19 Şubat 2007
"Onu hiç böyle görmediniz!" Kimi?
Halit Ergenç’i.
Neymiş o hiç görmediğimiz durumu?
1993 yılında rol aldığı bir müzikalde tayt giymiş.
Vay vay vay!
Sakın gay olmasın bu Halit Ergenç?
"Biz onu takım elbiseyle görmeye alıştık" deniyor haberde.
Tabii.
Oyunculuk böyle bir şeydir zaten; kimi takım elbiseli, kimi şortlu, kimi taytlı olur oyuncuların. Kadroyu da şöyle kurar yönetmenler: Bize, iki takım elbiseli, bir eşofmanlı, üç taytlı oyuncu lazım.
Ya da
- Ne iş yapıyorsunuz?
- Oyuncuyum... Takım elbiseli oyuncu.
Sanki Halit Ergenç kasaptı ya da ne bileyim muhasebeci, avukat falan.
"Hayırdır, ne iş bu tayt?" diye şaşırıyoruz.
Ayol adam oyuncu!
Tayt da giyer, çıplak da çıkar.
O kılıktan kılığa girmeyecek de kim girecek?
Mal bulmuş Mağribi gibi oldu basın.
*****
Aslında bunun altında kıskançlık yatıyor.
Erkeklerin kıskançlığı.
Şimdi şu Onur denen adamı kadınların neredeyse tamamı çok karizmatik buluyor ya... Şehrazat’a olan aşkına imreniyorlar hani... Yani adamda bir erkekte ne olması gerekiyorsa var. Adeta günümüzün "Beyaz Atlı Prens"i. Erkekler haliyle için için gıcık oluyorlar Onur’a. E, basındakiler de erkek netice olarak. Akıllarısıra kadınlara gösteriyorlar:
"Bayıldığınız Onur’a bakın!"
Halbuki masallardaki "Beyaz Atlı Prens"leri hatırlasalar... Tayt üstüne pelerin değil midir giydikleri?
Yani sanılanın aksine kadınların gözüne daha da girmiş olabilir Halit Ergenç.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2007
"YUFKA bulunur."<br><br>"Aşurelik buğday geldi." Böyle vitrin ilanları vardır.
Elle yazılan...
Harflerin arası önce açık, sonlara doğru káğıda sığmayacağı anlaşılınca sıkışık...
Asla bir hizada olmayan...
Bazıları komiktir de.
"Sıcak salep" mesela.
Sanki soğuğu olurmuş gibi.
Bir de Türkçe’nin yazıldığı gibi okunuyor olmasını yanlış anlayanlar var.
"Boğça çay" yazarlar.
Ya da "Böğrek".
Fakat kızamaz insan...
Şahsen hayranıyım bu ilanların.
İçim ısınıyor.
Gerçi azaldılar artık. Yolumuzun pek düşmediği yerlerde sürdürüyorlar varlıklarını. Bir gün bir fotoğraf makinesiyle keşfe çıkayım diyorum. İyice yok olmadan... Hem kimbilir kıyıda köşede ne ilginç olanları vardır.
Bir de "Yufka bulunur" yazan dükkánlardan birine girip sorayım diyorum. Neden bunu belirtmek ihtiyacı hissettiklerini.
Hani eczanenin camına yazsalar anlayacağım...
Hakikaten haber verilecek bir durumdur.
Fakat zaten yufkanın bulunmasının doğal olduğu bir yerde... Hatta neredeyse sadece yufka satılan bir dükkánda...
Kırtasiyeci neden "Telli dosya bulunur" diye yazmaz camına?
Yufkanın bu önemi nereden geliyor?
Hakikaten çok merak ediyorum.
* * *
Aşurelik buğdayı ise anlıyorum biraz.
Aşurelik buğday hiçbir dükkánın "daimi temsilcisi" değil.
Ara sıra geliyor.
Belki de sırf aşure ayında.
Bir nevi takvim hizmeti de görüyor dükkánlar bu durumda.
"Aşure ayındayız haberiniz olsun! Buğday da geldi zaten."
Ya da eskiden aşurelik buğday satmıyordu müessese, umumi arzu üzerine getirdi.
Haliyle duyuruyor...
"Aşurelik buğday geldi."
Hadi bakalım, sora sora bir hal olmuştunuz!
