3 Mart 2007
Sevgili Babacığım,Bir gazeteci olarak meslektaşlarının geldiği noktayı görmeni isterdim. Böyle paldır küldür girdim konuya ama öyle heyecanlıyım ki...
Gazeteciler artık başbakanların yanağını okşuyor babacığım. Hani "çağ atlama" diye bir şey varsa, o da budur.
Nereden nereye di mi?
Sizin devrinizde başbakanla göz göze gelmek, hafif oynatma sebebiydi belki de. Hele bir gazeteciye ismiyle hitap etmesi bir başbakanın... Adam iflah olmazdı herhalde.
*
Aslında birdenbire gelmedik bugünlere.
Önce başbakanlar yanak okşamaya başladılar. Kanının kaynadığı birkaç gazeteciye hakikaten evlat muamelesi yapanlar oldu. Ki o gazla hálá "Beyefendi dedi ki..." diye başlayan yazılarını sürdürenler var.
Sonra, Özal’la birlikte "enseye tokat" dönemi başladı.
Fakat tabii ki parmağı, ay pardon tokadı atan taraf başbakandı.
Aslında belki de çağ o zaman atlanmış oldu. Zira başbakan-gazeteci muhabbetinin hem dozu arttı hem de kapsama alanı genişledi. Özal’la düşüp kalkmayan, çalıp oynamayan sadece üç beş gazeteci kaldı.
İlişkilerin "Dün akşam telefonum çaldı, arayan başbakandı" şeklinde iyice sıradanlaşması ise Yılmaz’la Çiller’in şahsında gerçekleşti.
*
Ve işte nihayet bugünlere gelindi, başbakanın yanağı okşandı.
Artık bunu nasıl değerlendirirsen babacığım...
Başbakanların "Tanrı"dan "insan"a dönüşmesi olarak mı?..
Yoksa şu meşhur "basının gücü" hadisesinin tescili mi?.. Gerçi başbakan kendi uzatmamış yanağını. O da şaşırmıştır herhalde.
Ne düşünmüştür sahi...
Çocuk yerine konduğuna üzülmüş, "Tayyip değil, küçük Tayyip!" diye sızlanmış mıdır "Hoşgeldin Tayyip diyen" Emine Hanım’a...
Yoksa "örtmen beni sevdi" diye zıplamış mıdır...
*
Her neyse...
Ben sana geçmişten bugüne birtakım fotoğraflardan bahsettim ama altlarına ne yazmak gerekir, bilemem. Yani siyasetçi-gazeteci ilişkisinin derinliklerine inemem. Ne alırlar, ne verirler... Anlamam, bilmem.
Bilmediğim bir şey daha var.
Biz şimdi ne tarafa meyledeceğiz?
Bir grup, Başbakan’ın memleketi karanlıklara doğru sürüklediğini iddia ederken, birileri durumu fevkaladenin fevkinde görüp, dayanamayarak yanağını okşuyor.
"Sen kendin bak, kimseyi dinleme" diyeceksin.
İyi de ben yıllardır bakıyorum, bir şey göremiyorum. Manzara, hep aynı manzara. Hatta gazeteler yazmasa hükümetlerin değiştiğini anlamayacağım. O kadar aynı geliyor bana. Onun için karar veremiyorum, kim okşanır, kim okşanmaz...
On, yirmi, otuz sene öncesinin gazetelerine bak; birileri, Türkiye’nin kör kuyunun dibine doğru, birileri, tünelin ucuna doğru yol aldığını iddia ediyor. Fakat ne karanlığı gördük çok şükür, ne tam olarak ışığı maalesef.
Demek ki...
Aslında buralar bildiğin gibi. Bir değişiklik yok. Bir tek başbakanlarla samimiyeti ilerlettik.
Ellerinden öperim babacığım.
MIŞ MUŞ
Topkapı Sarayı, Sarayburnu’nda denizle buluşacakmış.Hatta Tekirdağ, Çanakkale gezdirip getirsinler.
