15 Aralık 2007
Hani resim dersinde bir model oturtulur öğrencilerin karşısına... Ya da içinde çiçekler olan bir vazo konur...
Ama sonra görülür ki, sanki herkesin önüne başka bir model konmuştur... Kimsenin resmi kimseninkine benzemez.
Tıpkı o öğrenciler gibiyiz hepimiz, hepimizin karşısında. Sizi on kişiye sorsam, her biri başka birini tarif eder.
*
Herkes ama herkes "insan"dan şikáyetçi.
"İnsan"ın değiştiğinden, bozulduğundan...
Peki kim o bozulanlar?
Ben değilsem, sen değilsen kim?
"Trafik canavarı" gibi bir şey bu da!
*
Ben Cem Yılmaz’ı zeki ve komik bulanlardanım.
En son bir arıyı seslendirdiği filmle ilgili "Altı ay arılarla yaşadım" demesine bittim yine.
Bir de çocuklarla ilgili soruya verdiği cevaba... "Çocuklar hakkında bildiğim tek şey, yapması zevkli, bakması zor."
Hiç zorlama yok esprilerinde.
Ha "Mesaj şart!" diyenler var. Peki şu yukarıdakilerde mesaj yok mu yani?
"Sayılmaz" derseniz "sayılan"larından çok var etrafta. Ha bire duyuyor, okuyoruz. Okulda gibiyiz vallahi. Cem Yılmaz’ı izlerken "teneffüs"e çıkmış farz ediverin kendinizi.
*
Tuvaletlerdeki el kurutma makineleri kimin icadı acaba?
Zamanı bol olan birinin herhalde. Hem de sağır.
Elleriniz kurumak bilmiyor. Hadi sabrınız var diyelim, makinenin çıkardığı ses onyüzmilyon desibel!
*
Konu tuvaletlerden açılmışken...
Pedallı çöp kutularının her yerde daima klozetin arkasında bir köşeye konmasına ne diyorsunuz?
İki kişi girmek lazım içeri. Biri oturmuş "ritüel"i tamamlamaya çalışırken öteki klozetin arkasına dolanıp pedala basacak! Ya da akrobat olacaksınız!
*
Yılların hızla akıp geçtiğini Eurovision’dan anlıyorum.
Sibel Tüzün’ün, nakaratında fare görmüş gibi bağırdığı şarkısı daha dün gibi. Oysa bir de Kenan Doğulu devirmişiz de Mor ve Ötesi’ne gelmişiz!
*
Dağdan inmek, eve dönmek!
İyi fikir.
Ana-baba evini özlemeyen yoktur. Hepimiz bir yerlere gideriz ve döneriz.
Döneriz de... Üç-beş gün. Sonra yine "kaşınırız." Çağırır yine hepimizi bir yerler...
*
Ağlarını doldurmuş dönen bir balıkçı teknesi... Üstünde uçuşan onlarca martı... Fonda Boğaz yalıları ve koruluklar.
İşte size "Ölmeden önce gözünüzün değmesi gereken 101 görüntü"den biri. Belki de ilki.
*
Yağmur hiç bu kadar iyi gelmemişti İstanbullu’ya.
Allah sevindireceği kuluna eşeğini önce kaybettirir sonra buldururmuş!
Fakat bu yağmurlar ölmek üzere olan bitkinin can havliyle son kez çiçek açması gibi bir şey olabilir.
*
Bir gözlem... Naçizane.
Kocaları "çapkın" olan kadınlar ya çok açılıp saçılıyor ya da "hidayete eriyorlar." Tesettüre girmek değilse de namaza başlayanı çok gördüm.
Olduğu gibi kalan kadın pek az.
Açılıp saçılanların ne düşündüğünü anlamak pek zor değil de "hidayete erenler"inkini merak ediyorum.
Erkeğin ne de olsa dini bütün bir kadını incitmekten çekineceğini düşünüyor olabilirler mi?
MIŞ MUŞ
Ferdi Tayfur "60’ıma geldim, artık hayatımı yaşayacağım" demiş.
Bu, erkek dilinde "Yeni biri var" demek oluyor, biliyorsunuz.
İnsanlığın evrimi hızlanmış.
Dünyanın sonuna doğru atağa kalktı demek!
Düşen uçağın pilotu rotayı şaşırmış.
