18 Mart 2009
GAYRİRESMİ Tarihçilik’in fantirifitton yazıcılarına göre ne Çanakkale Savaşı ne de Kurtuluş Savaşı olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’na sokmayarak Türklük’ün erkekliğini iğdiş eden (!) İsmet Paşa da bir üfürükten ibarettir: Birinci ve İkinci İnönü Savaşları olmamış, bu olmamış savaş olurken İsmet Paşa sağırı bir samanlığa saklanmıştır.
"Çanakkale Şehitlerine" adlı muhteşem eserinde "Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi" diyen Mehmet Akif Ersoy da resmi tarih görüşünün tuzağına düşmüş olmalı.
Ölümlü insanlar "Bedr’in arslanları" ile mukayese edilemeyeceğine göre, Akif acaba ne demek istiyordu?
TIRIVIRI MÜSLÜMAN MI
Tabii, toptan inkárcılardan daha insaflıları da vardır: Onlara göre, Çanakkale Zaferi diye bir şey vardır ama bu savaşı fani askerler değil, ölümsüz evliyalar yapmış, savaş bu evliyaların yüzü suyu hürmetine kazanılmıştır.
"Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi."
Askerler dini bütün Müslüman olmasa idiler, bu olmadığı iddia edilen Çanakkale Savaşı kesinlikle kazanılmazdı, Çanakkale Zaferi diye bir şey olmazdı.
Peki ama değerli biraderler, faziletli hemşireler! Müstevli Hıristiyan kuvvetlerindeki Hindistanlı, Afrikalı Müslüman askerler neyin nesi oluyordu acaba? Onların Müslümanlığı bizimkilerinki kadar geçerli değil mi, tırıvırı Müslümanlık mı?
Belki de Halife Efendimizin, Osmanlı Sultanı’nın "cihat" çağrılarını ters anlayıp, Osmanlı’nın saflarında savaşa gireceklerine sömürgeci-emperyalist efendilerinin emir ve komutasında Müslüman Osmanlı askerlerine saldırdıkları için Allah tarafından cezalandırılmışlardır. Allah kimseyi şaşırtmasın!
ŞEHİTLİK PATENTİ
Çanakkale Savaşı’nda kim demiş sadece Türkler, Türk yedek subaylar, Türk üniversiteliler, tıbbiyeliler öldü diye! Yüz binlerce medrese talebesi, binlerce medrese hocası da birer gerçek "Bedr Arslanı" olarak öldü. Şehitlerin "Alameti Farikası"nın sadece Türk olduğunu kim söylemiş? Bakın şehit mezar taşlarındaki yazılara, kaç tanesi Diyarbakırlı, Bitlisli, Vanlı? Yani Kürtler de, Lazlar da, Araplar da, Gürcüler de, Boşnaklar da öldüler ve şehit oldular!
Bu sözlere kimsenin itirazı olamaz! Böyle bir iddia ve itiraz da yok zaten!
Ama var! Ülker İnce "Peki Çanakkale’de hiç Pomak şehit olmamış mı?" diye soruyor.
Şehitlik patentinin sadece (epeycesi dönme soylu) Türk kökenlilere ait olduğunu kimse ileri sürmedi, sürmez! Üstelik Çanakkale’de Rum ve Ermeni Hıristiyanların da şehit olduğu yazılır. Yukarıda "ironik" olarak yazdığım cümlelerin faillerinin (öznelerinin) bir başka hesapları ve fesat kumpasları vardır.
OLMADIĞINA İNANIYORUM!
Aynı fesatçılar biraz sonra "Olmayan Çanakkale Savaşı" zaferinden pay isterler ve sorarlar: Çanakkale’de kanlarını döken şehitlerin torunları neden dinlerini şeriata göre özgürce yaşayamıyor? Çanakkale’de bunca şehit veren Kürtler kurucu unsur olarak neden Anayasa’da yer almıyor? Çanakkale Savaşı’nın olmadığına giderayak ben de inanıyorum!
