Özdemir İnce

Türkiye, Birleşmiş Milletler’e nasıl üye oldu?

24 Şubat 2009
YAZI programı yaptığım ajandaya göre 24 Şubat 1945 günü, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı imzaladığı gün olarak görünüyordu. Bir tarihsel anımsama fırsatı olarak bu günle ilgili bir yazı yazmayı kafama koydum. Bir de Türkiye’nin BM’ye alınmasıyla ilgili bir "palavra" vardı ki, bunu da bir kez daha patlatayım diye düşündüm. Bu vesile ile kendileriyle görüştüğüm Türkiye BM görevlileri, 24 Şubat’ın bir karşılığı olmadığını söylediler. Olsun! Ben kafama koyduğum yazıyı yazıyorum. Hiçbir zararı yok!

Türkiye’nin BM’ye üye oluşunun önemli tarihleri şöyle:

* * *

2 Ağustos 1944 - Türkiye, İngiltere’nin isteği doğrultusunda Almanya ile ilişkilerini kesti.

3 Ocak 1945 - Türkiye, Japonya ile ilişkilerini kesti.

4 Şubat 1945 - İngiltere, Rusya ve ABD’nin bir araya geldiği Yalta Konferansı’nda, 1 Mart’a kadar Almanya ve Japonya’ya savaş ilan eden devletlerin San Francisco’da yapılacak konferansa katılmalarına ve Birleşmiş Milletler’e kurucu üye olabilmelerine karar verildi.

23 Şubat 1945 - Türkiye, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti.

28 Şubat 1945 - BM Beyannamesi, Türkiye maslahatgüzarı Orhan Erol tarafından ABD’de imzalandı.

25 Nisan 1945 - Türkiye, San Francisco’da 46 ülkenin katıldığı BM Uluslararası Örgütlenme Konferansı’na Dışişleri Bakanı Hasan Saka başkanlığında bir heyet gönderdi.

8 Mayıs 1945 - İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi üzerine düzenlenen "Birleşmiş Milletler Şenliği"ne Türkiye de katıldı.

26 Haziran 1945 -
Türk heyeti, BM Antlaşması ve Uluslararası Daimi Adalet Divanı Statüsü’nü imzaladı.

15 Ağustos 1945 - TBMM, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı kabul ederek BM’ye katılımcı olmayı resmen kabul etti.

24 Ekim 1945 - BM Antlaşması yürürlüğe girdi.

* * *

Yukarıda sözünü ettiğim "palavra"nın ne olduğuna gelince: Efendim, ne İsmet Paşa’nın ne de CHP’nin çok partili rejime açılmaya hiçbir niyet ve kararları yokmuş. Ancak Sam Amca ve dönemin ABD Başkanı Harry S.Truman, bizim Milli Şef’e, "Ey arkadaş, demokrasiye geç ve başka siyasal partilerin kurulmasına izin ver. Yoksa Birleşmiş Milletler’e giremezsin!" diyesiymiş? Yoksa "Bu sağır domuzu", Demokrat Parti’nin kurulmasına ve iktidara geçmesine izin verir miymiş!

Palavra bu ve inananı çok! Nasıl ki İsmet Paşa, İnönü savaşlarını kazanmamıştır; İnönü savaşlarında samanlığa saklanmıştır; 2. Dünya Savaşı’na girmeyerek Türklerin erkekliğini öldürmüştür. Marshall Yardımı programına Türkiye zaten Mareşal Fevzi Çakmak’ın güzel hatırına alınmıştır. Adı üstünde "Mareşal Yardımı"!..

* * *

24 Ekim 1945 günü kurulan Birleşmiş Milletler’in 50 kurucu üyesi arasında Arjantin, Çin, Etiyopya, Filipinler, Güney Afrika, Irak, İran, Küba, Mısır, Sovyetler Birliği, Lübnan, Suudi Arabistan, Suriye, Yugoslavya, Yunanistan gibi birbirinden demokratik (!) ülkeler bulunmaktadır.

Gidinin iftiracıları sizi!..
Yazının Devamını Oku

Sayın Avrupa Birliği’ne şikáyet ve ihbar!

22 Şubat 2009
SAYIN Avrupa Birliği, belki şair ve edebiyat yazarı olarak değil ama Hürriyet Gazetesi yazarı olarak beni gayet iyi tanırsın. Sana pek güvenmediğimi bilirsin. AKP hükümetinin kayığından aşağı inmeyen; demokrasi, özgürlük, insan hakları şiarlarını çarpıtan birine nasıl güveneyim? AKP konusunda yıllardır yaptığımız uyarılara gözünü ve kulağını kapatan sana! "Kemalist" ve "Devrimci" Türkiye Cumhuriyeti’nden pek hazzetmediğini ben de çok iyi biliyorum. Yani aramız şekerrenk, birbirimizden hoşlandığımız pek söylenemez.

