8 Şubat 2007
SÖZLÜKLERDE yer almayan ancak halk arasında kullanılan amiyane bir söz vardır... İnsanoğlunun dün yediği hurmaların bugün nelere mal olduğuyla ilgili... Dünyanın küresel ısınma nedeniyle içinde bulunduğu durumu tek cümleyle ifade etmek gerekirse, bundan uygunu yoktur kanımca. Dinlemedik, inanmadık, endişelenmedik, ciddiye almadık... Sonunda Küresel Isınma Acil Eylem Planı’na kadar geldik.
Yumurta kapıya geldikten sonra yani.
Bir eylem planımız oldu gerçi ama biz sıradan insanlar hálá tam olarak aymış sayılmayız.
Mesela, eminim birkaç gündür bahar kılığından çıkıp kendi normallerine bürünen havaya üzülen çok kişi vardır. Tam da giyim kuşamlarını güzel havalara göre ayarlamışken!
Ve eminim şu anda şu satırların yerine Tuğba Ekinci’nin jüri üyelerine nasıl "geçirdiğini" okumayı tercih edenler de az değildir.
Tamam, onu da yazarız.
Fakat arada tatsız da olsa bazı sorumluluklarımızı yerine getirmeye kalkıyorsak, ileride, torunlarınızın da o zamanın Tuğba Ekinci’leriyle ilgili yazılar okuyabilmesi içindir!
Ne diyeyim... Konuya buradan girersem, işin ciddiyetine varmamakta direnenler varsa bir faydası olur belki.
Hatta keşke başgöstermeye başladığı günlerde hepimizi canevinden vuracak şekilde ifade edilseydi tehlike.
Ne dediler oysa?
"Havalar ısınacak, kış olmayacak."
Bu bize iyi bir şeymiş gibi geldi. Kendimiz için olmasa, fakir fukaranın kemiği iliği ısınacak diye sevindik.
İşin vahametini kavrayabilmemiz için misal, "Bütün sahaları su basacak, bundan böyle bir tek futbol maçı oynanmayacak" gibi bir şeyler söylenmeliydi ki erkek kısmının hakikaten önünü almak için yapmayacağı fedakárlık kalmazdı.
Kadınlara da bulunurdu bir şeyler. Çukurova’da pamuk kalmamasından ziyade incik boncuğun kökünün kuruyacak olmasından, ya da ne bileyim bir daha sürecek ruj bulamayacak olmamızdan sarsılabilirdik.
Dünyayı kurtarmak için böyle pembe yalanlardan faydalanılabilirdi.
Fakat olmadı.
Bugünlere geldik.
Şimdi ne olacağını söyleyeyim size.
İşi Allah’a havale edeceğiz.
Nitekim bir araştırma şirketinin yaptığı araştırmadan çıkan netice bunu gösteriyor.
"Allah’ın takdiri."
Takdir Allah’tan olunca çaresi de Allah’tan olacak haliyle.
Karadeniz’de ise "Buralarda küresel ısınma falan yok" diyorlarmış.
"Isınsa bizim ev ısınırdı, daha demin iki odun attım sobaya" diyen olmuş mu, onu bilmiyorum ama kanaatimce olmuştur.
MIŞ-MUŞ
Helin Avşar, Paris Hilton’a benzetilince sevinmiş.
Kızcağız yerini biliyor hiç olmazsa, "A, benim idolüm Madame Curie’ydi!" de diyebilirdi.
Şebnem Schaefer kendini işine vermiş.
Annesi bu "verme"yi yanlış anlayıp kızı muayeneye götürebilir.
İngiltere’de yapılan araştırmada, kadınların cazibeyle terfi ettiği ortaya çıkmış.
Bizim buralarda araştırmaya bile gerek yok.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2007
HASTANEDE Furkan’ların, Aleyna’ların, Duru’ların katında yattık.<br><br>İyi de oldu. Moral buluyor insan.
"Yeni doğan" odasına bitişikti odamız. Üçü gitti beşi geldi bebeklerin.
Yani Türkiye "çalışıyor" arkadaşlar!
Durmayan, yavaşlamayan, modası geçmeyen, sonu gelmeyen bir tek bu kaldı galiba. Baksanıza kış bile yok oldu hayatımızdan. Haninin kışı bu sene "hormonlu sonbahar" olarak geldi geçti.
Uzatmayayım, annemin hastalığı vesile oldu, taze anne-babaları yakından gözleme fırsatı buldum.