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2009
ADAM çıkmış televizyona, "Yeni Türkiye!" diyor, "Yeni Türkiye’de şunlar olacak, bunlar olmayacak!" diyor. Ne tartışmayı yöneten televizyon görevlisi, ne de tartışmaya katılanlar, "Kardeşim sizin ’Yeni Türkiye’den murat ettiğiniz de nedir?" diye sormuyor.
Adamın "Yeni Türkiye" dediği, yeni bir Yeni Türkiye Partisi’nin önerdiği program ve bu programın tasarladığı yapılar değil. Bugünkü gibi olmayan bir başka Türkiye.
Bu Türkiye nasıl olacak, "Yeni Türkiye’den murat ne?"
KÜRT BAĞIMSIZLIĞI
Şimdilerde usuldan usuldan seslendirilen ve emperyalizmin tasarladığı "şey" bakın ne ve nasıl olacak:
Bu Türkiye, Anayasa’nın ilk dört maddesinde tanımlanan Türkiye değil, laik olmayan, üniter olmayan bir Türkiye!
Kürtçülük artık akıl hocalarının (ABD, AB ve bağımsız olarak İngiliz emperyalizmi) tasarladığı, Irak’ın Kürt bölgelerini de içine alan bir Türk+Kürt federasyonu. Çünkü çatışma yoluyla kazanılan bir Kürt bağımsızlığı, sözünü ettiğim emperyalizmin işine yaramaz.
Kürt bağımsızlığı için yapılacak bir referandum da emperyalizmin kesinlikle işine yaramaz. Çünkü Türkler "ayrılma" konusunda olumlu oy verebilirler. Artık sabırları iyice taşmış durumda. Şu anda, ABD’nin Irak’tan çekilmeyi tasarladığı perspektif içinde, emperyalizm sonucu belirsiz bir referanduma cesaret edemez.
EMPERYALİST KUMPAS
İslamcı ve Kürtçü politikaların Türk+Kürt Federasyonu’na karşı çıkacağını sanmam. Çünkü emperyalizm de, İslamcılar ve Kürtçüler de Lozan’ı fiilen ortadan kaldıracak bu çözümlü oluşum için, sanırım, hevesle taraftar olacaklar.
Lozan’ın ortadan kalkması, Kemalist Cumhuriyet’in sona ermesi ve bir Yeni Türkiye’nin kurulması, emperyalizmin ve emperyalizmin güttüğü İslamcı ve Kürtçü kumpasın tasarladığı fesat, tarafların yüz yıllık hayalleriyle de örtüşür.
Sözünü ettiğim "adam" ve "adamlar"ın sözünü ettiği işte böyle bir Türkiye!
TUTKALLI İLKELLİK
Sunulduğunun ve savunulduğunun aksine, bu çözümün ne demokrasiyle, ne insan haklarıyla ve ne de çoğulculukla hiçbir ilişkisi yok. Sonuçta, ilkelliğin Japon tutkalıyla yapışık olduğu ilkel yapılar yani Kuzey Irak ile Doğu ve Güneydoğu’ya egemen olan feodal aşiret yapısı ortadan kalkmayacak. Bu böyle bir çözüm isteyenler için hiç de önemli değil: Türk bölgesi sözde demokrasi ile Kürt bölgesi ise gerçek aşiret feodalizmiyle yönetilebilir. Altı kaval, üstü şeşhane bir yapı!
Şu anda bu politika çaktırmadan yürürlüğe konuluyor ve 29 Mart seçimleri bu planın tasarlanan ilk plan uygulaması. Kazara AKP bu yerel seçimde yüzde 50’nin üzerinde oy alırsa, ilk işi Anayasa’yı bu planın hesaplarına uygun şekilde değiştirmek olacaktır.
