Özdemir İnce

Poker tehlikelidir yuva yıkar

7 Mart 2009
İSLAMCI gazetelerden birinin bir muharriri yazısına, "Türkiye’dekilere ne zaman rest çekilecek?" diye başlık atmış... Şöyle devam ediyor:<br><br>"Gelelim Türkiye’de rest çekileceklere! Başbakan Tayyip Erdoğan, Davos’ta düzenlenen panelde, restini çekti ve toplantıyı terk etti. Rest sonrasında birçok şeyin, artık eskisi gibi olmayacağı, dünya gündeminde açık açık tartışılmaya başlandı." Başbakan’ın bu muharrir gibi hayallere kapılmayacağını, dünya gündeminin değişmeyeceğini, oyun masasında kartların değiştirilip yeniden dağıtılmayacağını bildiğini sanıyorum. Poker’in kuralı: Rest çeken, iflas etmeden masadan kalkamaz. Yani çekip gidemez!

KUMARLARIN KRALI

"Rest çekmek" bir poker oyunu deyimidir, "Önümde ne kadar para, ne kadar fiş varsa, hepsini oyuna sürüyorum!" anlamına gelir.

Poker, ayaktakımının da oynadığı bir elit oyunudur. Ayaktakımı ve berduşlar salaş kahvelerde yağlı, uçları kırık káğıtlarla oynarlar. Ama elitlerin oynadığı oyunlarda sık sık 52’lik iskambil destesi değiştirilir. Oyun gereği ya da oyunculardan birinin isteği üzerine...

Ama ilkin pokerin tanımını yapalım: Poker; şans, sinir hákimiyeti ve taktiğe dayalı bir iskambil oyunudur. Kumarların kralıdır!

Pokerden konuşmak için en azından 10 yazılık bir alan gerekir. Bu nedenle biz bu yazıyı "rest" ile sınırlandıralım: Bir oyuncu limitler dahilindeki, önündeki bütün parayı bahse koymak (oyuna sokmak) için "rest" deyimini kullanır.

Masada oyunda olan öteki oyuncuların ne yapmaları gerektiği bellidir artık:

Pas: Bunu söyleyen oyuncunun o tur oyuna girmeyi düşünmediğine işaret eder. Oyuncu "Kaçtım" da diyebilir.

Rölans: Düşünmek için süre istemek.

Görmek: Bir önceki oyuncunun pota koyduğu kadar miktarı koyarak oyuna devam etmek.

KIRILMA NOKTASI; BLÖF

Rest çekenin elindeki beş káğıt kuvvetli (floş royal, sıralı floş, kare, ful, renk, kent, üçlü...) ise öteki oyuncuların elinin daha kuvvetli olmamasına dua eder. Artık şansına!

Rest çekenin elinde önemli bir káğıt yoksa, yaptığı işe blöf yapmak denir. Kendisinden sonraki oyuncu "Benim restim!" diyerek kendi (daha yüksek) kavını oyuna sürerse, yandı. Ya kaçacak ya da resti görecek. Belki "Benim restim!" diyen de blöf yapıyordur.

Pokerin en önemli kırılma noktası blöflerdir. Her babayiğit blöf yapamaz: Gözü kara olacak, dikkatli olacak, belleği güçlü ve en önemlisi önündeki kav (para, fiş) yüklü olacak.

Poker oyuncusu "iyi bir yalancı"dır, "iyi bir aktör"dür. "Poker yüzlü" deyimini duymuşsunuzdur. Düşünce ve duygularını yüzüne yansıtmayan insanlar için kullanılır.

DEĞNEKÇİLİĞE BENZEMEZ

İslamcı muharrir, Başbakan’a yurtiçinde de "rest" çekmesini salık verirken, aslında muhaliflerin kökünün kazınmasını istemekte. Ama Başbakan iyi bir poker oyuncusu değil: İlkin "poker yüzlü" değil; belleği güçlü ama sinir hákimiyeti sıfır. Oyun stratejilerinden haberi yok. Temiz ve yeni káğıtlarla oynamayı sevmiyor. Oyun káğıtlarını tırnaklayarak işaretliyor. Bu nitelikleriyle elitlerin poker masasında herhangi bir yeri yok. Sık sık blöf yaptığı ve karşı oyuncuların blöfünü yediği için her an iflas edebilir. Poker oyunculuğu, kaçak otopark değnekçiliğine benzemez!
Yazının Devamını Oku

CHP ve MHP Doğu ve Güneydoğu’da neden yok?