İkisinin durumunu birer kelimeyle ifade etmek gerekirse "anneler gazlı, babalar kameralı" diyebilirim.
Evet, bebekler yerlerini gaza terk etmek suretiyle çıkıyorlar annelerinin karnından. Koridorda gezinen annelerin karnına bakarak doğum yapıp yapmadığını anlamak mümkün değil. Yok yok, mümkün. Daha şiş olan doğum yapmış, gazını gezdirmekte oluyor.
* * *
Sahi bu gaz mevzuu hallolmadı gitti. İnsanoğlu 150 yaşına kadar yaşamanın yolunu buldu (Fakat şansa bakın ki dünyanın sonu geldi) gaza çare bulamadı.
Sadece ameliyat sonrası değil, genelde bir gaz sorunu var insanoğlunun. Belki de yalnız bizim bünyemize has bir durum, bilmiyorum. Zira bir eliyle karnını ovuşturup öteki eliyle soda şişesini ağzına diken turiste rastlamadım hiç. Fakat memleketimizde, her televizyonun karşısında, bu pozisyonda en az iki kişinin oturduğunu görmenin mümkün olduğunu düşünüyorum.
İşte üstüne bir de ameliyat binince... Doğumla ameliyatın ne ilgisi var demezsiniz herhalde. Sizin de malumunuzdur ki sezaryen Allah’ın emri oldu adeta. Hani tarlada sancısı tutan köylü kadının bile yanındakilerce sezaryene tabi tutulduğuna inanıyorum artık.
Hastanede kaldığımız bir hafta boyunca bir tek normal doğuma şahit olduk ki onu da hiçbirimiz normal karşılamadık. Babanın doğumu ucuza getirmeye çalıştığından tutun da annenin mazoşist olma ihtimaline kadar türlü yorumlarda bulunduk.
* * *
Şimdi esas konuya geçiyorum.
Başta dediğim gibi, anne ve babaları yakından gözleme fırsatı buldum ve bu, bana şunu gösterdi ki çocuk annenindir.
"Nereden, nasıl çıkardın?" derseniz...
Hangi odaya başımı uzatsam "anne"yi hemen gördüm, fakat "baba"yı seçemedim kalabalığın arasından.
Elinde kamerayla gezenin baba olma ihtimali yüksekti elbet, ama onlardan bazılarının amca, dayı ya da yakın arkadaş olma ihtimali de yok değildi.
Bu benim için yeterli sevgili okurlar. Fakat konuyu gerekirse daha uzun tartışabiliriz bir gün.
MIŞ-MUŞ
Masaj yapan kumaş üretilmiş.
İnsanoğlu illaki bir taşla iki kuş vuracak.
İngiltere’de yapılan bir araştırmada, kadınların eşlerinden ziyade kedilerinin fotoğrafına bakarken daha çok heyecan duydukları ortaya çıkmış.
Bakmışsınız yarın köşelerde kadın-kedi meseleleri!
Genç çiftler cinsel sağlıkta bilgisizmiş.
Çocukluğunuzda okul kapısındaki turşucuyu düşününüz... Tükettiğiniz bardak bardak turşu sularını... Hangi koşullarda yapıldığı, sağlıklı olup olmadığı umurunuzda mıydı?
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2007
"YAZARIMIZIN yazısı elimize ulaşmadığından..."<br><br>Geçen hafta bugün bu köşede bu mazeretle karşılaştınız. Ne düşündünüz acaba?
Bir kere "ortada bir yazının var olduğunu" herhalde. Fakat gazeteye gitmemekte direnen bir yazı!
Gönderiyorum gönderiyorum gitmiyor meret!
Bu devirde!
Teknolojinin neredeyse aklımızdan geçeni dünyanın öteki ucuna götürdüğü noktaya geldiği bu devirde!
Gerçi bir yandan da olmayacak şey değil. Memleketimizin havasından mıdır suyundan mı, teknoloji bizim semalara gelince tepe sersemi oluyor adeta. Sistem bilmem ne olduğundan popoma baka baka bankadan çıkmışlığım, işimi görüp çıkmışlığımdan daha fazladır mesela.
Ama yazımın gazeteye ulaşamamasının bununla bir ilgisi yok.
Yazı yoktu ki ortada, ulaşsın!
Yazamamıştım.
Fakat "Yazarımız yazısını yazamamıştır" denmez elbet. Dost var düşman var!