Bu nedenle 29 Mart yerel seçimleri sıradan bir seçim değil, Türkiye’nin geleceğinin terazide tartılacağı bir seçim. Gene bu nedenle "Yeni Türkiye"den söz edenlere "Nasıl bir Yeni Türkiye" sorusunu sormak, ülkeyi içinden çıkılmayacak bir kaosa sürükleyecek olan bir seçimde AKP ve DTP’ye oy vermemek zorundayız. Ben üzerime düşeni yapıyor ve tehlikeyi yüreğim kan ağlayarak haber veriyorum!
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2009
BU yazıyı İstanbul’da, 13 Mart günü yazıyorum. Şu anda ya Kahire’de ya da İskenderiye’de olabilirim. İskenderiye benim için Konstantinos Kavafis ve Ülker İnce’nin çevirdiği Lawrence Durrell’in "İskenderiye Dörtlüsü"dür. Kentleri kitaplarla birlikte severim!
Günlerden 15 Mart 2009, Pazar. Biraz sonra okuyacağınız, Kavafis’in 1911’de yazdığı şiirinin adı "Mart’ın İdus’u".
"İdus" Roma takvimine göre 15 Mart. Bir káhin MÖ 44 yılında Julius Caesar’a Mart’ın İdus’undan kendini sakınmasını söylemeye çalışmıştı. Sofist Artemidoros ise Brutus ile Cassius’un suikast girişimini haber vermeyi başaramamıştı.
* *Ê *
Yüceliklerden kork, ey ruhum,
ve yenemiyorsan tutkularını eğer
kuşkuyla ve sakınarak gizle onları.
Ve ne kadar ilerde yürürsen
O kadar uyanık ve dikkatli davran.
Kendi doruğuna erişip de Sezar olduğunda artık;
ünlü bir insan kalıbına girdiğin zaman,
işte asıl o zaman dikkatli ol,
egemen ve herkesin baktığı biri olarak
çıktığında maiyetinle birlikte sokağa,
yaklaşırsa kalabalığın içinden biri yanına,
sana mektup getiren bir Artemidoros,
ve aceleyle: "Hemen oku şunu,
seni ilgilendiren önemli şeyler var" derse sana,
durmamazlık etme sakın, ertele hemen
bütün görüşmelerini ve bütün işlerini;
uzaklaştır mutlaka, hemen,
seni selamlayanları, önünde diz çökenleri
(daha sonra görürsün onları);
bırak Senato da beklesin hatta,
sen hemen okumaya bak, oku
Artemidoros’un getirdiği önemli yazıyı.
* *Ê *
Bu şiir de aralarında olmak üzere Kavafis’in "Bütün Şiirler"ini (Varlık Yayınları) Herkül Milas ile birlikte çevirdik. Sadece Kavafis’i değil, 1978-1990 yılları arasında Yorgo Seferis’in de "Bütün Şiirleri"ni (Varlık Yayınları) birlikte çevirdik. Ve Yannis Ritsos’u.
Bu süre içinde en azından 15 kez Atina’ya gittim. Herkül’ün Nea Symirni (Yeni İzmir) semtinin Dardanellion (Çanakkale) Sokağı’ndaki evinde çeviri çalışmaları yaptık.
Hayatımın bir başka en güzel yıllarıydı. Yannis Ritsos hayattaydı. Plaka’nın küçük tavernalarında evine gideceğim saatleri bekliyordum. Kavafis ile birlikte bir güneş gibi içimizi ısıtıyordu Ritsos. Mutluydum! Sezar olmadığım için de mutluydum!
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2009
İSKENDERİYE Kütüphanesi’ni kim yaktı sorusu nereden geldi aklıma? İskenderiye Kütüphanesi derken gözümün önüne bir Kleopatra filmi geliyor. Bilindiği gibi Mısır Kraliçesi VII. Kleopatra önce Julius Caesar’ın sevgilisi ve karısı olur. Onun öldürülmesinden sonra sıra Marcus Antonius’a gelir. Çok acılı bir sevdadır Kleopatra-Marcus Antonius aşkı. İmparatorluk mücadelesinde Marcus Antonius ile Octavius’un arası açılır. Octavius önce deniz savaşında galip gelir, bir yıl sonra Mısır’a gelir. Romalıların kendi aralarında yaptığı sokak savaşını uzaktan izleyen Cleopatra "Eyvah kütüphanem!" diye haykırır. 400 bin kitaplık kütüphane belki de o zaman yanıp kül olmuştur.
