Pakize Suda

BLA, BLA, BLA...

26 Mart 2007

Bir televizyon programı...

Üç genç kız.

Güzel, alımlı, şık, üç "normal" genç kız...

"Normal"den kastım şarkıcı, oyuncu, manken değiller. "Sosyetik güzel" de değiller. Fakat üstlerine başlarına, makyajlarına, takıp takıştırdıklarına bakınca evden değil, çekimden geliyor gibi bir halleri var. Bütün gündüz programlarında adet olduğu üzere göbek atıyorlar. Ama ne atma... Böyle kıvırmayı bu işten ekmek yiyenlerde bile görmedim.

Yazının Devamını Oku

Övünmeyle karışık sitem

25 Mart 2007
GALATASARAY Üniversitesi öğrencileri; Hürriyet’e, Emin Çölaşan’a ve bana birer ödül verdiler. Haberiniz olmayabilir. Çünkü gazetem, ödüle doyduğundan mı, yoksa övünmek gibi olmasın diye mi, o kadar küçük yer verdi ki.

Fakat ben gazetem kadar görgülü değilim doğrusu. Topu topu iki ödülüm var. İlkini, daha yolun başındayken İletişim Fakültesi öğrencilerinden almıştım, ikincisi de bu işte.

Ödül alkış gibi. Hoşunuza gidiyor. Ama bununla da yetinmiyor, alkışı herkes duysun istiyorsunuz.

Bir de gazetenizle ortak bir iş yapmış oluyorsunuz ya bir nevi... Tadını beraber çıkarmak istiyorsunuz.

Manşete çıksaydık demiyorum elbet./images/100/0x0/55eabcc1f018fbb8f8937f7c

Ama kibrit kutusundan biraz daha büyük olabilirdi yerimiz.

Hadi beni boşverin, hangi Hürriyet okuruna bu gazeteyi satın alma nedenleri sorulsa, eminim ilk sıralarda Emin Çölaşan’ın adını verir.

Çok mu abarttım bu ödül işini?

Olabilir.

Ne yapayım, gazetem "tevazu"yu abartınca...

Elimde bir demet maydanoz

BANA en çok marketlerde rastlayabilirsiniz. Gözlüğümü takmış, ürünleri evirip çevirirken.

İncelemeden atmam sepete. Onun için evde paketleri açınca kötü sürprizle karşılaştığım olmamıştır pek.

Çalışanların belalısıyımdır. Elimde, son kullanma tarihi geçmiş yoğurtla yetkili ararken görebilirsiniz beni. Nitekim tam o esnada "Sizi ailecek çok seviyoruz" demek için yanıma gelip, yoğurt yüzünden gerekli ilgiyi göremeyince manyak olduğum kanaatiyle uzaklaşan çok okurum, seyircim olmuştur.

Belki namımı duyduklarından ya da tam tersine duymadıklarından, geçenlerde tanıtım amacıyla Anadoluhisarı Migros’a davet edilen gazetecilerin arasında ben de vardım.

Genel Müdür Aziz Bulgu, tüketicinin her ürünü gözü kapalı alabileceğini ispatlı şahitli gösterdi bize. Her birinizi tek tek depo, mutfak, şurası burası gezdiremeyeceğine göre... Biz bir nevi "müşteri temsilcisi"ydik yani.

Sahiden de gurur verici. Nakliye aracının ısısının uzaktan takibinden tutun da her ürünün bıçağının ayrı olmasına, tüm meyve ve sebzelerin hormon analizinin yapılmasına kadar her şey düşünülmüş, halledilmiş.

Fakat benden çekecekleri var.

"Namımı duymadıklarından" demem bundandı.

Bundan sonra elimde bir demet pörsümüş maydanozla şube müdürünün değil, Aziz Bulgu’nun peşine düşmez miyim... Kendi uydurmam bile olsa "müşteri temsilcisi" gibi bir unvan da kapmışken hele...

MIŞ-MUŞ

Klinik hatası sonucu ABD’li beyaz çiftin, siyah bebeği olmuş.Demek o işe artık "klinik hata" diyorlar.