Fakat bir süre sonra bunun da tıpkı yufka gibi "bulunma" aşamasına gelmesi gerekmez mi?
Aradan altı ay geçtikten sonra artık "Aşurelik buğday bulunur" demek daha doğru olmaz mı?
Belki de az bulunur bir şeydir bu aşurelik buğday.
Gerçi gözümüzü açar açmaz Anadolu’nun buğday ambarı olduğunu öğrenmişizdir fakat "Aşurelik buğday ambarı" diye bir şey duymamışızdır.
İşte bazı müesseseler hizmette sınır tanımayıp nereden bulup buluşturuyorlarsa artık...
Şimdi diyeceksiniz ki, "Kimin cumhurbaşkanı olacağına kafa yoracağına..."
Bakın, bu aşure mevzuu sandığınız kadar önemsiz olsaydı, yedi yılda bir idrak edilirdi "aşure ayı"!
MIŞ-MUŞ
Demet Akalın, "Çocuk yapmak istersem memleketim Gölcük’ten birini bulurum" demiş.Memleketten bulgur, mercimek getirteni duymuştuk da...
En sevilmeyen iki icat, silah ve cep telefonuymuş.Yeni doğmuş bebeğe sormuşlar herhalde.
Belçika’da 4 çiftten 3’ü boşanıyormuş.Bizde 4 çiftten 3’ü televizyon kanallarına koşup birbirlerini Türkiye’ye şikáyet ediyorlar.
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2007
’Ben ikinci eşinden ayrılmadan önceki imam nikáhlı eşiyim.’ Siz?
"Ben ilk eşiyim."
Ya siz?
"Ben üçüncü eşiyim fakat daha ilk eşiyle evliyken imam nikáhlı eşiydim."
Peki siz?
"Ben sondan bir evvelki imam nikáhlı eşiyim."
Ayol kim bu adamlar?
Bulunmaz Hint kumaşı mıdırlar ki kadınlar sıraya girmişlerdir?
Hayır, varsa hakikaten bir maharetleri biz de birer sıra numarası alalım!
Hayatlarının müsait bir dönemine bizi de sıkıştırıversinler bir zahmet!
Bir şey kaçırıyorsak çok üzülürüm vallahi!
Menajerinizi mi aramamız gerekiyor beyefendi?
Sahi nedir bu?
Şu sıralar kanallar, sanatçı diye geçinen birtakım adamların, nikáhlı veya nikáhsız ama mutlaka gözü yaşlı eşlerini ağırlıyor.
Eskiden "Kaç masan var?" diye sorulurdu şarkıcılara, şimdi "Kaç karın var?" diye soruyorlar galiba ki kimse geri kalmak istemiyor.
Belki de olmazsa olmazlardan biridir... Ses, fizik, bir de kadın kadrosu!
Beyefendilerin kişisel tarihi Osmanlı padişahları misali...
Fakat günümüz sarayları biraz küçük tutulmuş maalesef. İki oda bir salon. Haremi akıl eden müteahhit yok.
Hal böyle olunca kadınların bir kısmı televizyon kanallarında ikamet ediyorlar. Yer yokluğundan.
Sırasını savan gidiyor diye bir şey yok anlayacağınız. Bütün kadınlar günün birinde sevişmek, dövüşmek, barışmak, mahkemeye düşmek, doğurmak, televizyonda ağlamak vs. üzere adamın hayatında kalıyorlar.
Bu arada beklerken, zamanı boş geçirmeyip aralarında turnuvalar tertipliyorlar. Birinci nikáhlı, ikinci imam nikáhlıyı dövüyor, ikinci imam nikáhlı üçüncü nikáhlının saçını yoluyor. Adamsa bu esnada imamın karşısında kadroya yeni birini dahil ediyor.
Madem Osmanlı dedik... Hadım geleneği de vardı orada di mi arkadaşlar?
Hayır, öylesine sordum yani...
İllaki jüri
Sonunda iş döndü dolaştı bu noktaya geldi.
Artık yarışmacılar değil, jüriler yarışıyor.
Alaturka jüri, Profesyonel jüriye karşı!
Ayrıca her bir jüri kendi içinde de yarışıyor.
Kim "vedet üye" olacak?