6 Mart 2009
BAŞBAKAN seçim meydanlarında, kürsüden bu soruyu kasılarak kaç kez sordu. Sordu ve söyledi: "DTP neden batıda yok. Oysa biz 81 vilayetin 80’inde milletvekili çıkardık!" Bu soruyu Başbakan’ın sormasını anlayabiliyorum. Ama aynı soruyu gazetecilerin, yorumcuların, radyo ve televizyon programlarına katılanların sormasını anlayamıyorum. Onların bu soruyu sormaya hakları olduğunu düşünmüyorum. Onlar, bu sorunun cevabını bulmak zorundalar. Mehmet Barlas 4 Mart günü NTV’de soruyordu. Yanıtı aşağıda:

* * *

Mehmet Barlas’ın sorusu şu anlama geliyor: "Doğu ve Güneydoğu’da oyların yüzde 85-90’ı AKP ve DTP arasında paylaşılıyor. Geriye kalan bölümde yüzde 5-10 arasında kararsızlar var. CHP ile MHP’nin oyları yüzde 1-2 arasında. Peki CHP ve MHP’nin bu bölgenin seçmenlerine söyleyecek sözleri, satılacak malları yok mu?" Neden olmasın, var!

Bir siyasal parti ile seçmenler arasındaki ilişki sosyo-ekonomik bir ilişkidir: Gelir dağılımı, işsizlik, ücretler, sosyal güvenlik, eğitim ve sağlık. Bir siyasal parti bu kalemlerde sunduğu olanaklar ve programlar sayesinde seçmenle ilişki kurar.

CHP ve MHP’nin programlarında bu kalemler elbette var. Programlar okunsa da var, okunmasa da var. Ama AKP ve DTP’nin dışında kalan partilerin karşısında militan olmayan özgür bir seçmen kitlesi var mı? Yok! Neredeyse tamamı DTP ve AKP bağımlısı. Peki kim bu (uyuşturucu madde bağımlıları gibi) bağımlılar? AKP için dini kendilerine referans yapmış, şeyhler ve hocalar tarafından yönlendirilen, köleleşmiş müminler, "gaza (gazve)" ve "cihad" sonucu ele geçen ganimetten pay isteyen avantacılar! DTP için Kürt milliyetçiliğini ve kimliğini (etnisitesini) referans yapmış yığışımlar.

DTP ve AKP karşısında siyaset yapabilmek için, geriye kalan bütün partilerin de dini cemaat ve tarikatı; Kürt milliyetçilik ve kimliğini okşayacak politik sapmalara başvurmaları gerekiyor. Bu olanaksız: CHP dini cemaat ve tarikatın güdümünde din referanslı siyaset yapamayacağı gibi Kürt milliyetçisi ve kimlikçisi bir politika da üretemez. Bu suç değil, saygı duyulması gereken bir zorunlu tercih! MHP de Türkçü olduğu için Kürt milliyetçisi ve kimlikçisi politika üretemez. Sadece cemaatçı ve tarikatçı siyasete başvurabilir. Ve Ülkücülerin tekbir getirmelerine karşın bu parselde de inandırıcı olamaz, olamıyor!

* * *

AKP ve DTP’nin egemenlik sürdüğü yerleşim yerlerindeki toplumsal ekonomik yapı bu iki partinin siyasetine çok uygun: Feodal yapı ve kalıntıları, ağalık ve şeyhlik kurumları insan yığışımlarının siyasal tercihlerini hiç zora girmeden yönlendirebiliyor. Başbakan seçim meydanlarında artık dini referans alan konuşmalar yapmıyor. Bu işi AKP adına yerel politikacılar, dini cemaatler, tarikat şeyhleri ve yerel ağalar yapıyor.

DTP’nin sözcülüğünü ise PKK militanları sözle ve eylemle korku salarak yapıyor.

Ama sosyal yapı ve toprak mülkiyeti Batı’da daha çağdaş olduğu için, AKP ve DTP’nin politikaları etkili olamıyor. Bütün sorun bu. Sorun seçmenin zihinsel yapısında!