Bir adam, evine kadın getiren komşusunu vurmuş.Rahmetlide hata var, komşusunu da davet edecekti!
Yazının Devamını Oku

Güzeller artıyor

24 Mart 2007
Gazetelerin "arka sayfa güzeli"ni bilirsiniz.Zamanında çok tartışıldı. Feministler karşı çıktılar, kadınlar için de çıplak erkek fotoğrafı yayımlansın diyenler oldu, şu bu. Fakat bir şey değişmedi.

Güzeller yerli yerinde duruyor.

Üstelik sayıları arttı.

Epeydir gazetelerin birer de "ön sayfa güzeli" var.

Ya sağ, ya sol üst köşede.

Fakat boşuna değil tabii orada oluşları. Mutlaka çok önemli bir gerçek "tüm çıplaklığıyla" gözler önüne seriliyor.

Mesela...

"Türkiye diş sağlığına önem vermiyor" diye bir haber...

Bakıyorsunuz her yeri meydanda, bir tek dişleri görünmüyor konu mankeninin.

"Ne alaká?" demeyeceksiniz.

Onun yerine "memelerinden sağlık fışkıran kızın dişleri de sağlıklıdır elbet" diye düşünecek, sağlıklı memeyle sağlıklı diş arasında bağlantı kuracak, dişlerinize önem vermeniz gerektiğine kanaat getireceksiniz.

Ne o?

Çok mu dolaylı oldu?

Kusura bakmayın ama siz de çok tembelsiniz!

Hiç düşünmek istemiyorsunuz.

Gazetenin baş sayfasından bahsediyoruz burada!

Elbet bir ağırlığı olacak, biraz kafa yorduracak!

Bakın, arka sayfa arkalığını biliyor, yormuyor sizi.

Güzelin bikinisi kırmızıysa "Kırmızı cazibe", leopar desenliyse "Vahşi cazibe."

Gerçi bazen orada da misal bikinisinin üstünü giymemiş tazenin altına "Bu yıl üniversiteye başlayacak" gibi şeyler yazılmıyor değil.



*

Bir de "ikinci sayfa güzelleri" var.

Onlar bizim yerli sanatçılarımız oluyor daha ziyade. Veya sosyetik güzellerimiz.

Elbet yine bir haber vesilesiyle oradalar.

Biri ötekiyle polemiğe girmiş, diğeri araba almış, berikinin konseri varmış, bir diğeri sevgilisinden ayrılmış...

Haberler muhtelif, fakat fotoğraflar aynı.

Yarı çıplak.

Herkesin imdada yetişecek bir yarıçıplak fotoğrafı mevcut arşivlerde.

Sıradan insanların bile var böyle fotoğrafları artık. Bu durumda "üçüncü sayfa güzeli"ne az kaldığının müjdesini verebiliriz.

Mesela "Seher kapkaç kurbanı..."

Altında Seher’in çıplak fotoğrafı!

*

Yakında köşe yazarlarından da birer tane isterler diye düşünüyorum.

Bana göre hava hoş. Şarkıcılık günlerimden alışkınım. Hatta arşivde belime kadar yırtmaçlı fotoğrafım çoktur herhalde.

Ayşe de zorlanmaz. Hatta ona teklif geldi bile galiba ki yavaştan yavaştan başladı soyunmaya. Gerçi fotoğrafı vesikalık ama ne gömlek yakası, ne askı, ne bir şey var görünürde.

Ferai Tınç, Zeynep Göğüş falan ne yaparlar, onu düşünüyorum ben esas!

MIŞ MUŞ

Erdoğan Köşk için "İnşallah" demiş.Çıkarsa bize de "Maşallah" demek kalıyor.

Vali Güler "İstanbul’dan güvenlisi yok" demiş.Demek pencereden baktı, bir şey göremeyince...

70’li yılların ünlü şarkıcısı Yıldız Tezcan "Sevim Emre Orhan Gencebay’ı elimden aldı" demiş.Gördüğünüz gibi düşmeyen jeton yok!

Doğa Bekleriz "Herkes bildiği işi yapsın" demiş.Bakın Doğa "işini biliyor", yapıyor.