Aslında söylendiği gibi en güvenli ulaşım aracı uçak ama pilotlar olmazsa!
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2007
GÜZEL kızdı. Hani "selvi boylu", "kuğu boyunlu", "ceylan gözlü", "keman kaşlı" denen cinsten. Oyunculuğu da iyiydi. Kendisini pat diye bu işin içinde bulmasına rağmen bayağı oynuyordu.
Kalıcı olabilirdi sinemada. Ama hiç asılmadı işine. Belki de Türk sinemasının geçiş dönemine denk geldiği için. Sinemanın, Sultan’lar, Altın Çocuk’lar yarattığı dönem geride kalmıştı; iddialı genç yönetmenlerin festivallik filmleriyse henüz ortada yoktu. Devir şarkıcı-türkücü devriydi. Onların dışındaki oyuncular gölgedeydi, hikáyeler öylesineydi, falan filan.
Zaten o da o filmlerden birindeki partnerine, kızların konserlerinde kendini paraladığı bir şarkıcıya áşık oldu.
* * *
Evet, Necla Nazır’dan bahsediyorum.
O zamanlar onların yakınında bulunanlar anlatırlar, Ferdi Tayfur’la aşklarının "filmlerdeki gibi" olduğunu söylerlerdi.
Uzatmayayım, Necla Nazır "evinin kadını" olmayı seçti. Bir daha da kendisinden haber alamadık.
Pardon, aldık.
"Baş"ı haber oldu birçok defa.
Bir örttüğünü duyduk başını, bir açtığını, sonra yine örttüğünü... Bir ara peruk da taktı galiba. Son durumu bilen yok.
Bildiğimiz, 30 yıl sonra, geçtiğimiz günlerde Ferdi Tayfur’la ayrılmış oldukları.
Ayrılıkla ilgili tarafların söylediklerini, dedikoduları okuyorsunuzdur, burada onlardan söz edecek değilim, zaten pek de ilgimi çekmiyor.
Ama bana sorarsanız, böyle 30 yıl süren beraberliklerde ayrılığın sebebi falan yoktur. Şöyle söyleyeyim: "Ecel gelmiş cihane, baş ağrısı bahane."
Fakat kimse çıkıp da "Beraberliğimizin miadı doldu" demez tabii. Onun yerine herkesin bir hikáyesi vardır. Mesela, "Kuru fasulyeyi etli yap dedim, pastırmalı yapmış; sinirlendim, aldım ceketimi çıktım" gibi.
* * *
Olayın beni esas ilgilendiren yönü, Necla Nazır ve onun gibi, kendinden, işinden gücünden vazgeçip "bir erkeğin kadını" olmayı seçenler, 30 yıl sonra, 50 yaşını geçmişken tek başlarına kalınca ne yaparlar?
Ne yapacak şimdi Necla Nazır?
Nereden, nasıl başlayacak?
Elbet 30 yılını paylaştığı adam onu aç, açıkta bırakacak değildir ama bir adamın vicdanına kalmıştır bundan sonra nasıl bir hayat süreceği.
Üstelik belki de artık nefret ettiği, en azından sevmediği, bir arada olmaya dayanamadığı bir adamın... Ne acı!
Aşk iyi hoş da... Kadını hayattan silecekse eğer hiç olmasın daha iyi.
MIŞ-MUŞ
Yeni YÖK Başkanı türbana hoşgörülüymüş.Vallahi büyük sürpriz oldu bize!
Erdoğan, türbanlı olduğu için kürsüye çıkarılmayan kızdan sonra öğretmeninden dayak yiyen genci de telefonla aramış.Kendisine bir 900’lü hat mı tahsis etsek ne yapsak...
En iyi áşık İtalyan erkeğiymiş, Türk erkeği ise devamlı terliymiş.Bizimkiler "sıcak"kanlılığı fazla abarttılar belki de!
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2007
HİÇ duydunuz mu?<br><br>Bir kadına "kadın gibi kadın" dendiğini? Yani "adam gibi adam"a eş anlamlı olarak kullanıldığını duydunuz mu?
Yoksa, "işveli cilveli" olduğunu anlatmak için değil.
Ben duymadım.
"Kadın gibi kadın"ın nasıl olması gerektiğine dair kafamızda oluşmuş bir tarif olmadığından mıdır...