AKP ve DTP bu ilkel yapıyı sömürdükleri sürece Doğu ve Güneydoğu’da başarılı olabilirler. Toplumsal yapı ilkellikten kurtuldukça bu iki partinin şansı azalır. Bölgenin ilkel yapısı devam ederse (ki bu durumda edecek) yakın gelecekte bir tek sonuç yarattığını göreceğiz: Kanlı bir bölünme! CHP ve MHP’yi bu bölünme sürecine hizmet etmedikleri için kınamak bu kanlı bölünmeyi hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz!
Yazının Devamını Oku

Erdoğan Aydın’ın ’İslamiyet Gerçeği’

4 Mart 2009
ERDOĞAN Aydın’ın 1992 yılında "Turan Dursun Araştırma ve İnceleme Ödülü"nü alan dört ciltlik "İslamiyet Gerçeği" adlı dev yapıtı Kırmızı Yayınları tarafından yeniden yayınlandı: "I. Kuran ve Din", "II. İslamiyet ve Bilim", "III. İslamiyet’te Ahlak ve Kadın", "IV. İslamiyet’in Ekonomi Politiği". "Türk milletinin Cumhuriyet tarafından imal edildiği", aslında "Kurtuluş Savaşı" diye bir savaşın yapılmadığı, İngilizlerin laik bir cumhuriyet kurularak İslam’ın engellenmesi koşuluyla Cumhuriyet’in kurulmasına izin verildiği gibi sabuklamaların televizyon ekranlarını istila ettiği şu günlerde, Erdoğan Aydın’ın "İslamiyet Gerçeği"ni okumanın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Kuşkusuz, Erdoğan Aydın’ın yapıtı sözünü ettiğim işgalci görüşleri konu edinmiyor. Ama bu işgalci düşünceleri üreten inanç ve düşünce sistematiğini ameliyat masasına yatırıyor.

* * *

İslamcı olarak tanımlanan militan-düşünürler, "İslamcı ideoloji" ve "siyasal İslam"a dışardan yapılan eleştirilere pek itibar etmiyorlar, ama İslam’la ilgili olgu ve gerçeklerin "içerden" eleştirilmesinin mümkün olmadığı da yüzyıllardır bilinen bir gerçek.

Kuran’da yer alan ekonomik, siyasal, toplumsal görüşleri kimse içerden eleştirmemiştir. Bu konudaki eleştiriler sadece yorumculara ve yapılan yorumlara yöneliktir. Falanca şu ayeti yanlış yorumlamıştır gibi şeyler.

Örneğin, Kuran’da Hz. İbrahim’in çocukları ve bunların adları konusunda tam bir kargaşa olduğunu hiç duydunuz mu? Erdoğan Aydın, "Kuran ve Din"in 195’inci sayfasında şöyle yazmaktadır:

"Öyle ki onların bir mi, iki mi (yoksa üç mü?) olduğunun belirsizliği bir yana adlarda da görürüz bu durumu. Önceden Yakub ve İshak diye anlatılırken, İbrahim suresinde, ’Kocamışken bana İsmail ve İshak’ı veren Allah’a hamdolsun’ (İbrahim-39) denerek Yakub yok edilip yerine İsmail getirilir."

Erdoğan Aydın, bu kargaşaya tanık ve örnek olarak "Sáffát-92, 97, 98, 99, 100, 101, 102, 108", "Bakara-127, 132, 133" ayetlerini gösteriyor. Bu ancak dışardan bir bakışla yapılabilir.

* * *

Şu sıralar Maxime Rodinson’un "İslamiyet ve Kapitalizm" üzerinde çalıştığımdan olacak, dört kitap arasında ilgimi en çok "İslamiyet’in Ekonomi Politiği" çekiyor.

Örneğin "zekát"ı sosyal devlete alternatif olarak ileri süren yorumcular nedense zenginlik ve fakirliğin İslamiyet’in savunup uyguladığı ekonomik sistemden kaynaklandığını görmezden gelirler. Zenginle fakir, patronla işçi arasındaki eşitsizliğin kaynağında ne bunların kökenleri, ne cinsel ayrımcılık, ne de ırkçılık önemli bir rol oynar; eşitsizliğin kaynağında mülkiyet ve kapitalist ilişkiler bulunmaktadır. Tüccarlığı yücelten bir din olarak İslamiyet faizciliğe göz yumar, kölecilik ve talancılığı korur.

Bu gerçekleri ancak dışardan nesnel bir bakışla görmek mümkündür. Bir İslamcı bunları göremez, görse bile bir hikmet arar. Tıpkı Prof. Afif Abdülfettah Tabbara gibi "Cemiyetlerde aşağı derecede bulunan fakirler, o cemiyetler için huzursuzluk kaynağıdır" (İ.E.P. s. 12) diyerek için işinden çıkarlar.