Baykal "Ankara aynı Çanakkale gibi geçilmez, geçilmemeli" demiş.Önümüz 23 Nisan, bakalım onu nasıl bağlayacak Çankaya’ya.
Yazının Devamını Oku

Hande-Fazıl aşkı

22 Mart 2007
"HANDE’ye áşığım. O da áşık. Ama etraf pek anlamıyor."<br><br>Balçiçek Pamir’in Sabah’taki "Pazartesi Sohbeti"nin bu haftaki konuğu Fazıl Say’ın sözleri bunlar. Etraf hiç anlamaz zaten.

Nedense...

Bütün ilişkiler "sürpriz"dir o "etraf" için.

Beklenmeyen...

Beklenen ilişki olur mu peki?

Olur da içinde aşk olmaz herhalde. Oysa, illa ki bir sürprizden söz edilecekse, aşkın kendisi bir sürprizdir.

Hiç beklemediğiniz bir anda çıkıverir karşınıza.

Aslında ilişkileri "sürpriz" olarak nitelendirmenin altında çoğu zaman gönlün ota değil de başka bir yere konmuş olduğu fikri yatar. Fakat açıkça söylenemez tabii. Yani "sürpriz", "gönlün, aslında o malum şeyin üstüne konduğunun nazik bir ifadesidir" diyebiliriz.

Kıstas nedir?

Yani, nasıl anlaşılır kim ottur, kim başka şeydir?

İlerleyen zamanda birinin ötekine dönüştüğünü görmediniz mi hiç?

Dahası, hangi tespitiniz doğruydu, ilişkinin başındaki mi sonundaki mi?

Hangimiz, ne zaman, kime göre "ot"uz veya değiliz?

Mesela, "Gece karımın yanında yatarken boşanmayı düşünürdüm" diyen adam, karısının gözünde hangi sınıfa dahildir artık?

Bayıldığımız, bazı insanların Hande Ataizi’ni yakıştıramadıkları Fazıl Say söylüyor bunu da.

Sahi, nedir bu "yakıştıramama", "uygun bulmama" durumu?

Gerekçe nedir?

Şu meşhur "sınıf farkı" değil herhalde.

Onlar "aynı sınıfta"lar çünkü.

İkisi de eğitimli, gelir düzeyleri arasında uçurumlar olduğunu da sanmıyorum.

Ha, yaşam tarzları farklı olabilir ki bana sorarsanız bir ilişki için bundan büyük avantaj olamaz.

Taraflar tutucuysa zor tabii. Kimse içinde bulunduğu dünyadan bir an olsun çıkmayı kabul etmiyorsa...

Fakat öteki türlüsü seyahat gibi. Bilmediğin bir ülkeyi görmek, gezmek, keşfetmek...

Nesi kötü bunun?

Sana kimse "gel temelli yerleş buraya" demiyor. Hem madem "aşk"ın çoğu "merak"tır...

Zaten Fazıl Say da "Karşımdakini çabuk çözdüğüm an sıkılırım" diyor.

Tamam, süre karşıdakinin derinliğine bağlıdır ama aynı dünyanın insanlarının birbirini çözmesi pek de uzun sürmez gibime geliyor.

Bu açıdan uzun ömürlü olacağa benziyor aşkları.

Yani Hande Ataizi ile Fazıl Say’ın ilişkileri hakkında, ádet olduğu

üzere, illa ki bir yorum yapılacaksa, ben kendi hesabıma birbirlerine denk düştüklerini söyleyebilirim.

MIŞ-MUŞ

Türk kadınının bel ölçüsü erkeğe eşitmiş.Biz de eşitliği böyle yakaladık, ne yapacaksınız...

Yağ aldıran erkek sayısında patlama olmuş."Özgürlüğü seçen erkek sayısında patlama" da yakındır o zaman.

5 günlük kamu hizmeti cezasına çarptırılan Naomi Campbell, yerleri süpürüp paspas yapıyormuş.Tuğba Özay süpürgeyi eline almış, gazetecileri bekliyordur şimdi.
Yazının Devamını Oku

Yarışmalar patladı

20 Mart 2007
YARIŞMALAR "patladı".<br><br>İkisi biterken üçü başlıyor. "Kudurdu" da aynı zamanda.

Mecburen.