"Biz demiştik, nihayet yazamıyor işte!" diyenler olabilirdi.
Ya da ne bileyim, "Yazdığı günlerde de yazmış sayılmıyordu zaten" diye düşünenler...
Gazetem, düşmanlarımın sevinmesine mahal vermemek için zahir "Yazarımızın yazısı elimize ulaşmadığından" demeyi tercih etmiş.
Aslında yıllık iznimin bir bölümünü kullanıyor da olabilirdim. Fakat haset ederdiniz. Kış ortasında, hepiniz işinizin başındayken... "Yıllık izin" deyince "tatil" geliyor akla çünkü. Keyfimin gıcır olduğunu düşünebilirdiniz.
Ve çok yanılırdınız.
Hastanedeydim zira.
Annemin yanında.
Benimki memur diliyle "mazeret izni"ydi yani. Fakat bizim sektörde kullanılmıyor. Bizim iki klişemiz var. Mevsime göre değişen... Yazsa yıllık iznimizin bir bölümünü kullanıyoruz, kışsa yazı yerine ulaşamamış oluyor.
Ha bir de arada "Yazarımız yurtdışında olduğundan yazısını yazamamıştır" var. Demek yazar bakıyor etrafına, her şey, herkes yabancı, yazamıyor!
Ya da memleketten uzaklaşınca "memleketin hali"nden de uzaklaştığından, ne yazacak...
Uzatmayayım, annem çok önemli bir rahatsızlığın kıyısından geçti. Şimdi iyi sayılır. Ya da hani ne derler, "İyi diyelim, iyi olalım".
Hayat devam ediyor elbet.
Ediyor da siz dahil olamıyorsunuz bazen...
Çok dışında hissediyorsunuz kendinizi...
Kolunuz kanadınız kırılıyor...
Canınız hiçbir şey istemiyor...
Her şey anlamsızlaşıyor...
Yeni duruma alışıncaya kadar.
Diyeceğim beni hoşgörün bugünlerde.
Saçmalayabilirim (Yani her zamankinden biraz daha fazla)...
Arada aniden yok olabilirim...
İdare edin lütfen.
MIŞ-MUŞ
Kenan Doğulu, "Rüyamda birinci oldum" demiş.
E, Sertab hariç, pek yabancısı olduğumuz bir durum değil.
Küresel ısınmanın nedeni insanoğluymuş.
Bakın bu bize bayağı sürpriz oldu!
Hollandalıların boyu Amerikalıları geçmiş.
Aman huyları geçmesin!
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2007
Sosyetenin gözde çifti Süreyya Yalçın’la Kerem Dürüst 16 aylık evliliklerini bitirmeye karar vermişler. Bir günde alınacak karar değil bu. En azından altı ay "Du bakalım!" demişlerdir. E, "Du bakalım" noktasına gelinceye kadar da en az altı ay geçmiştir. Demek balayında başladı geçimsizlik.
Şiddetli geçimsizliği biliyorduk da bu "acil geçimsizlik" oluyor zahir.
Hayır "Öteki Türkiye"den olsalar, gelinin kızlık zarı esnek çıktı, damat da durumu yanlış anladı diyeceğim ama...
Belki de "Tenimizin uyumu" durumu vardır. Fakat bu devirde bırakın tenin uyumunu, ayak küçük parmağının uyumuna kadar bakma fırsatı buluyor gençler evlenmeden önce.
Neyse, sebep ne olursa olsun, anneler arayı bulmak için ABD’ye uçmuşlar. Başka ülkenin evladı olsalar oysa, annelerinin bu boşanmadan, çocukları sevgilileriyle tatile geldiğinde haberi olurdu ancak.
Hakikaten kurban olam bu memleketin örfüne adetine!
Anneler derhal devreye girer, tarafları dinler, gerekli müdahaleyi yaparlar.
Mesela...
- Anne, bu bana eşek dedi!
- Ama eşeğin çok güzel gözleri vardır yavrucuğum; kocan belli ki gözlerini beğeniyor.
Aslında annelerden birinin içinden "Sen de ona eşekoğlu eşek deseydin", ötekinin içindense "Az bile demiş" demek geçer ama ne yapacaksınız ara bulmaya soyunmuşlardır.
Bu sahiden de tamamen bize özgü bir durum. "Evliliği kurtarma müessesesi" diye bir şey var. Ana-baba, konu-komşu ve arkadaşlardan oluşan.