Mademki her şey tartışılıyor; İslam da, Kuran da tartışılmalıdır artık!
Yazının Devamını Oku

Hilafetin kaldırılması

3 Mart 2009
OKUDUĞUM 17 Şubat tarihli 15 gazetede, Medeni Kanun’un kabul edilmesiyle ilgili bir tek yazı vardı. Onu da ben yazmıştım Hürriyet Gazetesi’nde. Bir de Cumhuriyet Gazetesi’nde "Kadın Araştırmaları Derneği Yönetim Kurulu"nun "Devrim Yasası Olmaktan Çıkartılan Devrim Yasası" başlıklı bir ilanı vardı. Herkes Ergenekon Türlüsü’yle, Başbakan’ın Monşercilikleriyle efsunlanmış durumda... Aslına bakarsanız, Cumhuriyet Devrimi’ne, onun Medeni Kanun’una sahip çıkılmadığı için Ergenekon türlüleri ve bayılgan imamların monşer saplantılarıyla uğraşıp durmaktayız.

* * *

Efendim! Hoşgörünüze sığınarak 3 Mart 1924 tarihinde Hilafet’in kaldırılmış olduğunu okurlarımıza, yazılı ve yazısız basınımıza hatırlatacağım. 3 Mart 1924 tarihinde, Anayasamızın 174. maddesinin koruyucu kanatları altında bulunan Tevhid-i Tedrisat Kanunu da çıkartılmıştı. Bunu da hatırlatırım! Bu benim asli işim!

Evet, televizyonlarda neredeyse her akşam İslamcılık’ın ne olduğu tartışılıyor; İslamcıların karşısına konunun cahilleri çıkartılıyor; Cumhuriyet, kurucular, kurucu ilkeler ve devrimler kepaze ediliyor; gazeteler karşı devrimci, liberal-İslamcı koalisyonunun temsilcilerine, politikacılarına, yazarlarına sınırsız kucak açıyor... Ve bugün Hilafet’in kaldırıldığı gün, sınav günü, bakalım kaçı hatırlayıp benden "Aferin" alacak?!

* * *

Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi (Yetkin) ve 53 arkadaşı tarafından verilen yasa önerisi, 3 Mart 1924 günü TBMM’de görüşülerek kabul edildi. Yasanın adı "Hilafetin İlgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun" idi. "Hilafetin Ortadan Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye Cumhuriyeti Toprakları Dışına Çıkarılmasına İlişkin Yasa"nın maddelerini buraya aktarmamın gereği yok. Yasanın adı, içeriğinin ne olduğunu da haber veriyor.

Bu yasanın gereği olarak, yayınlanmasından sonra 10 gün içinde yurdu terk etmek zorunda kalan hanedan ailesinden "Prenses" Kenize’den biraz önce bir e-mail geldi. E-mail adresini değiştirmiş, mayıs ayında İstanbul’a gelecekmiş. Kendisini Ülker ve ben çok severiz!

* * *

Bu ülkede devrimlerin halka sorulmadan yapıldığını ileri süren naylon tarihçiler var! Bütün devrimlerin gerisinde bir özel yasa vardır (isteyen Anayasamızın 174. maddesine bakar) ve bu özel yasalar TBMM tarafından tartışılarak kabul edilmiştir. TBMM halkı temsil etmiyorsa neyi temsil ediyor? Bunlar Hilafet’in kaldırılmasına asla razı değil!

Cumhuriyet, II. Abdülhamid’e kadar ciddiye alınmayan Halifelik kurumunu neden kaldırdı? Bu sorunun doğru yanıtı, her türlü doğru ve gerçekliği içermektedir: Halife, Roma’daki Papa’ya benzemez, dinsel değil dünyasal bir makamdır. İslam toplumlarında devlet başkanıdır ve iktidarının kaynağını din ile açıklar.

Cumhuriyet’te gücünü İslam din ve geleneğinden alan bir devlet başkanı (Halife) ile Cumhurbaşkanı birlikte nasıl olacaktı? Artık sembolik olduğu ileri sürülen Halifelik, bir süre sonra gerçek iktidar yanılsamalarına kapılmaz mıydı? Yasanın Meclis’te görüşülmesi sırasında Saruhan Milletvekili Vasıf Bey bu soruyu şöyle yanıtlıyordu: "Cumhuriyet, saltanat iddia edecek hiçbir kuvvete meydan bırakmaz, ikiliğe meydan vermez!"