Reyting aslanın ağzında olunca...

Yok öyle, yarışma boyunca mumya gibi oturup arada puan kaldırmak!

Jüri üyeleri için söylüyorum.

Yarışma başlamadan vinç yardımıyla salona getirilip koltuğuna oturtulduğunu, sonra yine vinç yardımıyla kulise götürüldüğünü düşündüğüm bir jüri üyesi, bu hafta üç kere yerinden kalkıp yarışmacılarla düet yaptı. "Rekabet, sen nelere kadirsin!" diyesi geliyor insanın.

Düet deyince... Yarışmalarda "düet devri" başladı.

Ya da "koç devri" de denilebilir.

Ünlü veya ünsüz yarışmacıların ünlü bir koçu oluyor. Yarışmaya bu koçla hazırlanılıyor ve yine bu koçla düet yapılarak yarışılıyor.

Fakat tam bu noktada gayet acıklı bir durum çıkıyor karşımıza. Birkaç istisna dışında, o "ünlü" koçların aslında kendilerine hayırları olmadığını düşünüyor insan, bir bir ekrana geldiklerinde.

Kimi tek şarkıyla parlamış, sönmüş...

Kimi hiç parlamamış...

Kimi güzel sesin yanında aklın da gerekli olduğu gerçeğine kurban gitmiş...

Kimi şarkıcı olmak için yaratılmamış...

Kiminin piyasayla kanı uyuşmamış...

Kiminin şansı yaver gitmemiş...

Falan filan.

Bir yarışmada format gereği, diğerlerinde herhalde bu memleketin evladı olmanın gereği, her yarışmacının acıklı bir hikáyesi var. Dertleri zevk edinmemiş bir yarışmacı henüz çıkmadı karşımıza.

Fakat hiçbiri, koçların sahnedeki çırpınması kadar acıklı gelmiyor bana.

Çalıştırdıkları yarışmacının başarısı ne kadar umurlarında bilmiyorum.

Onlar kendi derdinde.

Unutulmuşken, bir kenara itilmişken, yok sayılıyorken aniden ustalık payesiyle taçlandırıldılar.

Bir yandan bunun şaşkınlıkla karışık sevinci...

Bir yandan fırsatı değerlendirme telaşı...

Bir yandan bunca yıl onları hak ettiklerini düşündükleri noktaya taşımayanlara ne kadar yanıldıklarını ispat etme çabası...

Parçalıyorlar kendilerini.

Daha da acıklısı, yine birkaç istisna dışında hepsi detone oluyor. Tanımayan, yarışmacıyla koçu ayıramayabilir yani.

İnsan üzülüyor.

Hoş, şu anda başınıza taç ettiğiniz birçok şarkıcı, müzisyen kulağıyla dinlendiğinde sahnede dökülüyor adeta. Bakmayın siz albümlerdeki şahaneliğe. Teknoloji icat oldu mertlik bozuldu!

Yurtdışında bu kulaklarla sokak şarkıcılığı bile yapamayacak starlarımız var. Bu açıdan bakınca boş vakitlerinde sizin elinizi ayağınızı öpseler yeridir.

Yarışmalarla ilgili son bir şey...

Yarışmacılar, koçlar falan bir yana, jüri, bir yarışmayı rezil de eder vezir de. Yani aslolan jüri, gerisi hikáye. Yarışmalar çoğaldıkça kıyaslayıp görüyoruz.

MIŞ-MUŞ

Migrenli kadın daha sık sevişiyormuş.Kadın ikiye ayrılıyor: "Başı ağrıdığı için sevişmeyenler" ile "başı ağrıdığı için sevişenler."

10 Türk, ABD’ye "silikon kadın" siparişi vermiş."Silikon meme" kesmedi, doz artırıyorlar.
Yazının Devamını Oku

Altın kafesteki kuş gibi

19 Mart 2007
Bir şehre bağlayan nedir insanı?

"Birinci derecede yakınların orada yaşıyor olması" değil, bunu biliyorum artık.

Annem öğretti.

Senenin yarısından fazlasını İstanbul’da geçirir annem...

Ama bize yetmez.

Artık pılıyı pırtıyı toplayıp temelli gelmesini isteriz.

