Pakize Suda

Erkek çocuğu gibi güvenmek!

27 Aralık 2007
BİR zamanların ünlü oyuncularından Mahmut Cevher, yine kendisi gibi oyuncu olan kızı, Binbir Gece’nin Füsun’u Yonca Cevher için, "Ben kızımı kız çocuğu gibi severim, erkek çocuğu gibi güvenirim" demiş. Bu daha önce başka bir "Türk büyüğü" tarafından ifade edilmiş ve literatüre geçmiş bir söz müdür, yoksa Mahmut Cevher’in buluşu mudur, bilmiyorum.

Kız çocuğu gibi sevmek, erkek çocuğu gibi güvenmek!

Neticede kim söylemişse ağzını öpmek lazım hakikaten!

Daha önce bu mealde çok şey duyduk ama bu konuda söylenmiş sözlerin en özlüsü bu!

Doğrusu bu "oturaklı" sözün bir röportajın satırları arasına sıkışıp kalmasına gönlüm razı olmadı!

Mahmut Cevher de razı değildir tahminimce. Ettiği lafın hayranı olarak ister ki daha çok kişiye ulaşabilsin!

Fakat kızı ne düşünüyor bilmiyorum. Babasına bir erkek çocuğu kadar güven vermenin mutluluğuyla uçup gitmiştir herhalde!

Bana gelince...

Kendimi tutamayıp bir veciz söz de ben etmek isterim.

"Kadınlık Mahmut Cevher gibi düşünen erkeklerin omuzlarında yükselecektir!"

Bilmiyorum oğlu var mı Cevher’in...

Yoktur büyük ihtimalle.

O da ne yapsın kızına erkek gibi güvenerek açığı kapatıyor!

Aslında bütün erkeklerin yaklaşımı üç aşağı beş yukarı budur. Bakmayın siz bazı baba adaylarının "Kızımız olur inşallah" falan dediğine... Onların da gönlünde erkek çocuk yatar aslında ama kız olması durumuna karşı bir nevi "yenilmiş" gibi olmamak için kız istiyormuş havası yaratırlar.

Ve kızları olur...

Ama onların kızı "başka"dır.

"Erkek gibi"dir onlarınki!

Güçlü, güvenilir...

Mesela, kızı lezbiyen olan bir babanın, oğlu gay olan bir babadan daha az üzüldüğünü düşünmüşümdür her zaman.

Nihayetinde kız hakikaten "erkek gibi" çıkmıştır!

Nah işte kadın sevgilisi bile vardır!

* * *

Mahmut Cevher’
in de kızı çok şükür "erkek gibi" oyunculuğun altından çıkmış, babasının yüzünü kara çıkarmamıştır!

Ya maazallah "kadın gibi" olup verilen rolü kıvıramasaydı?!

Allah herkese erkek evlat, hiç değilse "erkek gibi kız çocuk" nasip etsin!

MIŞ-MUŞ

ABD’de, 18 yaşın üzerinde 90 milyon "bekár kadın", evlilerin düzenine savaş açıyormuş.Biz onlara burada "ikinci kadın" diyoruz.

Büyük Okyanus’un güneyindeki Solomon Adaları’nın Adalet Bakanı sapıklıktan yargılanacakmış.Fena! Çünkü şimdi mecburen bizimkileri öpüp başımıza koyacağız.
Yazının Devamını Oku

Saf değiştiriyorum

25 Aralık 2007
BİR "üçüncü sayfa" haberi...<br><br>16 yaşında lise öğrencisi bir genç kız... Bir gün telefonu çalıyor, karşısında tanımadığı bir erkek...

Erkek de onu tanımıyor. Rasgele bir numara çevirmiş.

Tanışmış oluyorlar.

İki ay telefonlaşıyorlar.

Erkek, evli ve çocuklu. Buna rağmen kıza "Kaç gel bana" diyor.

Kaçıyor kız... Atlıyor otobüse, doğru erkeğin yaşadığı şehre...

Sonra... Sonrası aile, polis, küçük yaşta kızı alıkoymak falan filan.

Şimdi nedir bu?

Yani o yaşta bir kızı, evli bir adamın peşine takan şey?

Aşk?

Sakın, aslında bütün aşkların temelinde yatan şey, "şiddetli sevişme isteği" olmasın?