Sahiden de her jüride astlık üstlük durumu var. Daha ilk aşamada, isimler gazino kadrosu mantığıyla belirleniyor. Assolist, solist altı, uvertür... Tek fark, gazinolarda herkes yerine razıdır, burada savaş sürüyor. Bakmışsınız yarışmanın sonunda uvertür, assolist olmuş.
Yarışmalar, yola çıkıldığı üzere bir star yaratıyor neticede; lakin yarışmacıların değil jüri üyelerinin arasından.
Ödül ne diye sorarsanız...
Jürilerin vazgeçilmezi olmak.
Her jüri üyeliği, bir sonrakinin "giriş sınavı" niteliğinde oluyor adeta.
Sonunda bir nevi Türkiye’nin "kadrolu jüri üyesi" olunuyor.
Yarın bakmışsınız meslek hanesine "jüri üyesi" yazılmaya başlanmış.
Yarışmacılar mı?
Ha, birileri çıkıp şarkı söylüyorlar, kayıyorlar falan ama önemli değil.
İllaki jüri!
Ne giydiler...
Ne taktılar...
Yarışmacıların arasında kaç "leş"leri var.
MIŞ MUŞ
CHP’li Mehmet Sevigen, "Babalarımız arkasında ’Tokat Şeker Fabrikası’ yazan atlet giyerlerdi" demiş.
Hatta Adem Baba’nın atleti bile yoktu sevgili vatandaşlar!
Anne olmanın önündeki engeller bir bir kalkıyormuş.
Farkındayız ve bir tenhada sıkıştırılıp rahmimize bir cenin yerleştirileceğini düşünüyoruz neredeyse!
Erdoğan Kahramanmaraş’ta 750 tesisin toplu açılışını yapmış.
Türkiye’nin her yerinden tesisini kapan geldi zahir!
Türkiye 2030’da "su fakiri" olacakmış.
Şimdilik sadece "idrak fakiri".
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2007
TAVŞAN, fil, fare, ayı, kedi, köpek, panda...<br><br>Nedir bunlar? Hayır bilemediniz!
Terlik.
Bunun da bir izahı vardır elbet. Bizdeki bu "Hayvan olmazsa ayağıma sokmam abi" durumunun.
Sevgi desem...
Piyasadaki terlik sayısı kadar hayvansever yok.
Demek hayvansevmezler de giyiyor.
Kapının önündeki kediyi kovduktan hatta tekmeledikten sonra eve giriyor, ayakkabılarını çıkarıp kedili terliklerini giyiyor demek.
Belki de eve girmeden önce alt kat komşusunun kapısını çalıp kediyi karnını doyurmak suretiyle kapının önüne alıştırdıkları için sitem ediyor.
Fakat ayakta kedili terlikler...
Ya da televizyonda nesli tükenmekte olan boz ayılarla ilgili bir haberi "Amaan" deyip zıplarken ayağında ayılı terlikler...
Veya köpekli terliklerini çıkarıp ayakkabılarını giyiyor, mahalleliden imza topluyor. Sokak köpeklerinin yok edilmesini isteyecek belediyeden.
Ya da tavşanlı terliğini çıkarmış, evdeki kedisine ya da köpeğine fırlatıyor.
Hakikaten çok merak ediyorum, neden alıp giyerler o terlikleri?
Belki de piyasada başka terlik bulamadıklarından. Fakat bu terlikçiler de işbilmez değildir herhalde. Vardır ortalığı kediye köpeğe boğmalarının bir sebebi.
Anlayamıyorum.
* * *
Terliği olmazsa sehpanın üstünde biblosu var hayvansevmezlerin. Kedi, köpek, fil, kuş...
Üstüne hayvan motifi aplike edilmemiş yetişkin pijaması bulabilmek için kırk dükkán gezmek gerekiyor.
Peki, oyuncuklara ne dersiniz?
Bebekten, arabadan çok hayvan var çocukların oyuncak sepetinde. Fareler, ayılar, civcivler, maymunlar... Timsahla yılan bile var.
Bunlarsız büyüyen çocuk yok. Koynuna alıp uyumamış olan...
Peki hangi arada hayvansevmez oluyorlar?
Nasıl, ne zaman?
Hem bu kadar haşır neşir olmak, hem nefret etmek...
Bu yaman çelişkiyi anlayamıyorum.
MIŞ-MUŞ
Amerikalı mühendisler trafik sıkışınca kanatlanıp uçan otomobil yapmışlar.