Yeşim Salkım’ın son aşkı kuaförüymüş."Çapkın" kadınların aşk hayatı arı misali... Bir dönem "bal alıyor", sonra "bal" veriyorlar.
Başbakan’ın yaşgünü için AKP’liler üç kutlama yapmış.Yağcılık parti ayrımı yapmıyor.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2007
SALI günü bir haber vardı bizim gazetede.<br><br>Sizin de dikkatinizi çekmiştir. 17 yaşında liseli genç internetten indirdiği şiiri 40 yaşındaki öğretmenine vermiş. Şiiri ilanı aşk sayan öğretmenin şikáyeti üzerine, genç okuldan atılmış.
Fakat bu yetmemiş öğretmene. Savcılığa da şikáyette bulunarak öğrencisinin en ağır şekilde cezalandırılmasını istemiş.
Hakkında cinsel tacizden 2 yıl istemiyle dava açılan gencin yargılanmasına başlanmış.
Şaşırdım okuyunca.
Çocukların hayatını aydınlatmak üzere orada bulunan öğretmenin bir çocuğun hayatını karartmasına...
Bilmiyorum gerçi şiir nasıl bir şeydi. Ahmet Muhip Dranas’ın şiirini indireceklerini ummuyoruz elbet şimdiki gençlerin.
Zaten savcılık da cinsel taciz saydığına göre aşktan ötesi var demek şiirde.
Bizim gençliğimizin "tuvalet şairi" Tosun’un ekolünden birilerinin yazdığı bir şiir olabilir.
Fakat ne olursa olsun.
Nihayetinde 17 yaşında birinden bahsediyoruz.
Bir çocuktan yani.
Hadi tamam, çocuk değil delikanlı olsun.
Daha iyi ya!..
Adı üstünde: Deli kanlı.
Yüreği kıpır kıpırdır şimdi onun.
Bütün duyguları aportta...
Adını seslenene meyleder.
O yaşlardayken öğretmenine, annesinin arkadaşına, uzak bir akraba ablaya áşık olmamış kaç kişi vardır?
Kızlar için de aynı şey.
Hatırlıyorum, bütün sınıf askerlik hocasına áşıktık.
Taranır, süslenir, ders boyunca göz süzerdik. Kim bilir, şiir, mektup yazanlar da olmuştur. Ama hiçbirimizi savcılığa şikáyet etmedi yakışıklı hocamız. Hiç de tınmadı.
Çocuk olduğumuzun farkındaydı.
Duyduğumuz şeyin sadece hayranlık olduğunu biliyordu.
Gelip geçeceğini...
Anladı, hoşgördü bizi.
Ama 40 yaşındaki kadın öğretmen en ağır şekilde cezalandırılmasını istemiş 17 yaşındaki gencin.
"Genç bir erkek 17 yaşındaki kızların ilgisinden memnun olabilir, ikisi aynı şey değil" diye düşünebilirsiniz.
Ve bir ölçüde haklı da olabilirsiniz.
Ama sokaktaki adamla kadından bahsetmiyoruz. İki öğretmenden bahsediyoruz.
Öğretmenin yapabileceği bir şeyler olmalı daima.
O çocuğu yumuşatmanın, sakinleştirmenin, kendine getirmenin bir yolunu bulabilmeli, öğretmen dediğiniz.
Fakat bizimki ne yapmış... "Seni ahlaksız!" deyip savcılığa gitmiş.
Ne olacak şimdi?
Yok sayın artık o çocuğu.
MIŞ-MUŞ
Kadınlar manken gibi olmak istiyormuş.
Fakat adamların acelesi var, hazırından buluyorlar bir tane.
Türkler artık daha sağlıklı besleniyormuş.
Doğru! Kebabın yanında light ayran içiyorlar.
2007 yazı 1400 yılın en sıcağı olacakmış.