"Bunun için o telefonun gelmesi mi lazımdı?" diyeceksiniz.

E, düğmeye biri basacak elbet. Zamanın, zeminin denk gelmesi meselesi.

Kendinizi üçüncü sayfa kahramanlarından ayrı bir yere koymayın!

Hepimiz aynıyız aslında. Ha, karakolluk olmuyoruz belki ama kendi çapımızda saçmalıyoruz biz de. Aldatıyoruz, terk ediyoruz, sürünüyoruz, ağlıyoruz, zırlıyoruz, kendimizi hayattan siliyoruz, kırıyoruz, döküyoruz, türlü rezillik yaşıyoruz. En az otuz sene bizi "iptal eden" bir şey var hayatımızda kısaca.

Nedir bu?

Aşk!

Mı acaba?

Yoksa daha güçlü, daha başa çıkılmaz, daha baskın bir şey mi?

"Şiddetli sevişme isteği" mi?

Hani açlıktan sonra en şiddetli dürtü olduğu söylenir ya...

Yoksa aşk zaten bu mu demek?

Bakın, yeni bir şey söylemiyorum. Bir dolu insan bunu savunuyor zaten. Ve ben, bunca yıl sonra galiba saf değiştirmek üzereyim. Çünkü bakıyorum, bütün veriler o tarafı doğruluyor.

Mesela, 50 yaşını aşmış kadınlar neden "aşk" için olmadık işler yapmazlar?

Artık şiddetli sevişme isteği duymadıkları için!

"60’ını geçmesine rağmen evden kaçan erkeklere ne diyeceksin?" diye sorabilirsiniz. Onlarınki de "artık şiddetli sevişme isteği duymamak". Ama kadınlardan farklı olarak can havliyle yollara düşüyor onlar. Hani bir umut...

* * *

Gençler bizden daha dürüst aslında...

Kızıyoruz falan ama...

Canları sevişmek mi istedi, sevişiyorlar...

Bir hafta sonra başkasıyla mı, başkasıyla...

Gerçi onlar da itiraf edemiyorlar henüz. Onlar da hálá "aşk", "düzeyli ilişki" falan diyorlar yaptıklarına.

Öyle görmüşler, ne yapsınlar...

"Şiddetli sevişme isteğiydi bizimkisi" deseler olmayacak. "Aşk" diyorlar, akan sular duruyor.

MIŞ-MUŞ

Bayramda oteller boşmuş.

Fakat yollardaki konvoylara bakarsanız, demek herkes arabada yattı!

"Seni sevmiyorum" demek boşanma nedeniymiş.

Aslında daha çok karşı tarafın inadına yapışıp kalma nedenidir ama.
Yazının Devamını Oku

Cevap veriyorum

23 Aralık 2007
"BEN aydın, elli yaşında bir Atatürk kızıyım. Türban konusunda düşündüğümü sizinle paylaşmak istedim. Zaten başı örtülü olan kadınların ve genç kızların daha zarif ve güzel görünmek uğruna başlarını türbanla örtmeye başladıklarını düşünüyorum. Yani bir kadın olarak daha güzel görünmek içgüdüsü onlarda da devreye giriyor. Yoksa siyasal amaçla başörtü şekillerini değiştirdiklerini düşünmüyorum. Biz başı açık kadınlar güzel ve bakımlı görünmek için nasıl kuaföre gidiyorsak onlar da aynı amaç ile saçlarının arkasını kabartıp başlarını örtüyorlar" - Begüm. Doğrusu türban konusunda ahkám kesme durumunda olmadığımı düşünüyorum. Yani siyasi simge midir, değil midir...

Fakat şu konuda size katılıyorum: Türbanın başörtüsünden daha şık durduğuna. Altını çizerek söylüyorum, sadece görüntü olarak baktığımızda elbet. Ve illaki örtülecekse baş... Yoksa en şıkı saçların görünmesi bana göre.

Ama sahiden de başörtüsü, yani eşarbın üçgen katlanıp uçlarından çenenin altında bağlandığı örtünme biçimi, biraz "köylü" yapıyor kadını. Öteki daha havalı duruyor.

Fakat örtünen kadınların derdi bu mudur bilmem.