Belki de "adam gibi adam"daki "adam", "erkek" manasında değildir. "İnsan" kastediliyordur belki. Kadın da dahildir yani "adam"a. Fakat hiçbir kadını övmek gerektiğinde "adam gibi adam" dendiğini duymadım.
Şu da olabilir... Kadınların zaten tamamı tartışmasız "kadın gibi kadın" olduğundan kimseyi fazladan bu sıfatla taçlandırmaya gerek yoktur.
Veya toplumda bir beklenti yoktur. Yani kadından, güzel, genç, cilveli, işveli, seksi, alımlı olmasının dışında bir şey beklenmediğinden, e bunlar da başka türlü ifade edildiğinden, "kadın gibi kadın" tanımlamasına ihtiyaç duyulmamıştır.
Neyse uzatmayayım, geçtiğimiz pazar günü, kafamdaki "kadın gibi kadın"a uyan birine rastladım.
Vatan’da, Reha Muhtar’ın köşesinde, Gülşen Yüksel’in haberinde...
Konuya girmeden önce Gülşen Yüksel’e tebriklerimi göndermek isterim. Orada "konuk yazar" olarak gayet "mütevazı" dururken, daima ses getirecek konuları, insanları bulup çıkardığı için.
İşte orada rastladım Elif Pehlivanlı’ya.
Belki gazete köşelerinde tekrar tekrar adının anılmasından hoşlanmayacaktır ama ne kadar çok kişinin haberi olursa o kadar iyi bana göre. İki kişi örnek alsa kárdır.
Müzisyen Murat Yeter’le evlenmiş Elif Pehlivanlı. 5 yıl önce. Aşk evliliğiymiş onlarınki. Bir yıl önce de bir çocukları olmuş.
Tam o sıralarda Murat Yeter’in, şarkıcı Sıla’yla ilişkisi çıkmış ortaya. Kocasından öğrenmiş bunu Elif Pehlivanlı.
Burada araya girip Murat Yeter’in de "adam gibi adam" olduğunu söyleyebilirim. Dürüst davrandığı için.
Pehlivanlı durumu öğrenir öğrenmez hemen boşanmaya karar vermiş ve boşanmış.
Hiç bağırıp çağırmadan...
Kimseye saldırmadan...
Gerçeklere direnmeden...
Diyor ki, "Benim Murat’la yaşlanma hayalim vardı. Ama kimseyi zorla bir yere bağlayamazsınız ki. Benim için her şey çok güzel gidiyordu ama demek ki Murat için gitmiyormuş. Olacağı varmış, bu Sıla değil mıla da olabilirdi."
Size göre de "kadın gibi kadın" değil mi Elif Pehlivanlı?
İnşallah bu satırları okuyacağınız güne kadar geçecek iki günlük sürede yüzümü kara çıkaracak şeyler olmaz.
Gerçi "delirenler"i de ayıplamıyorum. İnsana has bir durum. Ama Pehlivanlı’nınki hakikaten bir meziyet ve çok az kadında var.
MIŞ-MUŞ
Belediye, kurbanlıkları, Mozart ve Beethoven dinletip rahatlattıktan sonra kesecekmiş.
Fakat bakmışsınız "koyun olalı böyle zulüm görmedik" deyip gönüllü olarak yatmışlar bıçağın altına.
Leonardo da Vinci’nin Arap olduğu iddia edilmiş.
Eğer öyleyse Araplar, dünyanın gözünde bir nevi genel affa uğrarlar vallahi.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2007
Ben bunu hep yapıyorum. Senede iki kere ev arıyorum.
Tıpkı "Leyleklerin göçü", "koyunların kuzulaması" falan gibi benim de "ev arama" zamanım var.
"Peki senede iki kere taşınıyor musun?" diyeceksiniz.
Hayır.
Hatta şöyle söyleyeyim, bir araştırma yapılsa, "aynı evde en uzun oturanların"ın bir listesi oluşturulsa (hani yapılıyor ya böyle mana yoksunu araştırmalar) listenin en başında yer alırım.
Alışkanlıklarımdan kolay kolay vazgeçemiyorum. E, ev dediğiniz de az buz alışkanlık yaratmaz insanda.
Tamam oturduğum evden vazgeçmiyorum ama ev arama huyumdan da vazgeçmiyorum. Demek bu da alışkanlık olmuş. Ruh durumuma göre bazen yatırımcı ruhum kabarıyor, bazen annemleşiyor "Dünyada mekan, ahirette iman" diye düşünüyorum...