"Ayol adam beni öldürecek!" dersiniz; dinlemez, zorla koynuna sokarlar.
Öldürür nitekim.
Üçüncü sayfa haberlerinde karşınıza çıkan aile facialarını kurcalarsanız altından mutlaka zorla barıştırma durumu çıkar.
Dürüst çifti için söylemiyorum elbet bunu.
Fakat bir yandan da sokma akılla nereye kadar?
Evliliğin takviyelisi olur mu?
Orman kızı
18 yıl önce ormanda kaybolan Kamboçyalı P’ngieng geçtiğimiz günlerde bulundu, muhtemel ailesine teslim edildi.
Ailenin gerçek ailesi olup olmadığı DNA testinden sonra anlaşılacak.
Ona "Orman kızı" diyorlar.
Ve şu sıralar "Şehir kızı"na döndürmeye çalışıyorlar kızcağızı.
Zaman içerisinde bizim bildiklerimizi o da bir bir öğrenecek.
Nitekim başlamış.
"Midem ağrıyor" diyormuş.
Sırasıyla gider artık...
"Depresyondayım"
"Trafikteyim"
"Anlaşamıyoruz"
"Kolesterolüm yüksek, stres notum düşük."
Yani, bizim buralarda olsa diyorum. Yoksa Kamboçya’yı bilmem. Fakat neticede İsviçre’ye benzeyecek hali yok.
Nitekim kız durumun farkına varmış olmalı ki durmadan kaçmaya çalışıyormuş. Fakat annesi her seferinde yakalıyormuş.
Ne fena!
Hele bugünlerde...
Hepimizin ormana kaçası varken...
Ver kırbacı!
Aslında hiç çırpınmasak...
Kabul etsek Arap ülkesi olduğumuzu...
Ve gereği neyse yapsak...
Mesela Cansu Dere filmde rol icabı öpüştü mü...
Ver kırbacı!
Aslında o zaman Cansu Dere filmlerde öpüşemeyecek tabii, o da var.
Belki de en iyisi bu!
İki arada bir derede olmaktansa...
Biz belli ki "geri"ye daha yakınız.
Öyle ya...
Rol icabı öpüştü diyesevgilisine, "Bu duruma ne diyorsunuz?" diye mikrofon uzattıklarına göre...
Yani ortada "yüz kızartıcı" bir durum var onlara göre.
Var hakikaten...
Ama kimin durumu?
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2007
BİLMİYORUM araştırmacılar bu konuya eğildiler mi?.. Ellerinde oran falan var mı?..<br><br>Benim kendi çapımda yaptığım araştırmalara göre ilişkiyi bitiren taraf erkek oluyor daha ziyade. Tersine, bittiğini kabullenemeyen, yapışıp kalan erkekler de var elbet ama onlara gazetelerin üçüncü sayfasında rastlıyoruz daha çok.
Benim sözünü ettiğim, ruh sağlığı yerinde erkekler.
Erkeğin aldatmasına bile bu açıdan bakmak yerinde olur belki de. Hani türlü değerlendirmeler yapıyoruz ya bu konuyla ilgili... Bir tanesi de şu olabilir:
Aldatan erkek aslında kadını çoktan terk etmiş oluyor. Fakat bir sebeple bedeni hálá orada duruyor. Ama nezaketten, ama konumu icabı, ama merhametten, ama şartlar uygun olmadığından...
Neden peki?
Başlarken kadının binbir naz yaptığı, erkeğinse binbir takla attığı ilişkinin sonuna doğru neden roller değişiyor?
Tamam, kadın seviştikçe bağlanır, erkek seviştikçe bıkar, anladık!
Fakat sırf bu mu?
Bence kadın kısmı uzun süreli ilişki için yaratılmamış. Bir gecelik ilişkiler tam kadına göre esasında.
Görmemişiz, alışmamışız falan ama hakikaten uygun olan budur!
İki cinsin de ruh sağlığı için...
Bakın, işin esası şu:
Kadının irdelemeye vakti olmayacak. Bu fırsat verilmeyecek kadına.
Erkeği, durumu, şartları, gelmişi, geçmişi hiçbir şeyi masaya yatıramayacak.
İlişkinin ilk günlerindeki kadını düşünün...
Ne sakin, ne şirin, ne yumuşak, ne anlayışlıdır. İşte öyle kalacak kadın!