Bu savaş sırasında umudunu yitiren Cleopatra intihar eder, peşinden Antonius. Yıl MÖ 30’dur.
* * *
"İskenderiye’nin Yaşlı Şairi" Konstantinos Kavafis ("Bütün Şiirleri", Çev: H. Millas - Ö. İnce, Varlık yayınları) aşağıdaki şiiri 1911 yılında yazmıştı. Antonius’un intihar etmeden önceki dakikalarının, saniyelerinin şiiri:
[TANRI ANTONİUS’A SIRT ÇEVİRİYOR
Eğer, gece yarısı, duyulursa ansızın
geçişi görünmeyen bir alayın
eşsiz müziklerle ve seslerle
boyun eğen yazgına, başarısız girişimlerine
ve hep hayalde kalan tasarılarına hayatının
ağlama sakın boş yere.
Çoktandır bekleyen biri gibi, bir yiğit olarak,
veda et ona, bu giden İskenderiye’ye.
Aldanmayasın sakın, demeyesin hele:
"Bir düştü bu, kulaklarım yanlış duydu."
Böylesine boş umutlara tenezzül etme.
Çoktandır bekleyen biri gibi, bir yiğit olarak,
yaraşırcasına böyle bir kentte yaşamak kısmet olmuş birine
yaklaş sarsılmaz bir kararla pencereye
ve duygulanarak dinle, ama
yakarmaları ve sitemleriyle değil korkakların,
son bir haz olarak dinle onları,
o gizemli ordunun benzersiz çalgılarını
ve veda et ona, yitirmekte olduğun İskenderiye’ye.]
* * *
İkinci iddiaya göre İskenderiye Kütüphanesi’ni paganlar ile Hıristiyanlar savaşı sırasında imparator I. Theodocius (250-350) yaktırdı. Üçüncü iddiaya göre ise Halife Ömer, Mısır fatihi komutan Amr İbn al-As’a yaktırdı (651). Şu gerekçe ile: "Bu kitaplardaki bilgiler Kuran’a aykırı ise haramdır. Kuran’da yazanların aynısı ise gereksizdir!"
Kim yakmış olursa olsun, şimdi aynı yerde 1995-2002 yılları arasında inşa edilen yeni kütüphane var. Bu kütüphaneyi pazartesi günü göreceğim.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2009
TANBEY, 31 Aralık 2008 tarihli The New York Times’ta yayınlanan Adam Liptak imzalı bir yazı göndermiş. Yazı, ABD Yüksek Mahkemesi (Anayasa Mahkemesi) üzerine. AKP iktidarının ve TC Anayasa Mahkemesi düşmanlarının da okumaları dileğiyle, sözünü ettiğim yazının bir bölümünü aşağıya aktarıyorum:
ABD HALKININ DAHA SOLUNDA
[Anayasa Mahkemesi’nin liberal kanadının liderlerinden Yargıç John Paul Stevens, kendisinin sola kaymadığını, Anayasa Mahkemesi’nin sağa kaydığını söylemekten hoşlanıyor: "1971’de Lewis Powel’ın mahkeme üyeliğine atanmasından bu yana hep bir üyenin yerine ondan daha tutucu bir üye atandı" diyor. Ona göre, bunların tek istisnası Yargıç Ruth Bader Ginsburg’tir, ama sağın çarklarının dönmesini engelleyen 11 yargıcın arasında kendisi de bulunmaktadır.