Bu yıl geçti artık, bakalım gelecek yıla akıllarına gelecek mi?
Yazının Devamını Oku

Kralın köpeği

1 Mart 2009
CAN Yücel’in Türkçe söylediği "Herboydan, Dünya Şiirinden Seçmeler", Seçilmiş Hikáyeler Dergisi Yayınları tarafından 1957 yılında yayınlanmıştı. Hey gidi günler! Bu kitaptaki bütün şiir söyleyişleri (çevirileri) birer Türkçe başyapıtıdır. Yıllardır unuttuğum kitabı, şiir kitapları arasında araya araya buldum. Bulduk. İsa’dan önce 500 yıllarında söylenmiş şu halk şiiri için aramıştım: "Köpek var taş yok / Taş var köpek yok / Taş var köpek var / Ama kralın köpek / Sıkıysa at taşı."

Hazır kitabı açmışken bir şiir daha aktarayım. Bu şiirde de binlerce mesel ve hisse gizli. Mathias Lubeck’in "Tanrıyla Milli Eğitim" şiiri:

"Çözülür demiş Faust bu káinatın sırrı. / Ve bu yüzden çarpılmış Tanrının cezasına; / Demek ki hikmetinden sual olmayan Tanrı / Rázı değil milletin okuyup yazmasına."

ZORBALIK DÖNEMİ

1950-1960 arası, demokrasi vaatleriyle iktidara gelen Demokrat Parti’nin CHP’nin tek parti yıllarını mumla arattığı bir zorbalık dönemiydi. İşte bu on yıllık dönemde bizim kuşağın şairleri, yazarları, tiyatrocuları, ressamları, sanatçıları ve gazetecileri, hep birlikte Cumhuriyet Rönesansı’nı yarattılar.

O zamanki MİT’in ajanları sokaklarda, sinemalarda, meyhanelerde peşlerindeydi. Onlara komünist casus ve ajan muamelesi yapardı. Hiçbirinin iş garantisi yoktu. Bütün 1 Mayıs’larda teyakkuza geçen asker ve polis bir gece önceden bazılarını gözaltına alırdı.

6-7 Eylül fesat ve faciasını tezgáhlayan hükümet, olayların kışkırtıcısı olarak 1940 kuşağının "mimli" (!) yazarlarını gözaltına alıp hapse tıkmıştı.

Şairlerimizin, hikáyecilerimizin, romancılarımızın birçoğu kitaplarının adları yüzünden, kitaplarındaki bir dize ya da bir cümle yüzünden gözaltına alınmış ve 141-142’den mahkûm edilmişlerdi. Hiçbirinin ne devlette, ne de özel teşebbüste iş garantisi vardı. Bir gün, herhangi biri, karısı ilk çocuğunu doğurduğu gün, işyerinin kapısı önünde bulabilirdi kendini.

KRALI TAŞLADILAR

O on yıl içinde ve daha sonra "kralın köpeği"ni küçümseyip, adam yerine almadan kralı taşlamayı göze aldılar. Ve bunun bedelini ödediler. Gene ödemeye hazırlar!

Faust gibi evrenin sırrını çözmeye çalıştılar. Kendileri için ve sonraki kuşaklar için çeviriler yaptılar. 12 Mart’larda, 12 Eylül’lerde "Manifesto"yu yayınlayan Süleyman Ege misali sürüm sürüm süründüler, yayınladıkları kitaplar SEKA’da hamur haline getirildi.

O zamanlar şiir kitapları 4 bin adet basılırdı ve bunun 2 bin kadarı sadece İstanbul’da dağıtılırdı. İstanbul’un nüfusu 2-3 milyon kadardı.

Türkiye’nin en küçük il ve ilçesinde mutlaka bir "Devrimci Kitapçı" vardı. Romanların ilk baskıları 30 bin, 50 bin yapılmıyordu; şimdiki gibi 100 binler satan romancılarımız yoktu. Nobelsizdik. Ama üçüncü hamur káğıda basılan, ciltleri dağılan romanları yazan romancılar, günümüz romancılarından çok daha saygı görmekteydiler.

DERSLERİNİ ALMAMIŞLAR

O zamanlar, bizim kuşağın "Kral"ı taşladığını gören "Kralın Köpekleri" kuyruklarını kısıp sıvışırlardı. Kuyruk acıları bundandır! Günümüzde, kralı taşlamak yerine kralın köpeğine özenen yazıcılar bile var. Demek ki geçmişten ders çıkarmamışlar: Kralın köpeği suretinde Cumhuriyet’in duvarlarına siymektense, efendisiz sokak köpeği olup taşlanmak evladır!
Yazının Devamını Oku

Afyon suyuna batmış din!