Bu durumda 2008 kışı nüfusun en düşük olduğu kış olabilir.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2007
SON günlerde şöyle e-postalar alıyorum: "Çok güzelsiniz, kime yaptırdınız?"
Kardeşimi sıkıştıranlar varmış, bazıları da araya tanıdık sokuyorlar.
"Aman doktorunun adını versin bize!"
"Yaptırdı mı?" diye soran yok.
Ondan adları kadar eminler, doktoru merak ediyorlar.
Sebep?
Şu fındık reklamı.
Öyle güzel öyle güzelmişim ki...
Demek fındık için söylediklerimizi dinleyen yok.
Ayol iki aydır ne diyoruz?
Fındık gençleştirir, cildi güzelleştirir demiyor muyuz?
Fakat "yemezseniz" işte böyle her "güzel"in arkasından adres diye koşarsınız!
Peki, tamam ciddi ciddi cevap veriyorum şimdi. Ve gerçeği, yalnız gerçeği söyleyeceğime yemin ediyorum.
Zaten bende yalan yok. Tamam, yalan söyleme fakat hiç o konuya da girme, sus pus ol otur di mi?
O da yok.
Ağzım durmaz.
Nitekim birkaç sene önce bu köşeden cümle áleme boyun ameliyatı olduğumu duyurmuştum.
Fakat bu sefer, "Ne bu gençlik, güzellik!" diyenlere beni bir de yakından görmelerini tavsiye ediyorum.
Hakikaten görmelisiniz bu aralar...
Sağ yanağımın orta yerinde ceviz büyüklüğünde bir çıbanım var. "Çıban" demiyorum, "çıbanım" diyorum. Öyle benimsedim zira kendisini. Altı aya yaklaşıyor beraberliğimiz.
Bir sabah kalkar da göremezsem...
Kahrımdan ölmem elbet ama bir ince sızı duyarım gibime geliyor.
Alışkanlık...
Çıbana karşı bile oluşabiliyor işte. İnsanoğlu tuhaf.
Elbiseleri var çıbanımın.
İnce, beyaz, şeffaf, kalın, ten rengi...
Gideceğimiz yere göre giydiriyorum. Çarşıya pazara ayrı, televizyon çekimine ayrı.
Makyaj sevmiyor çıbanım. Daha doğrusu makyaj "obez" yapıyor kendisini. Tam ufak tefek bir görünüm arz etmeye başlamışken hop şişiveriyor.
Hele stresten hiç hazzetmiyor. Son günlerde anneme üzüldü mesela, şiştikçe şişti.
O çok beğendiğiniz fındık reklamında da vardı çıbanım. Ama makyaj, ışık, şu bu derken siz onu göremediniz.
Diyeceğim, televizyonda gördüğünüz gençlikler, güzellikler yanıltmasın sizi. Ekrana bakıp da kimsenin zayıflığına, şişmanlığına, güzelliğine, gençliğine karar vermeyin.
Fotoğraf için de geçerli bu söylediğim. Özellikle stüdyoda çekilmiş olanlar...
Teknoloji, eniştenizi halanız yapabilir.
Fakat beni yakından görüp de hálá gençliğim ve güzelliğim konusunda ısrarcı olursanız...
Ne diyeyim, hakikaten kendi gençliğim, güzelliğim. Allah vermiş, ne yapacaksınız...
MIŞ-MUŞ
Okullarda günde ortalama 21 olay oluyormuş.Karneye eklesinler bari, herkes bilsin çocuğunun "vukuatı kaç?"
67 yaşında üçüncü kez baba olan Günay Tuncel, 70’inde bir çocuk daha düşlüyormuş."Belge" gösterme ihtiyacı hissedebilir.
Çin devlet televizyonu, Türkiye belgeseli çekiyormuş.Bizimkilerin işi var, Ahmet Bey ile Hatice Hanım’ı barıştıracaklar.