Ama gene de iki uygar yetişkin olarak, senin sevgili AKP hükümetinin bir icraatını, sana, şikáyet ve ihbar edeceğim. "Dayısı" olarak gerçekleri benim ağzımdan da duyman gerek!

BENİM DÜŞÜNCEMDEN GAZETE CEZALANIYOR

Benim yazmakta olduğum Hürriyet Gazetesi’nin, Doğan Yayın Grubu’nun bir kuruluşu olduğunu mutlaka biliyorsundur. Senin de çok iyi bildiğin gibi ben Marksist-sol kökenli, demokrat, cumhuriyetçi, toplumcu ve devrimci bir halk yazarıyım. Hürriyet Gazetesi, bana, Fransa’nın, İngiltere’nin, Almanya ve İsveç’in herhangi bir sol gazetesinden çok daha geniş özgürlük alanları tanıyarak düşüncelerimi açıklamama, yazmama izin veriyor. Yazmakta olduğum 10 yıl içinde bir gün olsun yazılarımın içeriğine karışmadı ve buna karşılık her ay telif ücreti maaşımı banka hesabıma yatırdı.

Hürriyet Gazetesi ile yazar olarak benim ikili ilişkimizin nitelik ve kalitesi, Türkiye’ye, dünyanın demokratik ülkeleri arasında saygın bir yer sağlamaktadır. Ancak, AKP Başbakanı’nın ve hükümetinin Hürriyet Gazetesi’ne reva gördüğü muamele, ne yazık ki, ülkemizi Ortadoğu’nun ve Afrika’nın feodal ülkeleri düzeyine getirmektedir.

Sizin büyük ailenize katılmak isteyen (!) AKP hükümeti, benim "düşünceyi açıklama özgürlüğü"mden ve bu özgürlük bağlamında kendisine yönelttiğim ciddi eleştirilerden hoşlanmamakta ve bu nedenle Hürriyet Gazetesi’ni ve dolayısıyla Doğan Yayın Grubu’nu cezalandırmak istemektedir.

DAVAYI KAZANDIK YA O GEÇEN SÜRE

Hiçbiriyle görüşmedim ama, benim gibi Hürriyet Gazetesi’nde yazan meslektaşlarım, Doğan Yayın Grubu’nun öteki gazete ve dergilerinde yazan arkadaşlarım da, büyük bir olasılıkla bu şikáyetname ve ihbarımı kendi adlarıyla imzalarlar.

Basından öğrendiğimize göre, AKP hükümetinin Maliye Bakanlığı’nın vergi idaresi, Doğan Yayın Grubu’na 826 milyon liralık bir vergi cezası kesmiş. Vergi uzmanlarına göre bu cezanın yanlış ve zorlama yorum’dan başka hiçbir yasal dayanağı yok.

Şimdi diyeceksin ki, Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir, o halde Doğan Yayın Grubu hakkını yargı önünde arasın. Arasın da, Doğan Yayın Grubu yargıya gitse bile, dava sonuçlanıncaya kadar cezanın taksimetresi işlemeye devam edecek; birkaç ay içinde ceza 1 milyar lirayı geçecek. Doğan Yayın Grubu bu cezayı ödedi ve açtığı davayı kazandı diyelim, bu sürede uğrayacağı zararı kimin ödeyeceği belli değil.

HEDEF HÜRRİYET’İ YANDAŞLARA PEŞKEŞ

Yerim bitmek üzere, AKP hükümetinin husumetinin hedefi: Hürriyet Gazetesi’ne ve öteki yayın organlarına el koymak ve bunları kendi yandaşlarına peşkeş çekmek. Sayın Avrupa Birliği, AKP hükümetine bir sor bakalım, Hürriyet Gazetesi’nden kendi rızamla ayrılacak olursam tezgáhladığı komplodan vazgeçer mi? Hiç olmazsa böylece Türkiye’nin her türlü demokratik namusu da kurtulur! İstersen Brüksel’e geleyim, hazırlanan tezgáhı yüz yüze konuşalım, ne dersin?
Yazının Devamını Oku

Eti senin kemiği benim

21 Şubat 2009
16 Ocak 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde "Kasım Cindemir/Washington" imzalı bir haber yayınlandı:

"ABD’nin New Jersey Eyaleti’nde yaşayan 3 yaşındaki Adolf Hitler ve iki kız kardeşi, ailesinden alınarak devlet denetimine verildi. Adolf Hitler Campbell ve kız kardeşleri Joyce Lynn Aryan Nation Campbell ve Honszlynn Hinler Jeannie Campbell, Eyalet Gençler ve Aile Hizmetleri Dairesi’nin (DYFS) bakımına girdi. Çocuklarına Nazi adı veren baba Heath Campbell’in mahkeme önüne çıkması bekleniyor. Aile, geçen ay, 3 yaşındaki Adolf Hitler için doğum günü pastası sipariş vermiş, ancak "ShopRite" süpermarketi pastaya isim yazmayı reddetmişti."

ANNE BABA TEHLİKESİ
Sadece dünyada değil Türkiye’de de çocuklar için en büyük tehlike, ana-babalar! Yazımın başlığını düşünelim: Eti Senin Kemiği Benim! Çocuğu mahalle mektebinde hocaya, arastada ustaya teslim ederken söylenen ünlü cümle... "Ne yaparsan yap şu velede okuma-yazma öğret; zanaatını öğret!" anlamında... Bunun üzerine hoca "veled"i mektepte falakaya yatırır, usta arastada "veled-i zina"nın kulağını koparır, gözünü patlatır.

Şu anda da bu kafada olan ana-babalar var ama çocuğun eti de kemiği de kendisine aittir ve bu et ve kemik toplamı üzerinde ne ana-babasının, ne yakın ya da uzak akrabalarının, ne velisinin ne de devletin -koruma ve gözetme dışında- tasarruf hakkı vardır!

TESLİM EDİYORLAR

Yazının Devamını Oku

Kuran kurslarında yaş sınırı

20 Şubat 2009
"KURAN kurslarında yaş sınırı" ya da "Çocuklara Arapça Kuran öğretmeli mi, daha doğrusu ezberletilmeli mi?" Yazının adı ikisi de olabilir! Yazımın konusu bu!
CHP’nin Kuran kursuna doğru yaptığı tutarsız ve nedensiz açılım, beklediğim fırsatçı tepkilere yol açtı. CHP cini şişesinden çıkardı!

Fırsatçı tepkilerden biri Sabah gazetesi yazıcılarından Nazlı Ilıcak’ın "Tam zamanı" başlıklı fetvası: "Kocaeli Belediye Başkan adayı Sefa Sirmen’in ’her mahalleye Kur’an kursu’ vaad ettiği şu sıralarda, Kur’an kursuna gitme yaşını ilköğretimi bitirme şartına bağlayan düzenlemenin değiştirilmesinin tam sırası. Dünyanın hiçbir yerinde anne babanın onayı alındıktan sonra, din eğitimi yaşla sınırlanamaz. Bu çarpıklık 28 Şubat’ın bize armağanıdır. AK Parti hükümeti, bu istikamette bir adım atsa, acaba CHP ne diyecek? Merak etmemek mümkün değil." (Sabah, 10.02.09)

* * *

Biraz sonra açıklayacağım bilimsel nedenlerden dolayı fetva sahibesi ile tartışmaya girecek değilim. Büyük Birlik Partisi (BBP) lideri ve Sivas milletvekili Muhsin Yazıcıoğlu da "Kambersiz düğün olmaz" misali konuya bodoslamadan dalıyor ve TBMM’deki siyasal partilere çağrı yapıyor: "Hazır CHP de açılım yapmışken gelin Kur’an kurslarındaki 12 yaş sınırını kaldıralım. 12 yaşından sonra çocuklara Kur’an öğretmek zordur" diyor (Vakit, 11.02.09).

* * *

"Öğretmek"
ve "öğrenmek" fiilleri kullanıldığına göre konuya olabildiğince bilimsel pencereden bakalım. Mademki çocuklara Kuran öğretmek söz konusu ediliyor, o halde pedagoji ve teoloji (ilahiyat) bilimlerinden yardım istemek zorundayız.

Pedagoglar öğrenmenin bir yaş sınırı (alt sınırı vardır ama üst sınırı yoktur) olduğunu söylerler. Çocuklara İslam ilahiyatı öğretmek mümkün mü? Aritmetikte çarpım tablosu ve dört işlem, geometri, fizik, kimya, tarih, coğrafya ve benzeri disiplinlerden habersiz bir çocuğa dinle ilgili olarak ancak safsata ve hurafe öğretilebilir.