28 Şubat 2009
12 Eylül 1980’den itibaren, işçi örgütlenmesini engelleyen ve sabote eden yasalar sayesinde (yüzünden) işçiler sendikalar yerine tarikata sığındılar. Bu durumdan en çok AKP yararlandı ve çeşitli yöntemlerle, işçinin en etkin silahı olan sınıf bilincini iğdiş edip yerine kaderci tarikat taassup ve dogmalarını ikáme etti. Öyle ki iktidarın dağıttığı sadaka ve avantaları, mobilya ve beyaz eşyaları gönül ferahlığı içinde alan köylü, işçi, işsiz ve yoksul, kendine şu temel soruyu soramıyor: "Bunları ben emeğimin karşılığı olan ücretimle neden satın alamıyorum!"

HAMDOLSUN!

Dün yayınlanan yazım yukarıdaki bölümle bitmişti.

Avanta ve sadakanın bir vereni, bir de alanı olmalı. Avanta ve sadakayı alan gerçekten onurlu bir insan ise kendine şu soruyu sormalı: Çalışabilecek durumda genç bir insanım ama neden bir işim yok, neden işimden atıldım, neden yoksulum; ya da bir işim var, aldığım maaş ailemi neden geçindiremiyor, neden yoksulum, emeğimin gerçek karşılığını almak için ne yapmalıyım, yoksulluktan nasıl kurtulabilirim?

Bulduğu cevap "kısmet ve nasip" ile "Allah’ın takdiri" arasında gidip geliyorsa, geçmiş olsun, afyon suyuna batmış din virüsünün "hamdolsun!" bir çaresi yoktur!

Virüse karşı türlü nedenlerle bağışıklığı olan kimse sorusuna cevap ararken kendine benzeyenleri bulur; işçi bilinci, yoksulluk bilinci ile tanışır; şansı yaver giderse sınıfını, sendikasını, aidat ve oy vereceği partisini bulur. Aradığını bulunca da artık gerisi kolay!

AKYOL’UN İSYANI

Dini afyon suyuna batıranların en küçük pervaları, korkuları yoktur, yok! Sosyal devleti Ali Baba’nın mağarasına çevirirler, Robin Hood kılığına girerler, yasa-masa tanımazlar. Zaten tanımıyorlar. AKP Cemaati’ne her zaman "muhabbed" ile bakmış olan Milliyet Gazetesi yazarı Taha Akyol bile isyan ediyor:

"Tabii kendileri ’fakir fukaraya sahip çıkmak’ diyorlar, ’sosyal devlet’ diyorlar. Ama bunların seçim döneminde böylesine pervasız boyutlara ulaşması, ’seçim yatırımı’ olduğunun kanıtıdır! O boyutlara vardı ki, YSK da savcıları göreve çağırma gereği duydu. Ben demokrasinin ve yasanın ’ruh’u üzerinde durmak istiyorum. / ’Seçimlerin Temel Hükümleri Hakkında Kanun’un 61. maddesine bakalım: Bu madde ’seçim dönemlerinde’, partilerin ’el ilanı ve broşür dışında herhangi bir hediye dağıtmasını’ ya da ’dağıttırmasını’ yasaklıyor!" (Milliyet, 10.02.09)

HARAMİLEŞTİLER

Taha Akyol ile belki de ilk kez aynı saflarda bulunuyorum. Ben dini afyon suyuna batıranların hiçbir hal ve gidişine, hiçbir söz ve eylemine inanmıyorum. İnanamam! Dini afyon suyuna batıranlar işi öylesine rezilleştirmişler ki, geçen süre içinde haramileştiklerini göre göre "El Muhabbed Daima!" dalga boylarında gezinen Taha Akyol bile artık "El insaf!" diye isyan ediyor.

"Dini afyon suyuna batıranlar"ın "Taha Akyol Ağabey"lerinin isyanını dikkate alacaklarını sanmıyorum. Onların anlayacağı bir tek tepki vardır: Yasaların kelepçesi ile afyon suyuna batmış dinin efsunundan kurtulanların seçim sandığı yumruğu!