Ama yanaşmaz.

Gerekçelerimiz bilinen, makül şeyler...

Annemin artık genç olmadığından tutun da hasret çekmenin lüzumsuzluğuna, İzmir’de "En yakını" kimsenin kalmadığına kadar. Fakat işte bu sonuncusu üzerine bir kitap yazabilir.

"En yakın" her zaman kan bağı olanlar mıdır? Ya da en yakınların yanında olmak yeter mi?

Annem arkadaşlarını istiyor.

Evini, eşyalarını, semtini... Yıllardır her sabah perdesini açtığında gördüklerini görmek istiyor.

Her zaman karşılaştığı selamlaştığı aşina olduğu insanları...

İzmir’i istiyor.

Eğreti yaşıyor İstanbul’da.

Koltuğun kenarına ilişmiş gibi.

Hatta evet koltuğun kenarına ilişip oturuyor.

Misafir gibi.

Ne evdeki hayatın içine giriyor ne İstanbul’daki.

Gitmeyi bekliyor.

Fakat göndermiyoruz.

Ve iyi bir şey yaptığımızı zannediyoruz.

Ama o burada mutsuz, bize rağmen mutsuz. Aklı yatsa kalmaya, gönlü yatmıyor.

Altın kafesteki kuş gibi.

***

Bilmiyoruz...

Ne yapacağımızı bilmiyoruz.

Bildiğimiz...

Yaşlılık zor.

Bir sürü yönden.

Ama en zoru, artık kararlarınızı kendiniz veremiyorsunuz...

Bir sabah alıp başınızı çok sevdiğiniz evinize dönemiyorsunuz...

Belki geceleri elli yıllık arkadaşlarınızı bir daha göremeyecek olma ihtimalini düşünüp yastığınıza iki damla yaş akıtıyorsunuz...

Ama evlatların da işi zor.

Bir zamanlar gücünden etkilendiğiniz ana babalarınızın hayatına yön vermek zorunda kalmak...

Neyin doğru olduğunu tam da bilemeden üstelik.

Biri, ötekinin hastalığını duyunca kalp krizi geçirecek kadar (Evet, bu da oldu) birbirine bağlı, yarım asırlık arkadaşları birbirinden ayırmak...

Sahiden ne yapacağımızı bilmiyoruz.
Yazının Devamını Oku

Bazıları dayak sever

18 Mart 2007
KONUDAN haberdarsınızdır...<br><br>Demet Akalın, "Eşim iki tokat atsaydı, boşanmazdım" dedi. Ortalık ayağa kalktı.

Kalkar elbet.

Toplum olarak "şiddete karşıyız" biliyorsunuz.

Kime sorsanız karşı.

Fakat tek tek karşı olup da dünyanın en çok dayak atan, dövüşen topluluğu olmayı nasıl beceriyoruz, orası meçhul.

Anne, çocuğunu dövüyor...

Abi, kardeşini...

Koca, karısını...

Maçta taraftarlar, Meclis’te vekiller, lisede gençler birbirlerini dövüyorlar.

Fakat sorunca "şiddete karşıyız".

Demek bunun da içini boşalttık.

* * *

Gelelim Demet Akalın’a.

Bakınca öyle erkekten tokat yiyecek kadına benzemiyor. Kazara yedi diyelim, iki tokat da o atar sanki. Hatta önceliği karşı tarafa da vermez gibi bir intiba yaratmış bulunuyor bende.

"Kadın dövünce ’şiddet’ olmuyor mu?" diyeceksiniz.

Olmaz mı...

Zaten kendi çapımda yaptığım araştırmaya göre, kadın, daha yatkın şiddete.

Çocuklar en çok annelerinden dayak yerler.

Babalar eve misafir gibi uğramasına karşılık annelerin 24 saat çocuklarla haşır neşir olmasından mıdır artık, "tepe tası atma eşiği" daha düşük oluyor kadınlarda.

Sonra kadın kısmı şiddetin en şiddetlisini sever.

Koca, en fazla döverken, kadın, uykusunda penisini keser erkeğin.

Kan görmeye dayanamayanı ise kaynar suyla haşlar adamı.