*

"Televizyon ve radyo gibi halka açık yayın kurumlarında, içeriklerinin kanunun 226. maddesine ters düşmesi nedeniyle Türk Halk Müziği başlığı altında yayınlanan iki türkünün yasaklanmasını ve bu iki türkünün yayınlanması halinde yayın kuruluşları hakkında gerekli soruşturmanın açılmasını saygılarımla arz ederim."

Yemeni bağlamış telli başına/Zülüfleri düşmüş hilál kaşına/Henüz girmiş on üç-on dört yaşına/Edalı, işveli köylü güzeli.

Türküde görüldüğü gibi 13-14 yaşına henüz girmiş bir kızı çocuğu hakkında cinsellik içeren bir çağrıştırma vardır. (Bunun yanında 18 yaşına girmemiş bir kişinin evliliği, kanun çerçevesinde zaten ikinci bir suç teşkil etmektedir.)

Daracık daracık sokaklar/Kızlar misket yuvarlar/Kızlara koca vermiyor/Kocaman kocaman karılar.

Oy farfara farfara/Ateş düştü şalvara/Ağzım dilim kurudu/Kız yalvara yalvara.

Bu türkü sözlerinde de sokakta misket oynayan kız çocukları üzerinde cinsellik çağrışımı vardır ve açık olarak türkünün ana bölümünde şalvara ateş düşmesinden bahsedilmektedir. Bu satırlarda belirli bir yaş belirtilmemiş olmasına rağmen misket oynama yaşının 18 yaşından küçük olduğu düşünülecek olursa bu türküyü yayınlayacak kuruluşların kendilerin savunma olanağını ortadan kaldırır. - Atilla.

Siz "şaka" mısınız?

Ben RTÜK Başkanı mıyım?

Bütün türküleri taradınız mı?

Çıka çıka iki "ahlaksız türkü" mü çıktı?

Maazallah gözünüzden kaçanlar olmasın?

Ne dersiniz, memleketin namusunu kurtarmak için hálá umut var mı?

Yıllarca bu iki türküyü sahnelerde söylemişliğim var, "suça yataklık" yapmış olmayayım?

Miskette yaş sınırı var mıdır?

Bakın şimdi beni de işkillendirdiniz... "Daracık daracık sokaklar"la nereye atıf yapılmaktadır?

Beyefendi, siz sahi ciddi misiniz?

*

"Hangi ara havacılık eğitimi aldınız da havacılık hakkında bilgileri köşe yazınızda bizlerle paylaşıyorsunuz? -
Okan

Sizi duyan da uçuş eğitimi verdiğimi zannedecek! Alt tarafı uçağın düşüş nedeni üstüne (elbet yetkililerin açıkladığı) bir yorum yaptım.

*

Saygıdeğer Pakize Hanım, yazılarınızı zevkle okuyorum. Sizden bir ricada bulunacağım, bana bir adet imzalı fotoğrafınızı gönderirseniz çok sevinirim. Saygı, selamlar"
- Hasan

Hálá mı?

Yani ünlülerin birer efsane olduğu yıllarda anlaşılır bir şeydi bu fotoğraf mevzuu ama artık... Onun yerine yarın ekrandan hatırınızı sorup bir öpücük yollasam daha havalı olmaz mı sizin için?

Sonra fotoğraflar artık sizin bildiğiniz fotoğraf değil. Burnuyla gözünüzün yerini bile değiştiriyorlar adamın. Bir bakmışsınız elinizde ben diye tuttuğunuz, tanımadığınız bir kadının fotoğrafı!

Vazgeçin bu sevdadan Hasan Bey!

MIŞ-MUŞ

Dışişleri, Fazıl Say’ın gönlünü almış.Gördünüz... Ağlamayan çocuğa meme yok!

Atatürk’ün Galatasaraylı, Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı olduğu iddialarından sonra şimdi de Trabzonsporlu olduğu iddia edilmiş.Anlaşılan o ki Atatürk aynı zamanda iyi bir "siyasetçi"ymiş.

Beynimizin sadece yüzde 10’unu kullandığımız bilgisi yanlışmış.Tamamı bu mu yani şimdi?
Yazının Devamını Oku

Hayat hafızasız

22 Aralık 2007
İnsan güneş misali...<br><br>Her sabah yeniden doğmak durumunda. Yeniden çalışmak, yeniden üretmek, sevdiğini yeniden ispat etmek, iyi olduğunu herkese yeniden göstermek, yeniden güzel görünmek, yeniden vatanı sevmek, yeniden dürüst olmak zorunda.

