Ya da hiçbir şey öpüşmekten daha kötü değil!

Ama kaymakamlar da ne yapsın bir yandan...

Malum bölümün yayınlandığı akşamın ertesinde kaymakamlıkların önünden bıyıklarını burarak geçenler olmuştur belki! Burası Türkiye...

Kırık Kanatlar

Laf bir diziden açılmışken... Başka bir diziyle devam edelim.

Kırık Kanatlar.

Önce önemsemedim açıkçası gelen postaları. Ama ardı arkası kesilmeyince...

Meğer dizinin fanatikleri varmış. Yayından kaldırılacağını duyunca köşe yazarlarından, TV eleştirmenlerinden, akıllarına bu işlerle ilgili olabileceğini düşündükleri kim geldiyse herkesten yardım istemeye girişmişler.

Bundan önce sayısız dizi kaldırıldı yayından fakat bir teki için bile, tek posta geldiğini hatırlamıyorum.

Bir-iki kişi olsa tamam da... Böyle bir bombardıman olunca, bunu tek tek, birbirinden habersiz seyircilerin yaptığı hususunda şüpheye düşüyor insan. Hele üsluplar da birbirine benzeyince...

Fakat bir yandan da "Kurtuluş Savaşı" sözkonusu olan...

"Şu Çılgın Türkler"in kırdığı satış rekorunu falan düşününce şu sıralar milletçe Kurtuluş Savaşı aşığı olduğumuz bir gerçek.

Haksız da sayılmayız.

Züğürtleyen tüccar eski defterleri yoklarmış... Hayaller tükenince anılara sarılmak gibi bir nevi.

Hal böyle olunca, postaların gerçek fanatiklerden geldiğine inanıyorum.

Gerçi dizide Kurtuluş Savaşı’na rastlamadım ben henüz. Hani kostümlerle arada kendini gösteren çeteler de olmasa... Fakat adı bile yetiyor demek.

Ortalığı karıştıran kaynanayla, şirket hisselerini paylaşamayan adamlar yok hiç olmazsa. Bu yönü bile ötekilerden farklı kılıyor Kırık Kanatlar’ı.

Gelelim dizinin yayından kaldırılacağı söylentilerine...

Kanalların işine akıl sır ermez sevgili Kırık Kanatlar fanatikleri!

Yapımcıların da.

Bir bakmışsınız bindikleri dalı kesiyorlar...

Sebebini ben buradan anlayamadım, siz oradan hiç anlayamazsınız.

Yani dizi kalkar mı kalkar.

Ama ben yine de isteğinizi gözardı edemedim. İnşallah bir faydası olur.

MIŞ MUŞ

Æ Seksi kadın gören erkeğin karar verme mekanizması altüst oluyormuş.

Makine mübarek! Su kaçınca arıza yapıyor!

Æ Orta yaş, sekste mutsuzmuş.

E, bir şeyin "yetersiz" oluşu hiç olmamasından daha kötüdür çoğu zaman.

Æ Türkiye’nin 10 yıl uğraşıp 40 milyon dolar harcayarak ABD’den getirdiği Karun Hazinesi soyulmuş.

Övünmek gibi olmasın, bizden beklenenin dışına çıkıp kimseleri şaşırtmamışızdır bugüne kadar!

Æ Arap kadını seksi, Türk kadınından daha çok seviyormuş.

Erkek kısmı eksik olmasın o tatmini bize sokakta bakışlarıyla yaşattığından...
Yazının Devamını Oku

Aşka şeytan karışır

20 Nisan 2006
BEN demiyorum, Hande Altaylı diyor.<br><br>Kitabının adı bu. "Sıradan insanlar yoldan çıkmaz, en masumlar günahkár olmaz, iyiler kötülük yapmazdı; eğer aşka şeytan karışmasaydı."

Doğrudur.

Kitaptan haberdarsınızdır elbet... Epey yer aldı basında. Belki de alıp okudunuz bile.

Ben açıkçası son dönemde yazılmış aşk romanlarından uzak duruyorum. Belki aşkı yaşamak da yazmak da çok ucuzladığından, belki bu konu üstüne çok ahkám kestiğim için ikrah ettiğimden... Bilmiyorum.

En son, daha önce iki romanını okuyup sevdiğim bir kadın yazarımız beni hayal kırıklığına uğrattı mesela.

Kahramanlarını oturtup kaldırtıp çılgınca seviştirmiş son kitabında. O kadar.

Tamam sevişsinler de arada da altı çizilecek iki laf etsinler! Klasiklerde olduğu gibi "hiç unutulmayacak" değilse de "birkaç gün hatırlanacak" iki çift laf hiç olmazsa...

Ya da kitabı kapattığınızda bir süre etkisinde kalacağınız bir hikáye...

Daha önceki iki kitabında bu vardı oysa. Fakat onlar yaşanmış aşk hikáyeleriydi. Kurgulamaya sıra gelince aşıkları ha bire seviştirmekten başka bir şey gelmiyor demek akla.