Columbia Üniversitesi Hukuk Profesörü Nathaniel Persil de "Anayasa Mahkemesi’nin hem bugün hem de geçmişte Amerikan halkına göre daha solda olduğunu söylemek doğru olur" diyor. Devlet okullarında resmi görevlilerin dua ya da İncil okuma toplantıları düzenlemelerini, yönetmelerini ya da bunlara onay vermelerini yasaklayan kararla ilgili olarak, "Okullarda dua konusunda, örneğin Anayasa Mahkemesi Amerikan halkının çok daha solundadır" demektedir.
Devlet üniversitelerinin öğrenci alırken öğrencinin ırkını dikkate alması gerektiğine hükmeden iki kararla ilgili olarak, "Irkla ilgili konularda Anayasa Mahkemesi’nin Amerikan halkıyla aynı paralelde düşünmediği apaçık ortadadır" diyor.
Anayasa Mahkemesi, ceza mahkemeleri usulü ve ifade özgürlüğü gibi bazı başka alanlarda da halka göre daha soldadır. Birinci değişiklik maddesinde görüldüğü gibi, mahkemenin, bayrak yakma eylemine sahip çıkması halkın hiç hoşuna gitmemektedir.
Anayasa Mahkemesi’nin halka göre daha solda olmasının nedeni, çoğunluk bireysel hakları tanımak istemediği zaman bile mahkemenin bireysel hakları korumak gibi bir sorumluluğunun bulunmasıdır.]
LİBERAL ANLAMDA
Adam Liptak’ın dediği ve Amerikalıların kullandığı "sol" kavramı bizim bildiğimiz sol değildir; liberal anlamındadır. Bir konumlanma olup ideolojik araç değildir.
* * *
Adam Liptak’ın yazısından şu sonuç çıkıyor: Anayasa Mahkemesi, her türlü iktidar gibi siyasal iktidarın, kamuoyunun, milli iradenin (!) ve hiçbir ideolojinin temsilcisi değildir. Anayasa Mahkemesi öncü, yol açıcı, yenilikçi, ilerlemeci olmak zorundadır.
AKP ve yandaşları, kuvvetler ayrılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nin TBMM ile hükümeti denetleyemeyeceğini ileri sürüyor. Anayasa’ya göre; TBMM ile hükümetin Anayasa Mahkemesi’ni denetleme yetkisi yok; tam tersine Anayasa Mahkemesi, TBMM’nin çıkardığı yasaları ve hükümetin işlerini denetleme hakkına sahip.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi, bir eşitsizlik ya da eşitlik içermemektedir. Söz konusu olan ayrılık ve yalıtılmışlıktır. Bu ilişkide denetim görevi Anayasa Mahkemesi’ne verilmiştir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi’nden şikáyet, demokrasi ve hukuk dışı bir şımarıklıktır!
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2009
2.3.1990 günü Ankara Sanat Tiyatrosu’nda prömiyeri yapılan MEFİSTO (Can Yayınları) adlı çevirisini yaptığım oyuna yazdığım önsözden aktarıyorum: "Klaus Mann’ın Mefisto adlı romanını özgürce tiyatroya uyarlayan Ariane Mnouchkine’in metnin başında Etienne de la Boetie’den yaptığı alıntı, Otto Ulrich’ın attığı çığlığın bir habercisi gibidir. Montaigne’in yakın dostu Etienne de la Boetie (1530-1563) daha 18 yaşında kaleme alarak zorbalığı eleştirdiği ’Gönüllü Kölelik Üzerine Söylev’ (Discours de la servitude volontaire)’inde olmuş ve olmakta olanları eşsiz bir öngörüyle yorumlamış ve gelecekte olacak olanları yalvaççasına haber vermiştir:"
HİZMET ETME ÖZGÜRLEŞ