Bütün bunları dün, önceki gün, daha önceki gün, 20, 30, 40, 50 yıldır yapıyor olması hiç önemli değil.

Hayat hafızasız.

Yüreğinize su serpilsin ister misiniz?

Buyurun o halde!

Siyaset bilimcisi Cemil Oktay, Taraf’ta Neşe Düzel’e ne demiş bakın:

"Toplum ahtapot gibi hareket eder. Ahtapot gibi kolları sağa sola, öne arkaya doğru gider ve belirli şekilde de yol alır."

Yani "muhafazakárlaşma"ya fazla takılmayacaksınız. Toplum modernleşme yolunda ilerlerken muhafazakár değerleri kullanıyormuş sadece. Olan buymuş.

Böyle şeyler duymaya ihtiyacımız var, iyi geldi doğrusu.

Uzaktan gördüğünüz, hiç tanışmadığınız birini sevdiğiniz olur mu sizin de?

"Müziğini, oyununu, şiirini sevdiğiniz sanatçıya hayranlık duymak" değil dediğim... Bunun da etkisi vardır elbet, ama benimki daha çok aileden birini sevmek gibi bir şey.

Zaman zaman kanım ısınır birilerine... Bennu Yıldırımlar onlardan biri mesela. Hani Yaprak Dökümü’nün Fikret’i.

Irak deyince aklıma, içinden dumanlar yükselen yanmış, yıkılmış binalar gelmese de artık, buna yakın bir fotoğraf var kafamda.

Daha doğrusu işgalin, temel ihtiyaçlar dışında hayatı durdurduğu kanısı...

Ne ahmakça düşünceymiş meğer!

Kültür Bakanlığı’nın açtığı ve 307 tasarımcı ve terzinin çalıştığı atölyede geleneksel antik Mezopotamya giysileri yeniden hayat buluyormuş Irak’ta.

Şartlar ne olursa olsun hayat hiçbir alanda durmuyor demek. Ne güzel!

Herkes gibi ben de savaşırken ölen gençlere üzülüyorum. Dünyanın neresinde, hangi milletten olurlarsa olsunlar.

Fakat bir inanç uğruna değil de sırf mecbur olduğu için savaşan ve ölenlerin durumu daha da yürek paralayıcı galiba.

Düşünsenize... Ölümü hiç düşünmüyor... Bütün planlarını yaşamak üzerine kurmuş... Yeni evlenmiş... Çocuğu olmuş...

Ölümü kimse düşünmez elbet ama "göze almak" vardır en azından. Gönüllüdür insan savaşmaya. Yani savaşmayı seçmiştir bir şekilde. Bir şeyler uğruna. Ama öteki... Sırf sırası geldiği için, sadece görev icabı, öyle pat diye...

"Kuzey Irak bizim için BBG evi gibi"

Asker bizim askerimiz elbet.

Uzaydan gelmedi.

Fransa’dan ithal de değil.

Elbet "dil"imiz de bir olacak.

Nedir bizim dilimiz?

Magazince!

Bazen televizyon programıyla bu köşeyi bağdaştıramayanlar çıkıyor...

Şöyle söyleyeyim... Hemşiresiniz diyelim, serum da takar lavman da yaparsınız di mi?

Siz de bir teorisyensiniz!

Eğer şu hayatta bir sevgiliniz varsa, en az bir adet komplo teoriniz vardır mutlaka!

Ve sonunda gerçekler değil bu teoriler bitirir ilişkinizi.

MIŞ MUŞ

İnsanoğlu fiziksel kapasitesinin yüzde 99’unu kullandığı için 2060’tan sonra sporda dünya rekoru kırılmayacakmış.

Bizimkiler o kapasiteyi kullanalı epey oldu.

Manken Nilay Dorsa "2008’de aşk istiyorum" demiş.

Noel Baba’ya haber verin!

Ankara’da bir adam internette chat yapan eşini öldürmüş.

Teknoloji bütün dünyada hayırlara vesile oldu, biz hariç!
Yazının Devamını Oku

Gitme!

20 Aralık 2007
SANKİ Fazıl Say referanduma sundu...<br><br>"Gideyim mi, gitmeyeyim mi?" Ben de oyumu kullanayım bari.

Gitme!