***

Uzatmayayım, her şeye rağmen Hande Altaylı’nın kitabını merak ediyordum. Hem tanıyıp sevdiğim ve akıllı bulduğum biri, hem de ne yalan söyleyeyim Fatih Altaylı’nın eşi oluşundan.

Önce şöyle bir karıştırayım dedim... Şu paragraf gözüme çarptı:

"Ölüm buydu işte. Sen ölürdün ve o çok önemsediğin, içinde var olabilmek için ömrünü harcadığın koskoca dünya, ardından bir çizgi film sesiyle haykırırdı: ’Güle güle, sen bir hiçtin!’ Suyun yeni açılan bir boşluğu dolduruvermesi gibi hayat da senin eksildiğin yeri kaplayıverirdi. Bazen söylediği tek kelimeyi önemseyip büyüttüğümüz birinin ölümü o kadar etkilemezdi bizi. Ne de olsa söylediği sözde biz vardık ama ölümünde yoktuk. ’Vah vah’ der geçerdik, ’Akşama ne yiyelim?’"

Hemen ilk sayfayı açtım.

Üç saat sonra kitap bitmişti.

***

Herkesin alacağı bir şeyler var kitaptan. Yukarıdaki, ölüm üzerine söylenmiş sözler ilginizi çekmiyorsa, daha çok "ilişki manyağı" iseniz kitapta bir sürü tüyo var.

"Çekip gidersen tınmayacak bir kadınla olduğunda çekip gidemiyorsun" gibi mesela.

Bir de komik Hande Altaylı.

Dilinden ve de en hüzünlü, en romantik, ne bileyim işte en beklenmedik anlarda bile, çok iyi gözlemlemiş olduğu "insan"a ait detayları araya sıkıştırmasından gelen bir kimliği var. Eğleniyorsunuz okurken.

Ve ileride torunlarınıza 2000’li yıllarda aşk ve arkadaşlık ilişkilerinin nasıl olduğunu göstermeniz açısından lüzumlu bir kitap.

Uzun lafın kısası "Bir sarışın daha aşk üstüne bir şeyler karalamış işte!" diye bir düşünce içerisinde olan varsa yanılıyor. Daha fazlası var kitapta.

Bu yazının maksadı da bunu söylemek zaten. Önyargılardan çok çekmiş bir sarışın olarak... Bir nevi sarışın kadın dayanışması diyebilirsiniz. Yoksa ben ne kitap eleştirmeniyim ne de her okuyup beğendiğim kitabı burada anlatma ádetim var.

Ama bu sefer beğenimi özellikle belirttim.

MIŞ-MUŞ

Kadir Topbaş "İstanbul dev bir seraya dönecek" demiş.

Bizde şans mı var, bakmışsınız biz çiçek beklerken onlar üstümüze naylon sermişler!

Kadınla erkeğin kalbi de farklıymış.

"De"si fazla. En farklı yerleri orası bence.

Alman karı-koca ayrı ayrı Loto’da 6 tutturmuş.

Alman Medeni Kanunu’nda "karı-koca arasında piyango adaleti" diye bir madde var zahir!
Yazının Devamını Oku

Konuşa konuşa...

18 Nisan 2006
NE zamandır atalarımızın şu tespitine takılmış durumdayım:<br><br>"İnsan konuşa konuşa anlaşır." Bu söz bizden çıkmış olamaz!

Yok, eğer bizden çıktıysa "Hani nerede?" diye sormak isterim.

Bilmiyorum iki Türk’ün konuşa konuşa anlaştığına şahit oldunuz mu hiç...

Biri konuşacak, öteki dinleyecek ve anlayacak, sonra o konuşacak beriki dinleyecek ve anlayacak ve neticede anlaşacaklar öyle mi?

Hakikaten görmek isterim.

Fikir alışverişinin "alış"tan ziyade "veriş" kısmını severiz.

Belki de yüce gönüllülüğümüzden...

Birer "pınar" olduğumuzu addetmek fakat suyu kendimize saklamayıp etrafa dağıtmak gibi...

Bir konuyu tartışmaktan ne anladığımız ise şu cümlelerle açıklanabilir:

"Ben diyeceğimi diyeyim de gerisi mühim değil."

"Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük."

"Tartışmanın amacı karşıdakini susturmaktır!"

"Sen benden daha mı iyi bileceksin?"

"Esneklik mi? Lastik miyiz biz?"

Televizyondaki tartışma programlarının karşısına her zaman hevesle otururum.

Bakarım konu ilgi alanım dahilinde, konuklar sağlam...

Fakat program ortalarda bir yerde "Sensin terbiyesiz!", "Dünyadan haberin yok senin!" kıvamına gelir ve öylece de biter.

Neticede her seferinde, nasıl desem, adamın, elinde kalan çiçekleri ve mendiliyle boş vagonlara bakışı gibi kalakalırım oturduğum koltukta.

Fakat yılmam. Her seferinde yine heveslenirim.

Aslında "konuşa konuşa anlaşmak" diye bir şey olsa yüce vekiller denerdi bunu.

Yumruklaşmadıkları zaman küfürleşiyorlar biliyorsunuz.