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2007
Avrupa’da... En çok Türkler doğuruyor,
En erken Türkler ölüyor,
Eğitime en geç Türkler başlıyor, en erken Türkler veda ediyor,
En çok Türkler evleniyor,
En az Türkler boşanıyor,
Muş.
27 AB üyesi ülke ve Türkiye’yi kapsayan bir araştırma yapılmış, Türkiye açısından yukarıdaki netice çıkmış.
İyi mi?
Haberi veren gazeteye göre iyi değil.
İçler acısı bir durum. Fakat bizim bu araştırmadan "en en" çıkmamıza neden olanlar aynı fikirde değillerdir elbet. En çok doğurma meselesi örneğin... 12 çocuğu var diye kahvede başı önünde oturan bir erkeğin var olduğuna inanmıyorum. Tersine, gerim gerim geriliyordur.
Ve 13. için çalışmalarını sürdürüyordur.
Bu araştırmadan habersiz olduğundan Maltalılar’ın az doğurduğundan da haberi yoktur tabii ama bilse "doğurtamayan" Maltalı hemcinslerinin iktidarsız olduğunu düşünecektir büyük ihtimalle. En çok evlenmemize hele, kimsenin üzüldüğünü zannetmiyorum.
Çocuk doğduğu andan itibaren mürüvvetini görmeye kilitlenmez miyiz?
Anadolu’ya uzanmamıza da gerek yok, bütün mesaisini iyi bir koca bulmaya harcayan üniversite mezunu kızlarımıza, "Biliyor musunuz en çok Türkler evleniyormuş" desem şimdi, "Ah ağzınızdan bal akıyor" derler. En az boşanmaya gelince... Bu, aslında sahiden de iyi bir şeymiş gibi duruyor. Hatta Avrupalılar bile gıpta etmiş olabilirler bize. Fakat onlar evliliklerin sevgi ve muhabbetle sürdüğünü zannediyorlar tabii. Halbuki Türk televizyonlarında bir gündüz programı seyretme imkanı bulsalar... "Boşanmayan" değil "Boşanma özürlü" toplum olduğumuzu anlarlar, bu da ayrı konu. Netice olarak araştırmaya nereden baktığınıza bağlı. Gazetenin, "Türkiye’nin acı tablosu" diye sunduğu durum bizim için gurur vesilesi sayılabilir.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2007
BİZİM hiçbir zaman Avrupalı olamayacağımızı bir kez daha anladım geçen gün.<br><br>Bir vidanın girmesi gerektiği iki deliği asla üst üste getiremediğimde... İş bittiğinde elimde üç vida kaldığında...
Öteki vidalarınsa yanlış deliklerde olduğunu gördüğümde...
"Ne alakası var?" diyeceksiniz.
Avrupalı olmak demek, biraz da montaj bilir ve sever olmak demek.
Oysa biz Türklerin elinden gelmiyor.
Anladınız...
O büyük alışveriş merkezlerinden birine yolum düştü.
Hani bardaktan halıya her türlü ev eşyasının satıldığı...
Ortada dolaşan katalogların, insanda, evi baştan aşağı yenileme isteği uyandırdığı...
Fakat kalkıp gidince hevesin nasıl kursakta kaldığını da görmüş oluyorsunuz. Zira gördüğünüz, ellediğiniz, beğendiğiniz neredeyse hiçbir şeyi öylece alıp evinize götüremiyorsunuz.
Şöyle söyleyeyim, kaşık alacaksınız mesela, sapını ayrı, ucunu ayrı veriyorlar elinize. Evde tarif kitapçığına baka baka kendiniz birleştiriyorsunuz.
Tamam abartıyorum fakat hakikaten tek parça olarak alıp gideceğiniz çok az şey var.
Nedir bunun sebebi?
İnsan vidasını kendi sıktığı sandalyeye daha mı bir aşkla bağlanır?
Aşkla bağlanmak şart mıdır?