Aslında Fazıl Say açısından bakınca gitse daha iyi olur elbet. Dişinden, kuşundan ziyade sanatıyla ilgilenenlerin yaşadığı bir ülkeye yerleşse...

Fakat bu bizim tarih boyunca çeşitli sebeplerle kaçırdığımız kaçıncı "değer" olur bilmiyorum.

"Gitme" deyişim de bundan zaten. Fazıl Say kalsın bari elimizde. Yoksa ben gitmelerin ya da kalmaların niyeti bozuklar üzerinde pek etkili olacağına inanmıyorum.

Zaten o da gideceğinden değil...

Hem ne yani... Her yolu denemiştir de bir tek gitmek mi kalmıştır?

Veya gitmesiyle burada birtakım şeylerin düzeleceğine mi inanmaktadır?

Ya da paçasını kurtarmayı mı düşünmektedir?

Hiçbiri değil herhalde.

Sadece Fazıl Say isyanını böyle dile getirmiştir bana göre.

E, bu da bir yoldur ve susup oturmaktan iyidir.

* * *

Fazıl Say’ın gerekçelerini çok şahsi bulanlar var.

Mesela bir eserinin sansür edilmesini hiç unutamamış Say. Gitmek istemesinin nedenlerinden biri bu.

Evet, başka sansürlere, yasaklara isyan etmek gelmemiş aklına... Ama kim için yapıyor olursa olsun bunu, neticede bir zihniyete karşı çıkmıyor mu? "Bana iyi bir yerde bir benzin istasyonu arsası vermediniz!" demiyor ki!

Çankaya’ya davet edilmeme meselesi var bir de.

Haksız mıdır alınmakta?

Komşunuz, oğlunun düğününe çağırmasa bir daha yüzüne bakmazsınız.

Çankaya’daki davetlerde ortalık "sanatçı" kaynarken Fazıl Say’ın orada olmaması sizce de tuhaf değil mi?

Bakın "Falanca bile davet ediliyor" demeyeceğim. Çünkü kafamda "Çankaya’ya davet edilmeye layık olanlarla olmayanlar" diye bir liste yok.

Ama yetkililerin elinde var belli ki. Olsun.

Buna bir şey demiyorum, sadece kriter nedir onu merak ediyorum. Düşünüyorum, düşünüyorum Fazıl Say’ı dışarıda bırakan bir "kriter" gelmiyor aklıma. Ha kendisini tanımıyor olabilir Çankaya’dakiler!

* * *

Ama her şeye rağmen Fazıl Say bir yere gitmesin!

Kimse gitmesin!

Hele başbakanlar, cumhurbaşkanları hiç gitmesin!

Çünkü Fazıl Say gittiği yerde aslanlar gibi piyanosunu çalmaya devam eder ama başbakanları başka yerde başbakan yapmazlar.

Üzülürüz vallahi!

MIŞ-MUŞ

Erdoğan "Hukuk er veya geç herkese lazım olur" demiş.

Teori sular seller gibi!

Kültür ve Turizm Bakanı Günay "Fazıl Say’la görüşebiliriz" demiş.

"Sen de geç bu tarafa, çok rahat ediyor insan" mı diyecek artık...
Yazının Devamını Oku

Yaptığımız, filmin sonunu söylemek

18 Aralık 2007
KADIN-erkek ilişkisine dair kaç köşe yazısı, kaç kitap yazılmıştır bugüne kadar?<br><br>Neden soruyorum?.. Hani moralleri bozmaya tam olarak muvaffak olmadıysak, devam edelim diye!

Hálá kadını erkekten, erkeği kadından, ikisini birden aşktan soğutamadıysak çalışmalarımızı sürdürelim!

Hakikaten bu aşk meşk işlerini artık ciddiye alan kalmadıysa, bunda bizim de payımız büyüktür diye düşünüyorum.

Bir şeyi kırk kere söylersen olurmuş! Biz dört koldan "Nasıl olsa bitecek" diye diye onlar "Nasıl olsa bitecek" diye başlar oldular.

Yaza yaza aldatmayı normalleştirdik mesela.

Hele şu "Aşkın ömrü 3 yıl" tespiti...

Üç-beş ay kala pipiriklenmeye başlıyor taraflar. Birbirlerini kolluyorlar. Bitmeyeceği varsa gerilimden bitiyor.

Felaket tellalı gibiyiz.