"Siz, zavallı ve acınacak insanlar, siz sağduyudan yoksun halklar, siz mutsuzluklarında direngen, erinçlerinde kör gözlü uluslar, kazançlarınıza el konulmasına, tarlalarınızın yağmalanmasına, ata yadigárı evlerinizin soyulmasına göz göre göre boyun eğersiniz! Sanki bunların hiçbiri sizin değilmiş gibi yaşarsınız. Mallarınızın, ailelerinizin, yaşamlarınızın sadece yarısının size bırakılmasını büyük bir bahtiyarlık sayarsınız. Ama bu zararın hepsinin, bu felaketlerin, nihayet bu yıkımın nedeni sayısız düşmanlarınız değildir; fakat hiç kuşkusuz tek bir düşmandır, kendi ellerinizle yarattığınız, uğruna göz kırpmadan savaşa gittiğiniz, onuru adına kendi yaşamınızı her an tehlikeye attığınız düşman. Aslında, bu efendinin iki gözü, iki eli, bir gövdesi var ve aranızdaki en önemsiz kişiden bir fazlası da yok. Sizden üstün yanına gelince: Sizi mahvetmesi için ona kendi ellerinizle teslim ettiğiniz olanaklar! Aranızdan biri olmasaydı, sizi gözetleyen hafiyeleri nereden bulabilirdi? Sizinkileri ödünç almamış olsa, size vurmak için bunca eli nasıl olurdu? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar da sizin ayaklarınız değil mi? Üzerinizdeki nüfuzu sizden kaynaklanmıyor mu? Sizi soyan hırsıza yataklık etmeseydi, sizi öldüren katilin suç ortağı olmasaydı, size ihanet etmeseydi size böyle sıkıntı vermeye nasıl cesaret edebilirdi? Tarlalarınızı o soysun diye ekiyorsunuz; evlerinizi o çalsın diye döşüyorsunuz; kızlarınızı onun şehvet arzularını yerine getirsin diye yetiştiriyorsunuz; oğullarınızı ona asker olsunlar diye, onları ölüme sürsün diye, açgözlülüğüne hizmet etsinler diye, onun intikamlarının cellatları olsunlar diye besliyorsunuz. O daha güçlensin diye, o daha katı olsun diye, ve tasmanızı daha kısa tutsun diye güçsüzleşiyorsunuz. Hizmet etmemeye karar verin, özgürleşeceksiniz!"
SIRA SİZE GELECEK
Otto Ulrich, Mefisto’nun XV. tablosunun sonunda şöyle konuşur:
"...Almanlara demeli ki: Dinleyin! Geceleyin, topraklarınızdan trenler geçiyor, iyi dinleyin, erkek ve kadın dolu bu trenler. Bugün, komünist ve sosyalist bunlar; yarın, Yahudiler olacak; daha sonra sıra size gelecek. Tren yollarını engelleyin, bu trenleri sürmeyi kabul etmeyin. Lokomotif kazanlarını ısıtan kömürü çıkarmayı reddedin. Ray yapılan çeliği dökmeyi reddedin. Hizmet etmeyi kabul etmeyin, kabul etmeyin hizmet etmeyi!"
BİLGİSAYARLI FESATLAR
Demokrasi için demokrasiyi, özgürlük için özgürlüğü, eşitlik için eşitliği yok ettiklerini anlamayanların tarihten ders almaları olanaksızdır! Kuzuyu bağlayıp canavarı arenaya salanlar bana insan haklarından söz etmesinler!
Ne dersiniz, seçimle gelen AKP, seçimle gitmeyi kabul edecek mi? Yoksa, gitmemek için türlü çeşitli, bilgisayarlı fesatlar mı çevirecek? Biraz da bunlara kafa yormalı!
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2009
ZEVKLER de tartışılır! Gres yağı ile balı karıştırarak yiyemezsiniz! Bu işi becerenler çıkmaz mı, çıkar. Çıkar ama bunun ödenecek bir bedeli vardır mutlaka. Bunun bedelinin ne olduğunu hekimlerden, kimyacılardan öğrenmek mümkün. Buradan bakın nerelere geleceğim: NAPOLYONLAŞMA
Seçmen halkın, iktidardaki parti için "Bu gitsin de hangisi gelirse gelsin, kim gelirse gelsin" düşüncesine ulaştığı çizgi, o iktidarın yönetimden artık demokratik seçimle uzaklaştırılamayacağı bir noktadır. Demokratik libaslı seçimler yapılır ama iktidar bir türlü iktidardan uzaklaştırılamaz. Seçmen halk, ancak totaliter rejimlerde "kim gelirse gelsin" alternatifsizliğine ulaşır. Totaliter rejimlerde belki seçimler olur ama demokrasi asla olmaz.