Beğenip alıp geldiğinizde zaten aşkla bağlanmışsınız demek değil midir?
Yoksa herkesin içinde vida sıkma işi ukde olarak kalmıştır da umumi arzu üzerine midir bu durum?
Hiç sanmıyorum.
Yani dünyanın başka yerlerini bilmem ama biz vidanın sıkılmışını severiz.
"Kendinden yola çıkma" diyeceksiniz.
Çıkarım.
Hangi hususta olursa olsun, bir fikirde bir kişi varsa binlercesi var demektir.
Bu, memleketinden kalkıp gelen müteşebbis beyefendiler, o ülke insanı hakkında bir araştırma yapmazlar mı?
Bizim, masayı, koltuk altına sıkıştırıp gitmekten ziyade kamyona yüklemeye meyyal olduğumuzu bilmezler mi?
Hadi neticede vardır bir bildikleri diyelim, "yarı mamul" sandalyemizi alıp gelelim. Benim geçen gün yaptığım gibi.
Tamam üç vidanın açıkta kalışı benim yeteneksizliğimden. Fakat şu iki deliğin üst üste gelmemesi durumu...
Bakın şöyle:
Sandalyenin iki ayrı kısmında 6’şardan 12 delik var. Bunlar üst üste gelecek, vidalanacak ve iki kısım birleşmiş olacak. 5 grup delik cuk oturur da 6’ncısında iki delik Leyla ile Mecnun misali bir türlü kavuşamazlarsa bunda benim yeteneksizliğimin ne kadar rolü vardır sorarım size?
Ve yine sorarım, şu anda elimde bulunan, firmanın ve benim işbirliğimiz sayesinde sandalyeden ziyade modern heykele benzeye "o şey"i ben ne yapayım?
MIŞ-MUŞ
Fazla toplantı aptallaştırıyormuş.Neyse ki toplantıda olduğumuz daima yalan.
Araştırmaya göre, yatakta Türk erkeği mutlu, kadını değilmiş.Yıllardır teşhis var tedavi yok.
Dünyayı kurtarmak için sadece 13 yılımız kalmış.Çok çektirmeyiz, birkaç seneye kadar işini bitiririz merak etmesin!
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2007
"Buzda Dans" başlarken öteki yarışmalardan daha eğlenceli olacağını düşünmüştüm. Öyle ya, herkes şarkı söyleyebilirdi ama herkes buzda dans edemezdi. Bırakın dans etmeyi, ayakta bile durmak zordu.
İnsan dinleye dinleye şarkı söylemeyi becerebilir bir gün. Kulak dolgunluğu yeterli olabilir. Ki piyasadaki şarkıcıların çoğunun "eğitim"i de budur.
Ama göz aşinalığıyla buzda kaymayı öğrenemezsiniz. Zaten müzik kadar yakın olduğumuz bir şey de değil. Buz pateniyle yatıp buz pateniyle kalkmıyoruz.
Hem şarkı yarışmalarında yarışacak olanlar seçilip de geliyorlar. Buzda Dans’ın yarışmacıları ise sadece isim olarak belirlendiler bildiğim kadarıyla. Bir elemeden geçmediler. Hiçbiri amatörce bile ilgili değildi buz pateniyle.
Dolayısıyla eğlenceli olacaktı seyredenler için.
Yarışmacıların bir haftada aldığı yolu; insanoğlunun isterse yapamayacağı hiçbir şey olmadığını, hangi yaşta olursa olsun geç kalmış sayılmayacağını görmek...
Gördük nitekim.
Asena’yla Zeynep Tokuş’un geldiği noktayı mesela.
Tamam, bu saatten sonra dünya şampiyonu olacak değiller ama bu işe çocuklukta başlayan profesyonellerin de hepsi dünya şampiyonu değil zaten.
Şimdi sadede geliyorum.
Jüri...
Ah o jüri!
Aslında "Engizisyon" desem daha doğru olacak.