Bize onun yere hiç konmayanından lazım.
Küresel ısınmanın suçlusu insanoğlu değil, güneşmiş.
Durumumuz intihardan çıktı, cinayete kurban gidiyoruz.
Erdoğan "Çocuk istiyorum" demiş.
Cumhurbaşkanlığını da istiyor; hem çocuk hem kariyer yapacak demek.
Verem hortlamış, İstanbul birinciymiş.
"Kültür ve Sanat"ın mı yoksa "Ekonomi"nin mi başkenti derken, "Verem"de karar kıldı demek.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2007
AVRUPA Yakası... İlk günden beri sadık izleyicisi olduğum dizi...
Senaryosu güzel, oyuncuları muhteşem.
Fakat keşke "yaka" değiştirmeseydi. Asya’dan geçen yeteri kadar dizi vardı.
Ama Gülse Birsel’in mutlaka bir bildiği vardır. Televizyona dizi, şu bu yapıyorsanız "her şey gönlünüzce" olmaz, olamaz. Bu gerçek, bu işlerin yabancısı olmayan biri olarak malumumdur.
Ayrıca Avrupa Yakası her haliyle başımızın tacıdır.
Ve ve ve... Bu yazının kaleme alınışının esas nedeni Gazanfer Özcan’dır.
Gazanfer Özcan’a bir methiye düzme ihtiyacı hissettim. Evet, bayram değil seyran değilken... Evet, o sağ ve sağlıklıyken...
Kendim için.
Baktım ki sessiz ve sakin hayranlık tatmin etmiyor beni, bağırayım dedim.
Methiye için yola çıktım gerçi ama öyle süslü püslü laflar beklemeyin. İsterim ama beceremem. Net ve yalın bir biçimde şunları söyleyebilirim ancak:
Gazanfer Özcan’ı seyretmeye doyamıyorum.
Tarzına bayılıyorum.
Onun sahneleri daha uzun olsun istiyorum.
Hiçbir mimiğini kaçırmıyorum.
Kalabalıklar içerisinde gözüm hep onda.
Ve ben bunları çocukluğumdan beri yapıyorum. Babamın elimizden tutup tiyatro tiyatro gezdirdiği günlerden beri.
İlginç olan da bu zaten.
Yollarımız ayrılmamış Gazanfer Özcan’la. Oysa ondan çok sonra gelenlerle bile yabancı oluverdik yolun bir yerinde.
Çocukluğum falan dediğime bakmayın, görünce "Hey gidi günler!" dedirtmiyor Gazanfer Özcan.
Araya zaman girmiş olsa da bakıyorsunuz yabancılaşmamışsınız.
Gerçi bunda içinde yer aldığı projenin de payı var. Ama halkın karşısına devrin şartlarını göz önünde bulundurarak çıkması da önemli değil mi? Zamanın farkında olması, birtakım şeylerde diretmemesi?
Bir de ne okudum geçenlerde... Senaryoya şöyle bir bakması yeterliymiş. Ezber falan yok.
Arife tarif gerekmiyor yani.
Ne diyeyim daha...
Gazanfer Özcan’ı seviyorum. Sevgililer Günü arifesinde alın size ilanı aşk!
MIŞ-MUŞ
Cansu Dere, "Dönemsel popülerlik önemli değil" demiş.
Değil elbet ama banka hesaplarının bundan haberi olmuyor genellikle.
Kapıkule’de pizza kutusundan eroin çıkmış.
Zaten bir eroinlisi yoktu pizzanın.
Abdullah Gül kesin konuşmuş: 301 değişecek.
Sonra sıra 301’in değiştiğini Ogün’lere anlatmaya gelecek. 300 sene mi sürer artık...
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2007
Eşiniz/sevgiliniz...
* Sizin yapmak istediğiniz şeyleri önemsemiyor ve fikirlerinize değer vermiyor mu?
* Her işinize karışıyor mu?
* Beklenmedik zamanlarda arıyor mu?
* Sizi hiç başka biri ile ilişkiniz var diye suçladı mı?
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2007
SEVGİLİLER Günü...<br><br>Bana göre sevgililerin en berbat günü. Beklenti büyük çünkü.
Hazırlık çok.
Plan, program...
Hal böyle olunca hayal kırıklığı kaçınılmaz oluyor.
Yani bana öyle geliyor.