* * *
Erkek, kadından daha yatkın uzun süreli ilişkiye. Nasıl olsa hayatının merkezine koymadığından hiçbir zaman...
Kadın rahat bıraksa sittin sene sürdürecek belki de. Fakat masaya yatırıla yatırıla zavallıcık... İlk fırsatını bulduğunda ayakkabısını bırakıp kaçıyor.
Fakat gittiği yerde yeni bir masa onu bekliyor elbet.
Fareler bile deneye yanıla neler öğrendi, erkekler bunu öğrenemediler. Her seferinde umutla başlıyorlar.
Ama masalar bitmiyor. Kısaca, "Nerede bir kadın varsa orada bir masa vardır!" diyebiliriz.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2007
HRANT Dink öldürüldü.<br><br>Aklı başında her insan üzüldü. Hem bir değerli insanın yitip gidişine, hem ülkemizin düştüğü duruma.
Ben de herkes gibi dikkatimi olaya vermişken, olayın basında yer alışıyla ilgili birkaç noktaya takıldım.
Ellerindeki tek fotoğraf o muydu, yoksa en uygun onu mu buldular, gazetelerin çoğunda Dink’in ayakkabılarının altının göründüğü fotoğraf yer aldı.
Zaten acıklı olan durumu daha da acıklı hale getiren bir fotoğraftı o.
Yok, ayakkabılarının eskimiş olması değildi acıklı olan... Ama ah o ayaklarının duruşu... Ne olduğunu tam olarak izah edemeyeceğim ama bu ölüme sevinenlerin daha da mutlu olacağını düşündürdü bana o duruş.
Genel yayın yönetmeni olsaydım, o fotoğrafı kullanmazdım gazetemde. Fazladan bir mutluluk yaşatmazdım katillere.
Belki de yerde yattığı hiçbir fotoğrafı kullanmazdım.
Rakiplerimden geri kalmam hiç umurumda olmazdı.
Her suikastın ardından kalemler yarışıyor adeta.
Kiminkinden daha çok kan damlayacak!
Yarışılsın elbet.
Öldürülenlerin içinde bunu hak etmeyen yok.
Ama bu adamlar hayattayken neyi savunuyor idiyseler, madem herkes aynı fikirdeydi (şimdi yazılan çizilenlerden bunu anlıyoruz), neden hep beraber yapılmadı bu savunmalar?
Yüzlerce Hrant olsaydı hangi birini öldüreceklerdi?
Şimdi "Hepimiz Hrant’ız" demek neye yarar?
Okurun haber alma özgürlüğüne hizmet edilirken bazen bir yandan da birilerinin canından olmasına sebep olunuyor mu acaba?
Bazı haberleri okurken yüreğim cız ediyor. Habire, habire altı çiziliyor bazı insanların.
Ama bir yandan başka çaresi de yok. Gazeteci görevini yapacak. Kimseyi korumak, kollamakla yükümlü değil ki. Hatta bunun üstünde hiç durmaması bile lazım belki de "iyi gazeteci" olabilmesi için.
Ama işte ne bileyim.
Biri görevini başarıyla tamamlarken öteki göğsünü biraz daha açmış oluyor bir fanatiğin, bir ırkçının, bir serserinin, bir psikopatın, bir meczubun kurşunlarına sanki.
Mesela, bu olaydan sonra 301’den yargılanan herkese koruma tahsis edilmiş. Şimdi korkarım gazetenin biri kalkar, bunların kim olduğunu bir bir yazıverir habercilik adına.
Gelelim istihbarat farklılıklarına...
Tetikçi Samast, Hürriyet’in yazdığı gibi 21 yaşında mı, yoksa Radikal’in yazdığı gibi 17 yaşında mı?
Samast’ı Milliyet’in yazdığı gibi babası mı yakalattı, yoksa Sabah’ın yazdığı gibi teyzesi mi?
"Ne önemi var?" diyeceksiniz.
Hangisinin yakalatmış olduğunun bir önemi yok elbet. Ama okurun, okuduğu, okuyacağı bütün haberlerle ilgili şüpheye düşmüş olmasının da mı önemi yok?
MIŞ-MUŞ
AKP kampında "Sarı Gelin" türküsü dinlenmiş.
Giden gittikten sonra "jest manyağı" yaparız adamı.
Türkiye’de 40-70 yaş arası her on erkekten yedisinin cinsel sorunu varmış, ancak sadece biri doktora başvuruyormuş.