Ayşe Arman’dan başka, bunun, nihayetinde bir televizyon programı olduğunu idrak eden yok.
Arkadaşlar fazla ciddiye alıyorsunuz bu işi!
Dünya Şampiyonası’na sporcu yollayacak değilsiniz.
Epeydir bir yetkiniz yoktu da "buldumcuk" mu oldunuz, nedir?
Ya da aslında orada oturmayı kendinize yediremiyorsunuz da sevimsizliğe varan ciddiyetle, yaptığınız işe fazladan önem kazandırmaya mı çalışıyorsunuz?
Ne bu şiddet, bu celál ve de bu kibir?
Bu güldüğünüzde bile gülmeyen "mahkeme duvarı" suratlar?
Biraz gevşeyin gözünüzü seveyim!
Bi durun!
Biz eskiden eskiden... Testiden su içmezdik ama içimizden geldiği gibi sevişirdik.
Fakat bir sabah, bilim adamları kalktılar, bu sevişme işine de el attılar.
Erkekle kadın arasında "cinsel sorun" diye bir belanın oluşması tam da bugünlere denk gelir arkadaşlar.
Anneannenizle dedenizin evliliği 60 yıl sürdüyse...
Taraflardan birinin bu dünyadan göçüp gitmesiyle bittiyse ancak...
Kalan, gidenin arkasından daima sevgi ve muhabbetle söz ettiyse...
Bilin ki bunda bilim adamlarının yatak odasına henüz burnunu sokmamış olmasının payı vardır.
Ne zaman kadınla erkek bedeni arasında yaşananları "Bunlar nasıl olup da oluyor?" diye merak ettiler ve her şeyin beyinde olup bittiğine kanaat getirdiler...
Mahvolduk biz.
Bilgi belki de ilk defa fayda getirmedi.
Vücudumuzun neresine dokunulunca beynin hangi bölgesinin harekete geçtiğini öğrenince bir nevi makine olduğumuzu anladık.
Öpüşürken o anda salgılanan hormonun ismi takılmaya başladı aklımıza...
Tahrik olduğumuzu bilirdik bir tek... Şimdi o noktaya gelmemizde hangi uzuvlarımızın, hangi sinirlerimizin, kaslarımızın, damarlarımızın emeği geçtiğini de biliyoruz.
E, tam o esnada bütün bu bilgilerin insanın kafasına üşüşmesi olmayacak şey değil.
Diyeceğim çok bilmek seks hayatımızı olumsuz yönde etkiledi.
Zaten ruh durumumuz ortada...
Bir de misal "Sahiden vulva kızarıp şişti mi acaba?" ya da "Ön optik bi oyun etmese, dairesel kaslar bi problem çıkarır abi, bende şans yok" şeklindeki merak ve endişeler bizi Şahken şahbaz yaptı.
Daha da kötüsü "Madem makineyiz, bari hakkını verelim" diyenler oldu. Gençlerdeki ruhsuzluğun nedeni bu olabilir bakın. Tıpkı ağzımıza attığımız her lokmada "Bu kanserojen", "Bu zehir, bu da zıkkım" diye diye tadımızı kaçırdıkları gibi, seks konusunda da canımıza okudular.
Bırakın insanoğlunun bazı halleri de sır olarak kalsın!
Bi durun, sizin de gözünüzü seveyim!
MIŞ MUŞ
Avustralya ampulü yasaklıyormuş.
Bakalım önümüzdeki seçimde biz ne yapacağız.
Baharın habercisi ilk cemre düşmüş.
Çoktan çiçek açmış ağaçları görünce bozulmuştur.
Alp Nuhoğlu, eşi Zeynep Tokuş için "Buzda Dans’a devam edecek mi bilmiyorum" demiş.