Ama önce onların da uykudan uyanmalarını sağlayacak işe başlamak zorundayız: "Halkın değerler sistemi!" denen örümcek ağını bozmak zorundayız!
Yazının Devamını Oku

Karaman’ın koyunu olarak AKP

27 Şubat 2009
AFYON’da "Haşgeşyağı" denilen haşhaşyağı ile her türlü yemek yapılır. Haşgeşyağıyla yapılan börek ve çöreklerin lezzetini anımsıyorum. Ama bu haşhaştan başta eroin olmak üzere türlü çeşitli uyuşturucu üretilir. Sözü Karl Marx’ın "Din afyondur" özlü sözüne getireceğim. Bu Carlos Marcos gavuru (!) bu tanımlamayı Kutsal Kitaplar’ın içindeki din için yapmıyordu; Kilise’nin, ruhban sınıfının, senyörlerin, feodallerin, egemen sınıf yöneticilerinin cenderesinden geçip posası çıkartılan ve afyona dönüştürülen "din" kılıklı hurafeleri ve uygulamayı işaret ediyordu.

İslam da bizzat ve Kitap halinde afyon değildir; ama hocanın, ulemanın, mollanın, şeyh ve mütegallibenin, tarikatın, cemaatin kimyasal yapım ve kullanım kılavuzları sayesinde eroin ve morfine dönüştüğüne tanık olmaktayız.

* * *

İşçiye işçi olduğunu, emekçiye emekçi olduğunu, kadına kadın olduğunu unutturan bu "özel din" afyon değilse nedir? Alamut şeyhi Hasan Sabbah’ın müritlerini fedaiye dönüştüren maddenin afyondan üretilen esrar olduğunu yazmayan tarih yoktur.

Jean-Paul Sartre bir işçinin, bir emekçinin, bir proleterin kendisini bir burjuva gibi hissetmesinin mümkün olamayacağını söyler: "İnsan bir ’durum’dan ibarettir. Bir işçi, bir burjuva gibi düşünüp hissetmekte özgür değildir: Ama bu durumun gerçek ve bütün bir insan olabilmesi için, yaşanması ve belli bir amaca doğru aşılması gerekir.../ ...Hayır işçi burjuva gibi yaşayamaz; bugünkü toplumsal düzen içinde ücretlilik durumunu sonuna kadar yaşaması, çekmesi gerekir. Bundan hiçbir kaçış yolu, başvurulacak hiçbir ’merci’ yoktur. Fakat insan bir ağacın ya da taşın var olduğu gibi varolamaz: İşçi kendini işçi yapmalıdır." (Situations, II, Gallimard, ’Presentation des Temps Modernes’, s. 9)

Alıntı yaptığım yazı 2. Dünya Savaşı sonrasının temel metinlerinden biridir. Bu çok önem verdiğim yazıyı değerli dostum İsmet Birkan’a (İsmet Berkan değil) çevirtip Varlık dergisinde (Aralık 1994, sayı: 1047) yayınlanmasını sağlamıştım.

* * *

Anlamak için somut bir örnekten başlayalım: 2008 ve 2009 bunalımında bir işçi ile patronun ve yönetici burjuvanın hedef olduğu tehlikeler aynı mı? Patron ve işveren vekili burjuva sıkıntıya düşse de bunalımın sonuna kadar yemek masasında yiyecek bir şeyler bulabilecek. İşini kaybeden işçi ise birkaç ay içinde ailesiyle birlikte açlığa mahkûmdur.

Sınıf bilinciyle yüklü bir işçinin böylesine bir durumda sığınabileceği tek yer sendikasıdır, sendikası olmalıdır. Ama sınıf bilincinden yoksun işçi, kayıt dışı çalıştığı ve sendikalı olmadığı için, zaten kendini işçi gibi hissetmez; kendisini işçi gibi hissetmediği için de işçi sınıfı ile dayanışma halinde değildir. Bu utanç verici durumun nedeni nedir mi?

12 Eylül 1980’den itibaren, işçi örgütlenmesini engelleyen ve sabote eden yasalar sayesinde (yüzünden) işçiler sendikalar yerine tarikata sığındılar. Bu durumdan en çok AKP yararlandı ve çeşitli yöntemlerle, işçinin en etkin silahı olan sınıf bilincini iğdiş edip yerine kaderci tarikat taassup ve dogmalarını ikame etti. Öyle ki iktidarın dağıttığı sadaka ve avantaları, mobilya ve beyaz eşyaları gönül ferahlığı içinde alan köylü, işçi, işsiz ve yoksul, kendine şu temel soruyu soramıyor: "Bunları ben emeğimin karşılığı olan ücretimle neden satın alamıyorum!" Konuya yarın devam edeceğim!
Yazının Devamını Oku

Biz kimiz?