Hangisindeydi unuttum, adı aklıma gelmiyor, bir Türki cumhuriyette devlet başkanı, halkın oylarıyla ömür boyu cumhurbaşkanı seçildi.
Demokratik bir ülkede seçmen halkın, bir devlet başkanını ömür boyu seçmeye hakkı yoktur. Böyle bir demokratik hak olmamalı. Demek ki demokrasinin "demokrasi"den korunmasını gerektirecek durumlar da var. Gerçek demokrasiler, "Napolyon" ve "Hitler" üretmezler, seçilmesine de izin vermezler. Yürütme Napolyonlaştıkça demokrasiden uzaklaşır.
MÜEBBET HAPİS!
Demokratik bir ülkede dindarların dinlerini teokratik bir düzenin (örneğin şeriat düzeninin) zihniyeti içinde yaşamak istemeleri büyük bir çelişkidir. Dindarlar teokratik düzende dinlerini bir özgürlük ortamında yaşamazlar. İnanç bir özgürlük değildir bu düzende, bir "müebbet hapis"tir. Sofu dindarların demokrasilerde dinlerini nasıl yaşayacaklarını öğrenmeleri hemen hemen olanaksız gibidir. Öğretilmesi gerekir! Demokrasilerde Suudi Arabistan türünden toplumlar ve yönetimler olmaz. Öte yandan Suudi Arabistan gibi ülkelerde demokrasi de olmaz. Kesinlikle!
Demek ki biri demokratik, öteki teokratik olmak üzere iki din anlayışı var. Demokratik din anlayışı, totaliter bir rejim üretmez. Çünkü her inanç sahibi öteki inanç sahiplerine saygı göstermeyi, öteki inançların da demokratik bir "hak" olduğunu öğrenmiştir.
"Hoşgörü" totaliter bir erdemdir, eğer böyle bir erdem varsa! Demokrasilerde herkesin hakları olduğu için, birinin ötekini hoş görmesi gerekmez. Demokrasilerde hoşgörü bir hakarettir, küfürdür.
BAŞBAKAN VE HİSSEDİLEN
Türk halkının küçük bir bölümü ne demokrasi ne de demokratikleşmiş bir din istiyor! Bunu biraz açayım: Dinlerde Tanrı ile inanan insanın arasında bir demokratik ilişki kuşkusuz yoktur, olamaz. Ama o kadar! "Ezanın da dediği gibi: Tanrı uludur ve Tanrı’dan başka yoktur tapılacak!" Demokratik din, Tanrı dışında kalanlar arasında her şeyin, herkesin aralarındaki ilişkinin eşitlik ve özgürlük üzerine bina edildiği bir dindir. Dinsel durumudur!
Bu bütün dinler için geçerlidir! Tanrı var diye, Tanrı’ya koşulsuz inanılıyor diye, sınıflar ve bireyler arasında eşitsizlik ortadan kalkmaz. Gelir dağılımı düzelmez, işsizlik ve sömürü sona ermez. Toplumsal ve bireysel mutlu düzen için demokrasi, hukuk devleti ve yasaların mutlaka uygulandığı bir devlet yapısı gerekir!
Laik yönetim, demokrasinin dinleri de demokratikleştirdiği bir yönetimdir. Laik seçmen hiçbir siyasal partiyi ebediyen iktidarda tutmaz! İktidarda ebediyen kalmak isteyen iktidarlara da mutlaka direnir. AKP ve Başbakan bu bilinçten hızla uzaklaşıyor, bu hissediliyor!