Kızcağız bu buz işine kendini fazla kaptırdı; kocasıyla arası bile buz gibi.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2007
BİLİM adamları "ideal kadın" ölçüsünü belirlemişler.<br><br>Bel genişliğinizi kalça genişliğinize bölüyorsunuz, sonuç 0.8 ise "ideal kadın" oluyorsunuz. Bilim adamlarının ilk ölçü belirleyişi değil bu. Daha önce de defalarca ilan ettiler. Değişik şekillerde tespit etmek suretiyle. Bazen bacak boyunu kafa çevresine bölerek, bazen göbek deliği çapına bakarak...
Her kadın hayatında hiç olmazsa bir kere "ideal kadın" olabilsin diye herhalde... Biri tutmazsa biri tutuyor.
Bazen de bu sonuncusu gibi kapsamını geniş tutuyorlar ki bir çırpıda herkes "ideal kadın" olsun. Misal, beliniz 120 cm. kalçanız 150 cm. olduğunda bile ideal ölçüde sayılıyorsunuz. Gerçi sizi yukarıdan aşağı üçe bölseler ideal kadına örnek gösterilen Brezilyalı mankenden üç "adet" çıkar ama olsun! Önemli olan belinizi kalçanıza böldüğünüzde çıkan netice.
* * *
Benim esas merak ettiğim, ideal erkek ölçüsü neden yok?
Onların da beli kalçası var ama ölçüleri yok.
Nedir bunun sebebi?
Mesela, kadınların çoğunun ölçü falan gözetmeksizin "Erkek olsun da çamurdan olsun" şeklindeki yaklaşımı olabilir mi?
Bu durumda yakalayıp yanında tutabildiğin erkeğin ölçüsü de ideal oluyor!
Ya da "Zaten ortada sınırlı sayıda ’adam’ var, bir de orasını burasını ölçmeye kalkarsak..." diye düşünenler yüzünden?
Hayır!
Hiçbiri değil.
Esas nedeni buldum.
Aslında erkekleri de ölçmeye kalktılar bilim adamları. Fakat bir yerde takılıp kaldılar. Oradan başlarını kaldırıp omuzlara falan çıkamadılar.
Anladılar ki oradan başka yerde "ideal ölçü" aramak boşunadır.
Fakat bir yandan orası için de bir "ideal ölçü" tespit edemediler. Daha doğrusu ettiler de söyleyemediler. Toplu intihara neden olmamak için. Buna takmış erkeklerin sorularına gazete köşelerinden cevap veren doktorlara bakarsanız 12 cm’ye de, 20 cm’ye de normal dediklerini görürsünüz.
Maksat kimsenin gönlü kırılmasın. Hayır adam gider Boğaz Köprüsü’nden atar kendini vallahi.
Oysa biz kadınlar öyle miyiz...
Tamam ben de derhal mezurayla hesap makinesini aldım elime haberi okuyunca... Fakat o kadar. Yıkılmaz kadın kısmı. Hatta dalga geçer kendisiyle.
Zaten bizim "ideal ölçümüzü bulun" diye bir talebimiz de yok. Ölçü meraklısı olan erkek. Hem kendi ölçüsüne, hem kadınınkine... Ha, aklının eni zekásının boyuna bölündüğünde gayet küçük bir sayıya ulaşılan bazı kadınlar da onların işbirlikçisi elbet.
MIŞ-MUŞ
Kötü kolesterolden daha da kötüsü varmış.Tıp, kötü haberde sınır tanımıyor!
Cansu Dere, "Artık filmlerde öpüşmeyeceğim, kaldıramıyorum" demiş.Kaldıramayan sen değilsin biziz kızım, kusurumuza bakma.
Adana’da bir gelin, düğün fotoğrafı çektirmek için gittikleri fotoğraf stüdyosundan kaçmış.Damadı ışıkların altında iyice görme imkánı bulunca demek...
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2007
ÇOCUKLUK ve ilk gençlik yılları...<br><br>Ve muhatap olduğumuz üç soru... Sırasıyla...
"Anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı?"
"Büyüyünce ne olacaksın?"