Bazen deniz görmek istiyorum, bazen toprağa basmak...
Bazen "mahalle"de yaşamak ağır basıyor, bazen bir sitede güvende olmak...
Uzatmayayım bu naçiz yazarınıza senede iki kere emlakçılarla içli dışlı olmak kısmet oluyor.
Zaten konumuz da bu.
Emlakçılar yani.
Hani hep anlatılan bir şey vardır...Adamın biri deniz manzaralı diye götürüldüğü evin hiçbir yerinden denizi göremeyince, emlakçıya sormuş da, emlakçı karşı apartmanın penceresini göstermiş... Katiyen bir efsane değil bu.
Geçenlerde bir ev gezdim. Elbet deniz manzaralı diye. Fakat karşı apartmanın penceresinden bile göremeyince denizi... Emlakçı uzaktaki bina yığınlarının arkasında hareket etmekte olan, yaklaşık 10 santimetre uzunluğunda, düşey bir çizgiyi işaret etti.
Neymiş o dersiniz?
Bir gemi direğinin tepesi.
"Siz buna deniz manzarası mı diyorsunuz?" dedim.
"Şu anda Boğaz’dan bir geminin geçmekte olduğundan haberdar oldunuz mu olmadınız mı?" diye bir karşı soruyla cevap verdi emlakçı.
Düşününce, haklı!
Diyecek bir şey bulamadım. Daha doğrusu nutkum tutulduğundan...
Peki "yeşillikler içinde" deyince ne gelir aklınıza?
Bir heves düştüm yine bir emlakçının peşine...
Gide gide bir bodrum katına gittik.
Ve karşımızda yosun tutmuş bir istinat duvarı! Rutubetten...
Fakat adam yemin etse başı ağrımaz!
Yosun yeşil mi, yeşil!
İleride emlakçı anılarımdan bir kitap oluşturmayı düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2007
ŞU aldatma meselesi yine... Orada burada tartışılırken görüyorum ki çoğunluk, erkeğin "karda yürüyüp izini belli etmemesi" taraftarı.
Aldatan tarafın bu arzu içerisinde olmasını anlarım da aldatılan kadının da tercihinin bu olması biraz tuhaf kaçıyor. Neredeyse erkeğin bir meziyeti olarak görecekler bunu hatta.
Belki kocasına, "Bak falanca ne güzel karısına hiç belli etmedi, sen gözüme soktun!" diye sitem eden bile vardır, olabilir yani.
Geçenlerde bir manken, uzatılan mikrofona Hüsnü Şenlendirici’yi kastederek "Erkek olan çaktırmadan yapar" mealinde bir şeyler söylüyordu.
Öğrenmek işine gelmiyor kadının.
Rahatı kaçacak tabii, düzeni bozulacak...
İlişkinin duyulmasıyla erkek bir tercih yapmak zorunda kalacak ve belki de öteki tarafı seçecek...
Bir yandan da bir nevi "mahalle baskısı" oluşacak, "gururlu kadın" olup boşanması yönünde...
Falan filan.
Onun için "mümkünse haberim olmasın" diyor.
* * *
Benim içinse aldattığını "saklayamayan" erkek makbul erkektir.
Yüzüne gözüne bulaştıran...
Çünkü aldatmayı iş edinmemiştir.
Sahiden áşık olmuştur.
Başına "bir iş" gelmiştir... Beklemediği, hazırlıklı olmadığı...
Aldatmanın profesyoneli değildir, dolayısıyla zulada hazır stratejisi yoktur.
Kendimi "birinci kadın"ın yerine koyuyorum...
Evet, saklayamayan erkeği tercih ederdim.
"Enayi yerine konulma hali" ne kadar kısa sürerse o kadar iyi.
İdare edilmek... I-ıh.
"İkinci kadın" için zaten sevgilinin acemi olması yemeyip de yanında yatılacak bir durumdur.
Hüsnü Şenlendirici’yi acemilikle suçlayanlar var. Evet, suçluyorlar adeta. Herkes gibi saman altından su yürütmeyi beceremediği için.
Benimse alnından öpesim geliyor.
Acemi olduğu için...
Bocaladığı için...
İki kadını idare etme yoluna gitmeyip boşanmayı seçtiği için...