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2009
BUGÜN Dünya Kadınlar Günü! Bu fırsattan yararlanarak bir "yalanbozuculuk" daha yapacağım: Ey Türk kadını, senin ABD’den ithal edilen 8 Mart’tan çok daha önemli günlerin var, ama hepsini sana unutturuyorlar. Peki sen neden unutuyorsun, neden 17 Şubat’ı unutuyorsun, neden sana oy hakkı veren yasanın çıktığı 5 Aralık’ı unutuyorsun.
MÜTHİŞ ELEŞTİRİ!
Cumhuriyet karşıtı İslamcıların ve naylon entelloların iki müthiş (!) eleştirisi vardır: 1. Türk Medeni Kanunu İsviçre’den, Ceza Kanunu ise faşist İtalya’dan alınmıştır.
Çok iyi yapmışlar da almışlar! 29.10.1923 tarihinde kurulan Cumhuriyet, 17.02.1926 tarihinde bu tercüme olduğu için küçümsenen Medeni Kanunu çıkardı. Bu beğenilmeyen kanun 22.11.2001 tarihine kadar yürürlükte kaldı. Bu unutuluyor!
17.02.1926 tarihli Türk Medeni Kanunu ile Türk kadınının kazandığı haklar:
Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı. Evlilikte resmi nikáh zorunluluğu getirildi.
Erkekler için tek eşle evlilik esası getirildi. Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı. Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale getirildi.
Ve Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak, kadınlara siyasal alanda haklar tanındı: 1930’da belediye seçimlerine katılma hakkı. 1933’te muhtarlık seçimlerine katılma hakkı. 5.12.1934’te milletvekili seçme ve seçilme hakkı. Demokrasiye ilk adım.
NANKÖR VE UTANMAZ
Kadın haklarının yanı sıra feminist hareketin de içinde aktif bir rol oynayan bazı öğretim üyesi hatunlar, uluslararası toplantılarda utanmadan Cumhuriyet devrimlerini karalamaktadır:
"Atatürk, kadınların siyasal haklarını verdiyse, bu onların siyasete aktif bir şekilde katılmalarını istediği, onların önündeki engelleri aşmak istediği için değil; o sırada varolan tek parti rejiminin, Avrupa’da aynı yıllarda varolan faşist tek parti rejimlerinden nitelikçe farklı olduğunu kanıtlamak içindir."
Şimdi "profesör" olması gereken son derece modern bir Türk kadını bu cümleyi, Alman Konrad Adenauer Vakfı’nın düzenlediği 5. Türk-Alman Gazeteciler Semineri’nde (23-24 Ekim 1989) söylüyor.
İyi de, 1926’da sadece İtalya’da faşizm 4 yaşındadır; Almanya’da Hitler, Portekiz’de Salazar 1933 yılında iktidara geleceklerdir. Ayrıca, dönemin kapitalist demokrasilerinde de kadın hakları yeterli değildir. Bu denli bilgi kirliliğini ancak donanımlı bir beşinci kol ajanı yaratır. Bu ne biçim gözü dönmüş nankörlük, intikamcılık!
Cumhuriyeti, devrimlerini, Mustafa Kemal’i acımasızca eleştiren bu türden hatunların nankörlükleri burada kalmaz, kadın düşmanı İslamcı hareketlerle de işbirliği yaparlar.
ZANARDELLİ YASASI
Şimdi gelelim 1 Mart 1926 tarihli Ceza Kanunu’na: Benito Mussolini 1922 yılında iktidarı ele geçirdiğine göre, yasanın faşist İtalya’dan alındığı doğrudur, ama İtalyan Ceza Kanunu faşist rejim tarafından mı yapılmıştır? Hayır, o tarihte İtalya’da 1889 tarihli Zanardelli Yasası yürürlüktedir ve yeni Türkiye Cumhuriyeti, bu 1889 tarihli Zanardelli Yasası’nı almıştır. Peki, bu türden iğrenç iftiraların yapıldığı yerlerde neden bir Allah’ın kulu çıkıp da bu yalanı bozmuyor? Yuhlar olsun!
Yazının Devamını Oku