Öteki altısı, genç kadınlara başvuruyor.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2007
ASLINDA boşuna bağrışıyoruz.<br><br>Hamur bu! Erkeklerden bahsediyorum.
Yani yapacak bir şey yok. Mevlam domatesi nasıl yuvarlak ve kırmızı yarattıysa erkeği de böyle yaratmış.
Bizimkisi mor ve köşeli domates yetiştirmeye çalışan üreticinin çabası gibi. Yöntemimiz farklı sadece.
Biz, ürünün karşısına geçip konuşa konuşa becermeye çalışıyoruz bunu.
Erkeğin durumu, kadına doğanın bir cezası adeta. Ne günahımız vardı bilmiyorum.
Fakat belki de defolu olan biziz. Ki kadın kısmının tamirat işine girdiği görülüyor son zamanlarda.
Kadınlar da sadakat denen şeyle vedalaşmış bulunuyorlar. Aldığımız duyum bu.
Ve işte belki de bu, şu demek:
Kendilerini düzeltiyorlar.
Olması gerekene doğru hızla yol alıyorlar.
Yani kadının ruhu anca tekámül ediyor olabilir.
Bu durumda bir süre sonra hepten eşit duruma geleceğiz erkekle.
Bizim açımızdan sorun kalmayacak.
Fakat karşı taraf ne der, bilmem.
Onlar eşitsizlikten hoşnuttu çünkü. Bu bakımdan sıra onlara geliyor galiba.
"Kımılla mücadele" sırası.
Ne derler hani... "Parayla değil sırayla bu işler."
* * *
Aldatma hususunu hallettik diyelim...
Menopozu ne yapacağız, bir de o var.
Kadının menopozu kesin, erkeğin andropozu "keyfe keder".
Hatta keşke her erkek girse andropoza. Zira bir ilacı var ki dostlar başına! Kadının reçetesinde "hormon takviyesi", erkeğinde "kadın takviyesi" yazıyor.
Bakıyorsunuz "andropozum var" diyen erkek takmış koluna bir tazeyi gidiyor...
Var mı böyle bir adaletsizlik!
Bunu aşmamız mümkün değil.
Ancak "global ısınma" gibi dünyanın iklimi nasıl değişe değişe bugünkü haline geldiyse bakmışsınız bilmem kaç kuşak sonra menopoz diye bir şey bilinmiyor!
Fakat şu anda kadın olarak "azmedip menopozun kökünü kazımak" gibi bir şansımız bulunmuyor. Doğa ileride bir kıyak yaparsa dediğim gibi... Allah’tan umut kesilmez.
* * *
Geriye ota boka uyarılma konusundaki adaletsizlik kalıyor.
Bu nasıl olacak?
Bir gün, adamın çorabıyla pantolonu arasından bacağının görünmesinden uyarılabilecek misin ey kadın kısmı?
Ben uyarılmaktan vazgeçtim, bu görüntü sinirime dokunmasın yeter.
Yine Allah’tan umut kesilmez diyeceğim. Zaman içerisinde mucize gerçekleşti, biz de elimiz pantolonumuzun cebinde erkek kollar olduk diyelim... Bu durumda eşitlik tamamen sağlanmış olacak.
Gördüğünüz gibi biraz bizim gayretimizle, biraz doğanın katkılarıyla olmayacak şey değil!
Fakat bu arada Ocak ayında havanın haline bakıyorum da... Bütün bu işler için geç kaldık galiba.
Başka bir zaman, başka bir gezegende artık...
MIŞ-MUŞ
Hrant Dink öldürülmüş.
Keşke bu da sözde olsa.
Erdoğan, Kadınlar Günü için afiş hazırlatıyormuş.
Bakmışsınız, "Kurban olam kiraz dudağına, gül memene" diyor.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2007
Tam Yeşilçam’lık mevzu. Kadınların yumurtalarını verme hadisesi... Bankadan sperm çekme...
Taşıyıcı anne...
Falan filan.
Ne filmler çıkar sahiden. Herkesin biyolojik olarak birer ana-babasının olduğu "Klasik Devir"de bile ne olmayacak durumlarla karşılaşırdık, hatırlasanıza.
Artık yaratıcılığa bile gerek yok. Olay kendiliğinden yaratıcı.
Mesela bakıyorsunuz dünyaya tek olarak gelmiş adamın, günün birinde, ülkenin birinden ikizi çıkıp geliyor.