Bazıları şiddete hakikaten karşıdırlar. Onlar taşeron tutarlar. Bakarsınız kocasını sevgilisine doğratmış.

Yine kendi yaptığım bir araştırmanın neticesi var elimde.

Aslen esmer olup, saçlarını sarıya boyatan fakat esmer, bıyıklı erkeklerden hoşlanan kadınlar ilişkide şiddet istiyorlar. Siz onları karşıdan bakınca İsveçli kızlar zannediyorsunuz tabii, onun için yadırgıyorsunuz.

Fakat belki de günahlarını alıyorum. Onlar aslında fantezi seviyor olabilirler. "Eşler arasında, iki taraf da razı olduktan sonra, her şey mubahtır" demez mi "o iş"in uzmanları?

Jartiyeri falan anlıyorsunuz da... Jartiyerin arkası kırbaçtır arkadaşlar!

* * *

Tekrar gelelim Demet Akalın’a.

Aslında o öyle demek istemedi ablaları!

Hani hep söylenir, yazılır çizilir, kadının sevgilisiyle, kocasıyla girdiği diyaloglarda fikriyle zikri bir değildir ya... Demet de "boşanalım" derken "boşanalım" demek istememiş aslında.

Fakat adam belli ki kadınlar konusunda tecrübesiz. "Peki" demiş boşanmışlar, Demet de eşekten düşmüş karpuza dönmüş.

Şimdi, "İki tokada bile razıydım, yeter ki kocam kadınlık hallerinden bu kadar habersiz biri olmasaydı" demek istiyor.

Yoksa dayak istediğinden değil!

Ne diyeyim...

Bilinçli bir köşe yazıcısı olarak durumu toparladım ki kendisine daima bir "örnek" arayan milletimiz tokat bağımlısı olmasın aniden!

Siz siz olun çocuklarınızı, "Baban kemiklerini kırar", "Polis amca hapse atar", "Allah cezalandırır" diye diye büyütmeyin. Sonra bakmışsınız sopayı kendi temin etmiş bekliyor.

MIŞ-MUŞ

En yararlı meyve suyu, siyah üzüm suyu çıkmış.Onların da bir iktidar süresi var; nar indi üzüm çıktı.

Nilay Dorsa, "Estetiğe harcadığım parayla yalı alırdım" demiş."Yalılar zinciri" için yatırım yapmayı tercih etmiş.

Yalnız uyuyanlar için çift kollu yastık yapılmış.Şimdi, "Azıcık öteye git" deyince gidenini bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku

İdeal erkek

17 Mart 2007
Geçenlerde uzmanlar "ideal kadın" ölçülerini ilan etmişlerdi hatırlarsanız. Hatta ben de, üzerine yorumda bulunmuştum. Neden erkeğin de bir ideal ölçüsünün olmadığını sormuş, "penisinden başını kaldırıp başka yerlerini ölçmeye fırsat bulamadığı" neticesine varmıştım.

Müjdeler olsun!

Geçtiğimiz hafta içerisinde, Polonya’daki Gdansk Üniversitesi uzmanlarının tespit etmiş olduğu "ideal erkek ölçüsü" kamuoyuna duyuruldu.

Müjde dediysem, lafın gelişi... Yoksa bizim erkekler açısından müjdelik bir durum yok.

Bir kere boy 1.88 olarak belirlenmiş ki "dakika bir gol bir" denilebilir.

Bizde boyu 1.85’i geçenin isminin önüne lakap olarak eklenir uzunluğu: "Sırık Mustafa" gibi.

Ya da eni de 1.88’dir, "Moby Dick Necati" diye anılır.

Hal böyle olunca belin göğüse, kalçaya oranına baksanız ne olacak...

Ama bakalım yine de.

Şimdi anladığım kadarıyla, arzu edilen, eskiden beri bildiğimiz "üçgen vücut" hadisesi.

"Bizimkilerde üçgen vücut yok" diyemeyiz.

Var.

Fakat ters oluşmuş. Tabanı aşağıda, tepesi yukarıda.

Yani ideal vücut görmeyi istiyorsanız erkeği amuda kaldırıp bakacaksınız.