Ama bunu yaparken kimseyi incitmemeye çalıştığı için...
On üç seneye pat diye arkasını dönemediği için...
Eski günlerin anısına saygı duyduğu için...
İşler sarpa sarınca sevgilisini terk etmediği için...
Duygusal adam olduğu için...
Evet, gazetecilere saldırması bile duygularıyla yaşayan biri olmasından bence. "Siyasetçi" olsaydı yapmazdı bunu.
Kısaca...
"Yapsın ama bana hissettirmesin" diyen kadını anlayamıyorum.
"Yapan ve hissettirmeyen" erkeği sevmiyorum.
MIŞ-MUŞ
Greyfurt suyu öldürebilirmiş, bitkisel ilaçların hiçbir faydası yokmuş.Bu konuda "Bırakalım dağınık kalsın" kıvamına geldik artık.
500 bin yıllık kafatasımız olmuş.E, kafalarımız da pek yeni sayılmaz.
Kaddafi resmi ziyaret için gideceği Paris’e çadır kuracakmış.Köyden bulgurunu, biberini getiren adamı kimse ayıplamasın.
Fatih Terim’in maaşı Meclis’te tartışılmış.Aslında başka derdimiz kalmadığı için şükretmek lazım belki de!
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2007
Bazıları, Kürtlerden ne zaman laf açılsa sıralıyor... "Laz’ı var, Çerkez’i var, Gürcü’sü var..." Korkarım bir tarafın haksızlığını vurgulamaya çalışırken ötekileri coşturacaklar bir gün.
*
Sovyetler Birliği...
Bir nevi "kara kutu"ydu yıllarca.
Sonra açıldı kutu.
İnsan bazen keşke açılmasaydı diyor. Bir "kadınlar" çıktı içinden çünkü, bir de "mafya". Tolstoy’un ülkesi bunlardan ibaret olamaz elbet. Peki ama neden önümüzde hep bu iki fotoğraf?
*
İnsanoğlu sevdiğinden çok korktuğuna boyun eğiyor.
*
Isparta uçağının rotasında olmadığı belli oldu. Bunun sebebi, şu satırları kaleme aldığım sırada, henüz bilinmiyor. Fakat pilotun piste kestirmeden inmek istediğini söyleyenler var.
Eğer bu doğruysa... Demek pilot ya da şoför fark etmiyor.
Aklımız bir.
Türk aklı.
*
Kimbilir kaç kez uçtular...
Kaç kez başarıyla indirdiler o uçağı...
Kaç kez ustalıkla bertaraf ettiler bir sürü tehlikeyi...
Ama işte bir hata... Sildi süpürdü hepsini.
Ne acı!
*
Hayatını kaybeden genç kızların tabutuna duvak konur...
Bir genç kızın en istediği şey "gelin olmak" mıdır sahi?
İçinde bir tek bu ukdeyle mi gider kızlar?
Neyse, fazla kurcalamayalım "adettendir" deyip geçelim.
*
Kameralar, mikrofonlar "sabotaj" aracı gibi adeta.
"Ağzından çıkanı kulağı duyan" biriyken, birden saçmalayabiliyorsunuz.
Kameralar, mikrofonlar söylemek istediğinden ziyade aklından bile geçmeyeni söyletiyorlar insana çoğu zaman.
Hele acemilik de varsa...
Alp Nuhoğlu’nun başına gelen şey de budur belki. Yoksa üst üste bu kadar pot...
*
Bir mesele hakkında en doğru saptama, o meselenin içinden çıktıktan sonra yapılıyor galiba. Olayın kahramanıyken insanın söyleyecek çok şeyi oluyor belki, ama bunların pek azı doğru oluyor.
Gerçek için zaman lazım.
*
Bu kısa yazılar moda oldu farkında mısınız?
Çok da iyi oldu.
"Dolgu"dan kurtuluyor hem yazan, hem de okuyan.
Evet, çoğu zaman köşecilerin yaptığı şey aslında üç-beş cümleyle anlatılabilecek bir konuyu "bir köşelik" uzunluğa getirmek oluyor. Zaten okumaktan çok göz atmayı seven okur, okuyacağı varsa okumuyor "dolgulu" yazıları.
Uzatmayayım, bu kısa kısa değinmeler ilaç gibi gelebilir okura.
Bu tarzın öncüsüne buradan selam olsun!