Sadece Sevgililer Günü değil, bütün özel günler özel olmanın cezasını çekiyor adeta.
Hiç ummadığınız günler, geceler anılarınız arasında en güzel yere yerleşir de günler öncesinden heveslenip hazırlandıklarınız, en ince ayrıntısına kadar planladıklarınız... Ha, onlar da yerine oturur ama genellikle bir aksilik, bir tatsızlık, bir fiyaskoyla hatırlanmak üzere.
Bakın, misafir için yapılan kekin kabarmaması gibi bir şeydir bu.
Ya da ne bileyim, "en güzel" olmaya çalıştığınız bir gün burnunuzun üstünde sivilce çıkması gibi.
* * *
Şunu bilir, şunu söylerim, hiçbir şeye öyle çok fazla hazırlanmayacaksınız.
Hele sevişmeye...
Şimdi oteller Sevgililer Günü için şahane sevişme odaları hazırlıyorlar.
Odadan içeri girdiğiniz anda başınızdan aşağı gül yağıyor...
Yatağınızın içinde kırmızı lambalar yanıp sönüyor...
Musluklardan şarap akıyor.
Falan, filan.
Hakikaten bir geceliğine röntgenci olmak isterim. Her bir şey bu iş için ayarlandığında, insanın inadına ayarının bozulacağına dair oluşmuş kanaatimi tescil etmek için.
Bana göre sevişmenin en şahanesi, beklenmedik bir yerde beklenmedik bir anda gerçekleşenidir.
* * *
Yemek hususuna gelince...
Sevgililer Günü’nde yiyip de tadını unutamadığınız bir yemek var mı?
Hanginiz hayatınızın en lezzetli yemeğini Sevgililer Günü’nde ya da yılbaşında yediniz?
O "krallara layık" sofralardan annenizin yoğurtlu baklasını geçecek bir tat çıkmamıştır, çıkamaz. Bir tek tepesinde tüyü eksik olan -ki bazılarında o da vardır- yemeklerle ancak fotoğraf çektirilir.
* * *
Hediye mevzuu var bir de.
Aldığınız hediye ya zevkinize ya bedeninize uymaz, verdiğiniz hediye hora geçmez.
Her zaman böyle olmuştur.
Hediye, hediye olalı beri asla isabet kaydedememiştir.
Fakat yine de moralinizi bozmuş olmayayım.
Hazırlanın siz!..
MIŞ-MUŞ
RTÜK cıvık değil duyarlı haber istemiş.
İyi de sizin "duyarlı"nızla onların "duyarlı"sı birbirini tutmaz sayın RTÜK!
Partiler seçim şarkısı peşindeymiş.
Onların da kendilerinden umudu kesik.
Kuş gribi Batman’da ortaya çıkmış.
Mikrop bile kimin cefakár olduğunu biliyor.
İngiltere’de bir adam, kıskandığı eşinin burnunu kesmiş.
Yine de erkek kısmı "olay"a "uzak"tan müdahale ediyor. Kadınlar direkt penisi kesiyorlar.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2007
Bilmiyorum çocuklara büyüyünce ne olacağını soran var mı hálá?<br><br>Biz başımızı alamazdık. Bildiğimiz meslek sayısı da üçü geçmezdi. Doktor, öğretmen, hemşire.
Erkek çocuklarda itfaiyeci olma merakı vardı bir de. Nereden geldiği belli olmayan... Doktor, öğretmen neyse de, itfaiyeci zırt pırt çıkmaz ki bir çocuğun karşısına. Kaç itfaiyeci görmüş de heves etmişlerdi...
Neyse...
Şu sıralar "işadamı" olmak isteyebilir çocuklar.
Yani ben olsam isterim.
Hatta bugünkü aklımla da isterim.
Siz istemez misiniz?
Mesela Binbir Gece’deki Kerem’le Onur gibi olmak?
Sabah iki ortak karşılıklı kahvelerinizi yudumlarken kadın-kız-aşk-meşk hususunda fikir alışverişinde bulunacaksınız.
Sonra beraber yemeğe çıkacak, aynı konudaki fikir alışverişinizi sürdüreceksiniz.
Bir ara ofise uğrayıp yanınızda çalışan kadınlarla kesişeceksiniz. Kesişmek kesmezse ilan-ı aşk edeceksiniz. O da kesmezse "Parasıyla değil mi, gel yatalım" diyeceksiniz.