Özellikle evli erkeklerde... Şöyle söyleyeyim, mide, bel, göbek nahiyesine bakarak evli olup olmadığını anlayabilirsiniz bir erkeğin. Nedense nikáhtan itibaren üçgen tepetaklak olma yolunda ilerler.

Gelelim bacak ve gövde ilişkisine.

İdeal erkeğin belinden aşağısıyla belinden yukarısı eşit olmalıymış. Demek erkeği belinden ikiye katladığınızda başla ayakların bitimi denk düşecek. Biri ötekini geçmeyecek.

Geçerse ki, memleketimizin havasından mıdır suyundan mı illaki geçecektir, adamı katladığınız yerden açıp doğrultun, yürüsün gitsin. Gidebildiği kadar...

Uzmanlar fazla zahmete girmeyelim diye ideal erkeğe bir de örnek göstermişler.

Christian Bale.

Bakın fotoğrafına, karar verin... İdeal erkek var mı yok mu etrafınızda.

Ve moralinizi bozmayın sakın.

Bu uzmanlar pek sebatkár olmuyorlar. Yarın bakmışsınız ölçüler değişmiş.

Gay ve lezbiyenlere özgürlük

Önümüzde seçim var. Vaatler başlar yakında. Şunlara ne dersiniz mesela: "Ülkede herkes zevk alarak yaşayacak."

"Maço kültürü yıkılıp çok daha özgür bir ülke yaratılacak."

"Gay ve lezbiyenlere daha fazla özgürlük verilecek."

"Çevre için politikalar üretilecek."

Olmadı mı?

Yabancı kaldı di mi?

Bizim duymaya alışık olduğumuz ve de kaldırabileceğimiz vaatler "lacivert"tir.

Ciddi! Ağırbaşlı!

Meydanlarda şu yukarıdakileri sıralayacak olan politikacının göreceği son seçim olur o seçim.

Sileriz adamı vallahi.

Bırakın lezbiyenlere özgürlüğü falan, Şebnem’e rozet taktığı için kendini savunmak zorunda kaldı Mehmet Ağar. "Haberim yoktu" gibi bir şeyler söyledi.

Fakat elalem bizim gibi değil.

Fransa’da biri çıkıp yukarıdaki vaatlerde bulunabiliyor.

Hem de bir kadın...

Hem de eski bir striptizci.

Hem de cumhurbaşkanlığına aday.

Bizde olsa, beklenen İstanbul depremi, Türkiye genelinde gerçekleşirdi herhalde.

Tamam, sözkonusu hanımefendiyi önümüzdeki günlerde Fransa’nın başında görmemiz kuvvetle muhtemel değil, ama adaylığı infial nedeni de değil. Hatta fazladan bir cesaret bulma durumu var ki kadın ortaya çıkıyor.

Bizde de cumhurbaşkanlığı seçimi Fransa’yla hemen hemen aynı tarihlerde yapılacak fakat kellifelli beyefendilerden "adayım" diyen biri çıkmadı henüz.

Anca hesap kitap yapıyorlar herhalde.

Ya da cesaretlerini toplayamıyorlar bir türlü.

Bakarsınız bu striptizci "hislerini açamayan, cumhurbaşkanlığını kalbine gömmüş" bizimkileri yüreklendirir biraz.

MIŞ MUŞ

Ünlü aktör Leonardo Di Caprio ve manken sevgilisi yanlışlıkla paparazzi dolu uçağa binmişler.

Paparazziler açısından tam "Allah verdi iki göz!" durumu.

Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Yeprem "Mortgage faizi caiz" demiş.

Bunların elinde "Büyük Din Kılavuzu" var galiba.

Malezya’da 1.8 km. uzunluğunda, dünyanın en uzun kebabı hazırlanmış.

Ayol yarısından sonra baş tarafından bozulmaya başlamıştır o! "Kebap baştan kokar!"

Türkiye’deki zenginlerin her biri, giyime ayda 16 bin 600 dolar harcıyormuş.

Güle güle giysinler diyeceğim ama gülmeye vakitleri yok; her parçayı giymeleriyle çıkarmaları bir oluyor hesaba göre.
Yazının Devamını Oku