Düşünüyorum da... Annemlerin kuşağını...

Neydi mutluluklarının sırrı diye...

"İlişki gurusu" yokluğuydu herhalde.

Hayır, misal direkt "erkek aldatır" demek de gerekmiyor moral bozmak için...

"Erkeğin aldattığı nasıl belli olur?"

"Erkeği elde tutmanın yolları."

"Aldatılan kadın neler yapmalı"
dediniz mi... E, arif olan anlıyor elbet.

Üstelik bir tek bunu anlıyor. Mutlak aldatılacağını yani. Gerisi fasa fiso. Yani erkeği elde tutmanın yollarını falan öğrenebilen yok.

Ki elde duran adam yok.

Bakın yine sapıttım!

Günah çıkarayım derken, bir günaha daha girdim.

Siz bize bakmayın!

Aslında niyetimiz kötü değil. Bütün çabamız tecrübelerimizi size aktarmak suretiyle şahane ve uzun ömürlü ilişkiler yaşamanızı sağlamak. Bize rağmen son yıllarda boşanmaların artması, aldatmaların çoğalması, ilişkilerin iki gün sürmesi falan tamamen tesadüf!

Dediğim gibi, iyi niyetliyiz.

Şöyle söyleyeyim, yapmak istediğimiz şey karşı yönden gelmekte olan sürücüleri radar konusunda uyarmak gibi bir şey. Hani selektör yaparız ya yollarda birbirimize...

İstediğimiz bu, fakat yaptığımız sinemanın kapısına dikilip herkese filmin sonunu söylemeye benziyor daha ziyade.

MIŞ-MUŞ

Erdoğan, "Büyümede sendeledik" demiş.Bir de "Başbakan argo konuşuyor" dersiniz, bakın tam yeri gelmişken "Çuvalladık" demiyor!

Türk işadamları, Hazar Denizi kenarına tatil köyleri kuracaklarmış.Bir tane de "Canına okunmadan gidip görülecek yerler" listesi yapılmalı acilen!

Üst gelir grubu yılbaşı kostümü, düşük gelirliler bayramlık alıyormuş.İllaki bir vesileyle bölüneceğiz!
Yazının Devamını Oku

Herkes çok "Merhametli"

17 Aralık 2007
Aslında herkes "iyi"yi, "kötü"yü biliyor.<br><br>Yani nasıl "iyi insan" olunacağını. Şöyle söyleyeyim, bugüne kadar röportajını okuyup da hayranlık duymadığım biri olmadı mesela. Ki çoğunu tanırım. Yani o röportajdaki kişiyle uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını bilirim. Fakat öyle sunarlar ki kendilerini, kendimi kaptırırım işte. Kimbilir siz...E, maksat da bu zaten.

Herkesin derdi "mükemmel görünmek". Yoksa "mükemmel olmak" değil.

Tıpkı çoğumuzun ev halinin göreni şaşırttığı gibi. İçimizin de "ev hali" var. Bir tek çok yakınımızdakiler biliyor.

***

Bu dediğim, hepimizin öteden beri bildiğimiz şey. Beni şu satırları yazmaya iten şeyse Taraf gazetesinin her gün bir ünlüye yönelttiği 20 soru. Okudukça tetikleniyorum anlayacağınız. "En kötü huyunuz?"a biri de çıksın, hadi "Yalan söylerim"den vazgeçtim, "Kıskancım" falan desin bari!

Hayır!

Herkes "Çok merhametli", "Çok dobra"...

Aslında "Kardeşim soruyu anlamadın galiba!" diye çıkışmak lazım.

Ama kimse yapamıyor.

Çünkü hepimiz aynıyız, kim kimi düzeltecek. Fakat başta dediğim gibi herkes biliyor nasıl "iyi" olunacağını. Belki sırf "görünmek" de değil sahiden de "olmak"da istiyor ama ne yapacaksınız insanın doğası bu değil. "Eşyanın tabiatına aykırı" bir durum kusursuz olmak.

Belki de imtihan denen bir şey vardır sahiden. "Bütün zaaflarını yenebilen kazanıyor!"

Kimbilir...

Şimdilik yenmiş görünmekle idare ediyoruz. Önemli olan bıraktığımız intiba!

***

Alın işte bir soru daha:

"Size keyif veren EN KÖTÜ huyunuz?"

"Sigara", "Kola",...