"Pazar Notları"yla Haşmet Babaoğlu’nu...
"Çok Tuhaf Günlük"le Tuna Kiremitçi’yi de anmak lazım elbet. Ama o vazgeçti galiba.
Korkum, Haşmet Babaoğlu’nun da "suyunun çıktığı" gerekçesiyle vazgeçmesi.
Aman ha!
Sakın!
MIŞ MUŞ
Güzide Duran evlilik yolundaymış.
Fakat yol uzun, yoldaş dayanmıyor.
Boşanma, bir yerine iki hane ortaya çıkararak enerji tüketimini artırıyormuş.
"Aile birliği" umurunuzda değilse "enerji birliği"ni düşünün arkadaşlar!
Adamın biri ilk eşini öldürmüş, hapse girmiş, çıktıktan sonra yeniden evlenmiş, ikinci eşini dövmüş, dövülen eş kaçmış, adam bu defa kız kaçırmış ama kız geri kaçmış, adam onu da öldürmüş.
Ay havuz problemi gibi!
Bir giyim firması göbekli Türk erkeği için özel pantolon üretmiş.
Kadın görünce göbeği içeri ittiren bir şey herhalde.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2007
SANAT dünyasında, ustalaşırken bir yandan da insan olarak sadeleşen, sakinleşen birini bulmak çok zordur. Bırakın sanatçıları, sıradan kişilerin arasından da zor çıkar. Şener Şen bunu başaran az sayıda insandan biridir.
Nereden aklıma geldi şimdi Şener Şen?
Elele’nin bu ayki sayısında kendisiyle yapılan bir röportaj var...
Röportaj tehlikeli iştir. Bir bakarsınız "akım" derken "kakım" deyivermişsiniz... Örneği çok.
Fakat Şener Şen’seniz eğer bir tehlikesi yoktur elbet. Hatta bir cümlenizle, okuyanda, size selam ve sevgilerini yollama isteği uyandırabilirsiniz. Tıpkı şu anda bana olduğu gibi.
"Nelere şaşkınlık, sevinç duyarsınız?" diye sormuşlar Şener Şen’e.
"Siz benim için kaygılandınız galiba biraz" demiş.
Bittim buna.
Herkes "durulma"yı anlamaz sevgili Şener Şen!
Özellikle gençler... Anlasalar da "ununu elemek" olarak anlarlar. Onlar telaş içindeler henüz. Kim bilir nasıl bir yüz ifadesiyle, hangi "anlayamayan" bakışla sordu ki soran, Şener Şen o cevabı verdi.
Hoş sahiden...
Bir kısa soru, bir kısa cevap... Ama üstüne kitap yazılabilir bana göre.
Bir de kadın-erkek ilişkisiyle ilgili yorumu ilgimi çekti Şener Şen’in.
"İlk anlarda her iki tarafın da sakladıkları oluyor. Kendiniz de bilmiyorsunuz, olaylar karşısında yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Hálá kişiliğimde bilmediğim şeyler vardır benim, ancak onu ortaya çıkaracak bir olay olduğu zaman, ben de farkına varabiliyorum. E, hayat bitmiyor, ölene kadar araştırma, görme... Zaman geçtikçe ortaya dökülenler, artılar, eksiler... Son toplamda uyum devam ediyorsa ediyor, etmiyorsa bitiyor" diyor.
Ne doğru!
Çoğumuz hálá karşımızdakini didikliyoruz sadece. Kendimiz de varız işin içinde oysa, bunu atlıyoruz. Atlamasak bile "değişmez" sayıyoruz kendimizi. Sabit, statik...
Ne diyeyim... "İyi ki varsın Şener Şen" diyeceğim ama, bu lafın da içi boşaldı. Neyse o anlamıştır ne demek istediğimi.
Yüz bulmak
UÇAK kazasında hayatını kaybeden hostes Mümine Bulut’un cenaze töreninde, imam, yakalara iğnelenen fotoğrafları çıkarttırdı.
Sonra yine aynı kazada kaybettiğimiz Prof. Dr. Engin Arık’ın cenaze töreninde bir başka imam, Arık’ın tabuta dayalı çerçeveli fotoğrafını ters çevirdi.
Arkası gelir artık... Çorap söküğü gibi.
Biri işaret veriyor sanki. Bir orkestra şefi. Hop, kemanlar giriyor! Bir işaret daha... Nefesli sazlar devrede!