"Issız adaya düşersen yanına almak istediğin üç şey nedir?"
Üçüncüsünün ötekilerden farkı, yetişkinlerin manasızlığından kurtulup kendi manasızlığımızı yaratmış olmamızdır.
İlk gençliğimizin vazgeçilmezi anket defterlerimizin, olmazsa olmaz sorusuydu bu.
Zor değildi cevabı.
Tevazu vardı zira. Yoksa milletçe fukaraydık mı desem. Yanımıza her şeyimizi almaya kalksak bile zaten beşi geçmemiş olurdu almış olduklarımızın sayısı.
Fakat kimsenin doğru cevap verdiği görülmüş şey değildi bu soruya. Bu adeta "Cevabını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" sorusuydu zira.
Herkes imaj olarak neyi seçtiyse kendisine, ona uygun üç şey alırdı yanına. Eli yanlışlıkla kitaba değse yanmış gibi geri çekecek olanlar, bakardınız kitapla gitmeye kalkarlardı ıssız adaya. Anlardık ki arkadaş entelektüeldir!
Kimsenin aklına "Kardeşim, ıssız adaya danışıklı dövüş düşülmez, kimse ’Ne olur ne olmaz ıssız adaya düşersem’ diye yanında şunu bunu taşımaz!" demek gelmezdi.
Veya "Bana ıssız adaya düşmüş birini gösterin" demek...
Esas mesele anket defterleri çok uzakta kalmış olmasına rağmen soru hálá tazeliğini koruyor. Orada burada ünlülere sorulduğunu görüyorum.
Hayır, insan revize eder bari.
Issız ada mı kaldı arkadaşlar?
Kayalık bile yok. Bkz. Kardak Kayalıkları. Zırt pırt oradayız.
Hem, bugünün gözü doymaz insanını "üç şey" keser mi?
"Yanınızda götüreceğiniz TIR’a neler koyarsınız?" diye sorsalar anlayacağım.
Uzatmayayım, bu ıssız ada geyiği süredursun, yaratıcılık konusunda insanoğlu mütemadiyen kendisini aşıyor bir yandan da!
Bakıyorum yeni yeni sorular...
Geçenlerde bir tanesine rastladım...
"Ölmeden önceki son dileğiniz ne olurdu?"
Bunu sormayı kim akıl ettiyse eminim 30 yaşın altındadır. Ölüm uzak görünürken gerçek gelmez insana. Üstüne felsefe de yapılır espri de; şarkılar şiirler de yazılır, işte böyle sorular da sorulur rahatça.
Eğer yine 30’un altındaysanız cevap vermek de çok kolaydır.
"Çilekli dondurma yemek" ya da "Tango yapmak" diyebilirsiniz mesela. Diyenler var nitekim.
O yaşlarda ölüm geçici bir durum zannedilir. Onun için "Ölüyorsun" diyene, "Bi dakka bi çilekli dondurma yiyip geliyorum" denilebilir. Bakın intihar edenlerin çoğunun genç olması da bundan olabilir.
Biraz da illaki ilginç bir cevap verilecek ya... Hayatımız yalan dolan ya...
Ayol oracıkta hücceten gidersiniz çoğunuz, ne dondurması!
MIŞ-MUŞ
Türklerin yarısı obez ve şişmanmış.Bir başka deyişle, "Türkiye’nin yarısı diyetisyenlerden paçasını kurtarabildiği için mutlu ve mesut".
Türkiye’de bir yıl içerisinde gerçekleşen deprem sayısında azalma olmuş.Aman niteliğin nicelikten önemli olduğunu anlamış olmasın da!
Gülben Ergen-Mustafa Erdoğan çifti, bebeklerinin Atatürk’e benzemesi için göbek bağını Anıtkabir’e gömmüşler.Allah razı olsun! 20, bilemediniz 30 yıl sonra bir kurtarıcımız olacak, sıkın dişinizi!
Yazının Devamını Oku