Biraz daha samimi olanlar "Çok konuşmak" falan diyor...

Fakat "en samimi" bu naçiz yazarınız. "Dedikodu" demiştim övünmek gibi olmasın!

Ben kendime "samimi" diyorum ama siz bana "enayi" diyebilirsiniz elbet!
Yazının Devamını Oku

19 yaşında isyanı bilir insan

16 Aralık 2007
GÜNLERDİR Ferdi Tayfur’la Necla Nazır’ın durumunu tartışıyoruz. Hepimiz yargıcız!

Hepimiz savcıyız!

Ah ne yazık onlara ki düştüler bir kere dilimize!

Bu ülkede insanın başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri de budur. Bir kez yakalandınız mı artık... Dua edeceksiniz ki arkanızdakine sıra çabuk gelsin!

19 yaşında bir kız yemek masasında babasıyla yalnız onları ilgilendiren bir konuda tartışıyor... Herkesin evinde her zaman olabilecek bir şey yani. Ama başkasınınki o masada kalırken onların meselesi şimdi bütün Türkiye’nin dilinde. Ne yapalım ki durum budur.

*

Annesiyle babasının "evli" olmayışından rahatsızmış Tuğçe. Arkadaşlarına ne diyeceğini bilemiyormuş.

Haklıdır da...

Bu olanlardan sonra ne düşünüyor acaba?

Yağmurdan kaçarken doluya tutuldu kızcağız.

Şimdi 30 yılın ortaya saçıldığına mı yansın...

Yıllar öncesinde hesabı kalmış bir ilişkinin (şu mezar mevzuu) hesabını sorarken karşısına yeni ilişki iddialarının çıkmasına mı...

Bir imzanın eksikliğine yerinirken annesiyle babasının arasında başka şeylerin de eksilmiş olduğunu gördüğüne mi...

Büyükler her şeye şerbetlidir de olan Tuğçe’ye oldu bu olayda.

Üzüntüde Tuğçe’den aşağı kalmayacak birileri daha var asılda.

Hepimizin göz ardı ettiği...

Belki de artık büyüdükleri için, bir zamanlar onların da ne kadar acı çekmiş olabilecekleriyle kimse ilgilenmiyor. Ferdi Tayfur’un diğer iki kızından söz ediyorum.

Bir genç kız 30 yıldır nikáh bekleyen annesine ne kadar üzülüyorsa onlar da 30 yıl kocasının eve dönmesini bekleyen annelerine o kadar üzülmüşlerdir herhalde.

Beklememiş midir Zeliha Bayburt?

Bir umudu olmasa çoktan rest çekip boşanmaz mıydı?

Ha, Anadolu’da gelenekler izin vermiyor buna elbet.

Tamam... Öyle olsun.

Ama bu daha da kötü çocuklar açısından. Demek o çocuklar babalarından ayrı düşmenin yanı sıra başka hayat kurmasına izin verilmeyen bir kadının dramına da şahit oldular yıllarca.

Tuğçe babasının yanındaydı hiç olmazsa.

Ferdi Tayfur kendince adaleti sağladı demek!

Bir tarafa nikáhını hediye etti, öteki tarafa kendisini!

Bilmiyoruz kuru nikáh ne işlerine yaradı o kızların... Hiç ortaya çıkıp konuşmadılar. Tuğçe de sormayı akıl etmemiştir herhalde ablalarına bunu. E, normaldir. O daha 19 yaşında... İnsanın o yaşlarda en iyi bildiği şey, isyan etmektir. Ve yalnız kendini düşünür.

MIŞ-MUŞ

Ferdi Tayfur artık hayatını yaşayacakmış. Siz şu hikáyeyi bilir misiniz... Kadının biri çocuklarına dert yanıyormuş: "Ahmet, Mehmet, Ali, Veli, iki de ondan evveli, anneniz koca mı gördü?"

Japonlar genleriyle oynayarak "kediden korkmayan fare" üretmişler.Bunların artık kendi genleriyle oynayıp "üretmeyen Japon" üretmeleri kaldı bir tek!

Eurovision, Meclis’te de tartışılmaya başlanmış.E, bilmez misiniz bu bir Türkiye klasiğidir; Eurovision her sene bütün Türkiye’de, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde ve bütün temsilciliklerimizde tartışılır.
Yazının Devamını Oku