Çift yumurta ikiziymişler meğer!
Kadın çift yumurtasının birini bir hemcinsine, ötekini başka bir hemcinsine vermiş!
Ne bilelim tıbben mümkün müdür değil midir... Çarpmayla açılan gözlere inandık da...
*
Normal hayatta "Çocuksuz çiftleri çocuklandırma"nın dışında başka işlere de yarayabilir bu yöntemler.
Karısını bir türlü boşanmaya razı edemeyen adam son çare olarak, "Biz aslında kardeşmişiz!" diye çıkabilir ortaya.
"Annemiz aynı ’yumurtacı’ymış!"
"Kaç kardeşsiniz?" sorusunun cevabı da bir hayli zenginleşebilir.
"Ana bir 325"
Diyeceğim, artık kimin yumurtası kimin rahminde, kimin spermi kimin yumurtasında belli değil.
Bir zamanların "Seni leylek getirdi yavrucuğum" şeklindeki aydınlatıcı izah tarzına geri dönülse iyi olacak galiba.
İşin aslı uzun ve karışık zira.
Nasıl anlatacaksınız çocuğa?
Kısaca "Kimi rahmini açtı, kimi spermini verdi, seni üç-beş kişi imece usulüyle dünyaya getirdik yavrum" deseniz, çocuk maazallah Hülya Avşar gibi buradaki "grup" çalışmasını yanlış anlayabilir.
Leylek masalı en iyisi.
Hiç olmazsa anneanneyle torunun bir ortak noktası olmuş olur.
Evet evet, leylek en iyisi.
Bakın, bu yumurta ve sperm işiyle uğraşan hastaneler, firmalar, şunlar bunlar kendilerine sembol olarak leyleği seçebilirler hakikaten.
Nasıl güvercin barışın sembolüyse, leylek de "karışım"ın sembolü olsun!
Leylek bu...
Ne bilsin kim kimin karısı, kocasıdır? Karıştırmış getirmiş!
Altı alay üstü kalay
Bir televizyon programında kaç kişinin görev yaptığını biliyor musunuz?
Program bitiminde ekrandan akar hani...
Dikkat edin bir defasında.
O kadar kalabalıktır ki ekip, hem isim izleyicinin rahatça okuyabilmesine imkán verecek kadar kalsa ekranda, neredeyse programın yarısı kadar süre gerekir. Bu yüzden hızla akar gider isimler.
Ve o isimlerin her biri nasıl ciddi ve hummalı bir çalışma içerisindedirler.
Toplantılar, aksilikler, tartışmalar...
Sınırsız mesailer, araştırmalar...
Koşuşturmalar, uykusuz geceler...
Bilgisayarlar, aletler, ışıklar, dekorlar...
Provalar, son kontroller...
Ve yayın başlar!
Bakarsınız bir kadın göbek atıyordur ya da ne bileyim Bülent Ersoy’un eski kaynanası anlatıyordur.
Anlatsınlar, oynasınlar.
Bir diyeceğim yok.
Ben arkadaki ciddiyete yanarım, o emeğe...
Bir yandan da gülerim.
O tezata.
Mozart olmadı Ankaralı Turgut verelim
İyi ki kimsenin ideali gerçekleşmemiş.
Herkesinki içinde ukde olarak kalmış.
Yoksa bir memleket düşünün ki, bir yarısı balerin, öteki yarısı piyanist!
Başka da bir şey yok.
İsabet olmuş bir mani çıkması. Yetenekten yoksun olunması falan.
Sizin de dikkatinizi çekmiştir belki... Kiminle söyleşi yapılsa aslında ya piyanist ya da balerin olmak istediğini öğreniyoruz.
Ve yine dikkatinizi çekmiştir, piyanist ya da balerin olmak isteyenin bu kadar bol olduğu memleketimizde klasik müzik en az dinlenen müzik türüdür.
Tuhaf değil mi sizce de?
MIŞ MUŞ
Erdoğan "Iraklı Kürtlerin Kerkük’teki tavrı kanımıza dokunuyor" demiş.
Diplomasi dili... Ama Kasımpaşa dolaylarından.
Brokoli ve domates prostata birebirmiş.
Baktınız olmadı, lahanayı denersiniz. Olmadı pırasa var. Sebzeden umut kesilmez!
Bir kadın kocasının cinsel organına kaynar su dökmüş.
Bazıları sıcak sever!
Yazının Devamını Oku