Ama "küfürleşmek de bir konuşma biçimidir" diyebilirsiniz tabii.

Haklısınız, insanın konuşa konuşa anlaşacağı söylenirken, konuşmanın ne biçimde yapılacağı belirtilmemiş!

* * *

Hepsi bir yana...

Her konuşan iki kişi konuşuyor sayılmaz!

Bazen "konuşa konuşa" "konuşamadığı" da olur insanların.

Geçenlerde Televizyon Makinası’nda Okan Bayülgen ile Ahu Tuğba’nın, Okan Bayülgen’in çabalarına rağmen, nasıl konuşa konuşa konuşamadıklarını gördük.

Bu arada konuşa konuşa konuşamayanların ve elbet anlaşamayanların en başında geldiğimi de belirteyim. "Ele verir talkını kendi yutar salkımı" durumuna düşmek istemem!

Netice olarak atasözlerini de güncelleştirmek lazım!

Mesela bu bahis konusu söz bir "mı" eki alabilir.

"İnsan konuşa konuşa mı anlaşır?"

Veya...

"İnsan konuşa konuşa anlaşır mı?"

Fakat atasözü dediğiniz soru sormaz di mi?

MIŞ-MUŞ

Erdoğan, "80 yılın sorunlarını çözüyoruz" demiş.

Bugünün sorununu ise 80 yıl sonraki hükümete havale ettiler!

ABD’nin, 2004 yılında, İran’ın işgali için tatbikat yaptığı ortaya çıkmış.

Her sene düşman kuvvetlerini temsilen yeniden yenmeyi görmüştük de prova dünyada ilk oluyor.
Yazının Devamını Oku

Orhan Gencebay

16 Nisan 2006
ÖYLE analizler falan yapmak harcım değil.<br><br>Mesela Orhan Gencebay’ı hangi kesim dinler, sever... Şarkılarının sözlerinde ezilmişlik mi vardır yoksa ezilmeye başkaldırı mı...

Orhan Gencebay şarkıları toplumsal yapıyla nasıl ilişkilendirilir...

Falan filan.

Beceremem.

Bunları işin ehli olanlara bırakmak lazım.

Hem "felsefe yapmak" da istemem doğrusu. Orhan Gencebay’ı sevdiğim için kendimi mazur göstermeye çalışıyormuşum gibi bir hava yaratmaktan korkarım.

Var böyleleri...

Kendilerini bozacağına (!) inandıklarından mıdır artık, bazı sanatçıları, yazarları kapalı kapılar ardında sevip beğenen, yok eğer kapıyı açacaklarsa da sosyolojiden girip felsefeden çıkmak suretiyle akıllarınca sevgilerini çok önemli nedenlere dayandıranlar...

Bense nedensiz seviyorum Orhan Gencebay’ı.

Daha doğrusu sıradan nedenlerle.

İçime işleyen şarkıları var.

Dinlemekten hiç bıkmadığım...

Sonra, çok özel bir sesi ve yorumu var. Kimse onun şarkılarını onun kadar güzel söyleyemiyor.

Yetmez mi bunlar?

Peki.

Duruşundan da etkileniyorum. Yıllardır hiç değişmeyen, tam orta yerde durmayı hak ettiği halde kenarda duruşundan...

Görgüden mi bu, asaletten mi, hazmetmişlikten mi?..

Peki, deli saçması bir laf ettiğini duydunuz mu hiç?

Tarihe meraklı oluşunu da seviyorum. Görmedik çünkü başka örneğini... Bindikleri cipin tarihini bilseler ona bile razıyım.

* * *

Habire tartışılan "yaptığı müziğin tarzı" konusuna gelince...

Ne önemi var?

Çok güzel bir şey yapıyor işte. Kendine has.

Piyasada mantar gibi biten yağız delikanlıların yaptığı müziğe benzemiyor. Ha bakın "arabesk" olmadığını buradan biliyorum işte.

Velev ki olsa... Bir arabesk şarkıya gönül vermiş olmaktan niye bu kadar korkuyoruz?

İlla bir isim vermek gerekiyorsa tarzına, "Orhan Gencebay tarzı" denebilir.

* * *

Orhan Gencebay
hayattayken, sağlığı da yerindeyken bu yazının nereden icap ettiğini merak edebilirsiniz.

Siyaset Meydanı’ndaydı geçen gece... Seyrederken onun çok özel biri olduğunu düşündüm. Ne arkasında benzeri vardı, ne önünde. Orada olsaydım tebrik eder, sevgimi yüzüne karşı ifade ederdim.

Orada değildim, buradan söyledim.

Çok da iyi ettim.

MIŞ-MUŞ

Sibel Kekilli, "Ezilen kadın rolü oynamak isterim" demiş.

Rakibiniz çok! Gündeme çıkmak isteyen o rolü oynuyor şu sıralar.

Yeni Rakı’yı Amerikalılar almış.

Artık meze diye hamburgeri koyabiliriz masaya!

Gülşen, "Suya yazsam okuturum" demiş.

Beden 0 ama megalomani 100!
Yazının Devamını Oku