Bugün fotoğraflar ters çevriliyor, yarın bir işaretle kim bilir ne.
Bunlar münferit olaylardır belki ama bir de "yüz bulmak" diye bir şey var. Olan budur galiba.
MIŞ-MUŞ
Isparta’ya inerken düşen ve 57 kişiye mezar olan Atlasjet uçağıyla ilgili ön rapor açıklanmış:
Uçaktan kuleye bildirilen anormal bir durum yok.
Motorlar uçak çarpana kadar çalışmış.
İniş takımları açık.
Sabotaj yok.
Hava şartları çok uygun.
Isparta’da ILS bulunmamasının bu kazayla bir ilgisi yok.
"Pilot kestirmeden gitti" diye bir durum söz konusu değil.
"Yolcuların cep telefonu açıktı. Bu da uçağın göstergelerini bozdu" iddiası doğru değil.
Pilotlar yorgun değil.
Uçuş süreleri kurallara uygun.
Herhalde sonunda "Takdiri ilahi" diyecekler.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2007
BEBEK Bakım Merkezi...<br><br>Fırın seti... Tencere seti...
Ütü seti...
Çamaşır makinesi...
Nedir bunlar?
Oyuncak.
Kız çocukları için.
İnsanın bu yaşta bile alıp oynayası geliyor, çocuklar kimbilir nasıl deli oluyorlardır.
Fakat ben taktım bu oyuncaklara.
Çocukların eline bunları vermekle "ev kadını" yetiştiriyoruz, farkında mısınız?
Bir sürü şeyin temelinin çocuklukta atıldığını ben söylemiyorum, uzmanlar söylüyor.
Erkek çocukların silahla, tankla tüfekle oynamalarının sakıncalarından söz edilirken kız çocuklarının habire minik tencerelerde hayali yemekler pişirmesinin, bebeklerinin elbiselerini ütülemesinin bir mahzuru yok öyle mi?
Belki de kimse çocuğunun ev kadınlığına özenmesine karşı değil.
Buna "Allah’ın emri" gözüyle bakılıyor belki de.
"Oyuncakla oynasın oynamasın olacağı budur nasıl olsa."
Herkes böyle düşünüyor herhalde ki ayağına giyecek ayakkabısı olmayan çocuğun bile fincan takımı var.
Ya da kimsenin aklına gelmiyor.
Sahi bir ben miyim böyle düşünen?
Abartıyor muyum?
Belki de her şeyden etkilenen çocuk oyuncaktan etkilenmiyordur!
Ama sağduyum ısrarla haklı olduğumu söylüyor.
Çocuklara "Kadınlar yemek pişirir, ütü yapar, çocuk bakar" diyoruz. Üç yaşında başlatıyoruz provalara...
Bu devirde bile, eşit şartlarda çalışan karı-koca işten eve döndüğünde kadın doğru mutfağa, erkek televizyonun karşısına geçiyor. Çoğu evde böyle bu.
Durum kimsenin tuhafına gitmiyor.
En önemlisi kadın isyan etmiyor.
Üç yaşından beri tencere, bebek, ütü var elinde zira. Buna şartlanmış.
Bir sürü platformda kadının ev kadınlığına mahkûm edilmesi konuşulup tartışılıyor...
Meclis’te kadınlar sembolik olarak bulunuyorlar...
"Başarılı iş kadını" öyle olmayacak şey ki rastlandığında gazetelere konu oluyor...
Böyle bir sürü şey.
Nedir sebebi?
Minik tencerelerle ütülerin, bebeklerle biberonların hiç payı yok mudur?
Ev kadınlığı "tu kaka" değil elbet. Fakat mümkünse kadının tercihi olsun bu. Üç yaşından başlayarak buna şartlandırılmış olmasın hiçbir kadın.
MIŞ-MUŞ
Galler’de 63 yaşında bir adam, penisine 85 saatte "ejderha" dövmesi yaptırmış.
Sararmış bir gençlik fotoğrafı misali...
Avustralya 2010 yılından itibaren ampulü yasaklıyormuş.
Bizse 22 Temmuz’da gücünü 40 W’tan 60 W’a çıkardık.
Kanada’da bir adam otomobille seks yaparken yakalanmış.
Erkeklerin arabaları överken "kız gibi" demeleri boşuna değilmiş!
Yazının Devamını Oku