25 Şubat 2009
HÜRRİYET Gazetesi, Konda Araştırma şirketine "Biz Kimiz?" başlıklı ve temalı bir araştırma yaptırmış. Bu araştırma ve sonuçlarının ilk tanıtımı 20 Şubat 2009 günü Hürriyet Gazetesi’nde yapıldı. Bu dar çerçeveli tanıtım toplantısına bazı basın mensupları, yazarlar ve araştırma uzmanları katıldı. Konda Araştırma’nın sorumlusu Tarhan Erdem’in yaptığı sunum ve açıklamalardan sonra yapılan (açık oturum diyemeyeceğim ama) sohbet toplantısına Prof. Dr. Binnaz Toprak, Prof. Dr. Aydın Uğur, Prof. Dr. Ahmet İnsel ve Tahran Erdem katıldı.

Daha sonra, aralarında benim de bulunduğum bazı dinleyiciler tartışmaya katıldılar.

OKUR PROFİLİ

Hürriyet Gazetesi’nin Konda Araştırma şirketine yaptırdığı araştırma boyutlarıyla, sayılarıyla öteki araştırmalardan ayrılıyor: 41 ilde, 328 ilçede, 1116 mahalle ve köyde, 6482 denek ile görüşmeler yapılmış. Bunlar çok yüksek sayılar.

Ancak ben, tıpkı Hürriyet Gazetesi’nin yaptırdığı araştırmada olduğu gibi kimilerini çok ciddiye alsam da bu türden araştırmaların ne işe yarayacağını bilemem. Çünkü bence bu türden araştırmaların toplumsal dönüşüm ve bu dönüşümün yönlendirilmesi konusunda bir işe yaramaları gerekiyor. Bu nedenle, "Bu türden araştırmalardan çıkan sonuçlar ne işe yarar?" diye bir soru sordum. "Tüketiciyi tanımada işe yarar!" dediler.

Zaten bu türden ve benzeri araştırmalar bütün dünyada ya "değerler" üzerinden ya da "tüketiciyi esas alan" modellerle yapılıyor(muş). Benim amacım "Biz Kimiz?" araştırmasının ve sonuçlarının bilimsel eleştirisini yapmak değil. Benim derdim başka. Ayrıca bu araştırmanın, okur profili saptanmasında gazete yönetimine yardımcı olabileceği de düşünülebilir. Düşünülmeli!

DİN ADAMI MECLİSİ

Şimdiye kadar okuduğum araştırmalarda insan grupları, sayılar, yüzdeler yer alıyor. Toplumun yüzde şu kadarı muhafazakár, şu kadarı gelişmeci, şu kadarı dindar diye bilgiler aktarılıyor. Sonra?... Bu bilgileri ticarette kullanmak mümkündür belki, bilemiyorum. Ama bildiğim şu: İnsanları toplumun nesnel koşulları kadar eğitim ve eğitimin niteliği de etkiliyor.

İkincisi, "muhafazakár" kabul edilen kitleyi değiştirecek miyiz, yoksa muhafaza mı edeceğiz?

Daha da önemlisi: Nasıl oluyor da bir ülkenin Meclis’inin yüzde otuzdan fazlası, Türkiye’de olduğu gibi, din adamı olabiliyor? Örneğin Almanya Federal Meclisi’nin yüzde otuzu din adamlarından (rahiplerden) mi oluşuyor?

Türkiye’den başka dünyanın neresinde din adamı başbakan var? Bakanlarının bir bölümü din adamı. Din adamı okulunu bitiren bu insanların dışında kalan yöneticiler de (örneğin Cumhurbaşkanı) din adamı zihniyetinde...

GEÇİRİMSİZ TOPLUM

Çetin Altan bir zamanlar gelişim ve değişimin simgesi olarak "tenis oynayan köy kızları" kompozisyonunu ileri sürerdi. Son yıllar, bu simgesel kompozisyonun da yanlış olduğunu gösterdi. Az da olsa tenis oynanan, kız futbol takımı kuran yerler var. Aradan geçen yıllar teknoloji kullanmanın zihniyet değişimi’ni sağlamadığı ortaya çıktı.

Bana gelince: Türkiye toplumunun büyük bir kesiminin geçirimsiz (impermeable) olduğu inancım pekişiyor. Bu, belediye seçimlerinden sonra çok büyük bir önem kazanacak olan araştırmayı bir tanıtım yazısıydı. Böyle bir verimli konunun peşini bırakamam!
Yazının Devamını Oku