Analarınızla yönetim kurulu toplantısına girecek, fakat iş konusuna girmeyip aşk, evlilik, kadın ve erkekler konusunda sırayla görüş bildireceksiniz.
Akşam iki ortak kadın-kız-aşk-meşk meselelerini şaraba yatıracaksınız.
Budur işadamlığı!
Kim istemez?
Öteki dizilere de bakın isterseniz.
Ben daha çalışan işadamına rastlamadım.
Arabadan inip arabaya biniyorlar, yemekten gelip yemeğe gidiyorlar. Ha, günahlarını almayayım, arada katakulli çeviren de var.
TÜSİAD nasıl isyan etmiyor, hayret!
"Bizimkiler" dizisinde "Cafer" tiplemesine alınıp itiraz eden kapıcıları hatırlarsınız... İşadamları pek umursamaz çıktılar!
Kadınlar hálá ikiye ayrılıyor
Söz dizilerden açılmışken...
Türkán Şoray Kanunları’nın geri döndüğünün farkında mısınız?
Dikkat edin bakın, dizilerin çoğunda başroldeki kadın oyuncu asla sevişmiyor. Hatta evli bile olsa.
Sevişirse kazara sevişiyor.
Ve "dünyanın sonu" geliyor adeta. Mesela Şehrazat’ın yüzü güler mi artık bilmiyorum.
Baş kadın oyuncunun seve seve, isteye isteye seviştiği bir senaryo yok. Varsa da benim karşıma çıkmadı. Bu kadar da tesadüf olur mu bilmiyorum.
Demek hálá kadınlar "tapılacak" ve "yatılacak" olarak ikiye ayrılıyor...
Her şey reytinge endekslenmiş olduğuna göre, demek sizin de aynı fikirde olduğunuz düşünülüyor...
Demek sizin kadının "namuslu" ve "iffetli"sini sevdiğiniz tahmin ediliyor.
"Namus" ve "iffet"inse bu olduğu kanaatindeler demek...
Demek sizin birisini bağrınıza basmanız için etten kemikten yaratılmamış olması gerekiyor.
Haberiniz olsun!
Bazıları bereketiyle geliyor
Televizyonla devam edelim bari.
Televizyonu "Matruşkalar" bastı.
Her şöhretin içinden bir başka şöhret çıkıyor, onun içinden bir başkası, onun içinden bir başkası...
Doğa Bekleriz mesela...
Çarkıfelek’in kendi halinde hostesiyken evlendi, ortadan iyice kayboldu.
Fakat yıllar sonra nereden estiyse, seri halde silkindi.
Önce kulaklarını Japon yapıştırıcısıyla yapıştırdı, sonra "Ne diyo bu?" dedirtecek üç-beş uçuk beyanat verdi, en son olaylı bir biçimde, kocasını aldatıp aldatmadığı hususunda bizi meraklara gark ederek evliliğini bitirdi.
Böylece işlem tamamlandı.
Artık yatıyoruz Doğa, kalkıyoruz Doğa.
Fakat bu aralar sırf kendisini yaratmakla kalmadı, köpek eğiticisi erkek arkadaşını da taktı peşine. Bora Erbek şimdi kanal kanal geziyor. Gezdiği yerlerde eşi zamanında kendisini aldattığı için evli kadınlarla birlikte olduğunu anlatıyor.
Göreceksiniz, yakında o "aldatan eş" de çıkacaktır ortaya.
Banu Alkan, Murat Taşdemir’i çıkarmıştı içinden. Murat Taşdemir, eşini çıkardı. Gelin hanım gelinliğiyle oturuyordu Sabahların Sultanı’nda.
Daha böyle nice örnek bulabilirsiniz.
Ne diyeyim, bazıları bereketiyle geliyor.
MIŞ MUŞ
Æ Ebru Gündeş, Sibel Can’a laf atmış: "Halk tanga tunga giyenleri alkışlıyor."
Haset etme, senin de her daim ortada memelerin var!
Æ Eşinden ayrılan Demet Akalın yeni bir aşka yelken açmış.
Bugün sünnet, yarın deniz!
Æ Tan Sağtürk "İlişkilerimde çok çılgınım" demiş.
Baktı ki herkese bir bir göstermek zaman alacak, ilan etti.
Yazının Devamını Oku