Kuran kurslarında, bu safsata ve hurafelerin dışında Arapça Kuran’ın kıraati öğretiliyor. Bu kurslarda öğreticilik yapan hocaların da yüzde 99.99’u Kuran Arapçasını bilmez. Arapçasını da, Türkçe meal anlamını da papağan gibi ezberlemiştir.

Çocuklara kendi dilleri olmayan, anlamadıkları bir dilde Kuran ezberletmenin pedagojik hiçbir yararı yoktur. Tam tersine, bu zorbalık psikolojik bozukluklara yol açar!

* * *

Bazı din bilginlerinin ileri sürdüğü gibi Kuran’ın Türkçe çevirisinden okutulup öğretildiğini varsayalım. Temel lise öğrenimi görmemiş bir Türk’ün Kuran’ın Türkçesini de anlaması mümkün değildir. İlkin Kuran’da geçen sözcük, deyim ve kavramların anlamlarının öğrenilmesi gerekir. Felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji bilmeyen biri bunu yapamaz!

Bu konuda Katolik mezhebinin kateşizm (catechisme) öğretim metodu örnek alınarak çocuklara İslam’ın beş şartı, temel dualar ve namaz kılma öğretilebilir. Kuran’da geçen menkibeler öğretilebilir. Bundan ötesi çocuklara işkence etmektir, başka bir şey değil. Kuran öğretme ve öğrenme yaşına ve tarzına gazete yazıcıları ve siyasetçiler değil pedagoglar karar verir. Okulda öğretim metodu öğrenmiş eski bir ortaöğretim öğretmeni olarak ben de bir ölçüde pedagog sayılırım. İsteyen saymasın!.
Yazının Devamını Oku

Televizyon tartışmaları

18 Şubat 2009
2009 yılının şubat ayında, 1970’lerin ortasında Ankara Basın-Yayın Yüksek Okulu’nda verdiğim "Televizyon Yazarlığı" derslerinin ders notlarını kitap olarak yayınlamayı düşünmeye başladım. Çünkü televizyonların yöneticilerinin de, çalışanlarının da ciddi bir eğitimden geçmeye gereksinimleri var. "Aptal sarışın" demeyelim ama "ekranda güzel kadın" tutkusu Türk televizyonculuğunun en büyük günahıdır. Yapım ve yönetimle ilgili bir günah!

Bir de cerre çıkmış sûhte-gán (softa, medrese öğrencileri) gibi televizyon televizyon gezip vaaz veren gazete yazıcıları ve üniversite hocalarının katılımcı olarak işledikleri günahlar!...

KADINI DÖVME HAKKI!

Ne televizyonun, ne moderatör ya da moderatristin (yani tartışma programı hakeminin) ne de program katılımcılarının adını vereceğim. Gereksiz! Çünkü başka televizyonlarda da her gün örnekleri var.

Sözünü ettiğim televizyondaki tartışmanın konusu "İslamda Kadın"; tartışma daha çok erkeğin kadını dövme hakkı üzerinde yoğunlaşıyor. Katılımcılardan ikisi din alimi, İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi. İşin trajikomik yanına değinmeden önce, programı programcılık açısından eleştireceğim: Bu türden özel konular sadece din programlarında tartışılmalı. Programın yöneticisi de, katılanları da konunun uzmanları olmalıdır. Dışardan seyirciler telefon ve e-mail ile, stüdyo seyircileri bizzat konuyla ilgili soru sorabilirler.

Ama konunun tehlikeli yanı: Dinin cevaz verdiği eylemi TC Medeni Kanunu cezalandırıyor.

Bu türden tartışmalarla insanların kafasını karıştırmayalım.

GÜZEL KADINA FIRÇA!

Sözünü ettiğim tartışma programının hakem-yöneticisi, aynı işi her türlü programda, uzmanı olmadığı konularda yapan güzel bir kadın, televizyonun kadrolu elemanı.

Sorduğu ham ve saçma sorularla din bilginlerinden birini çıldırtıyor. Din bilgini nezaketi mezaketi bir yana bırakıp televizyonun kadrolu elemanı güzel kadını iyice fırçalıyor; Kuran-ı Kerim’in Türkçe mealini okuyup okumadığını soruyor. Okumamış! "Öğrenmek için size soruyorum ya!" diye inliyor güzel kadın. Neredeyse ağlamak üzere.

Fakat ekranda izlenen program tepeden tırnağa yanlış:

1. Konunun uzmanı olmayan bir yönetici-hakem programı yönetiyor.

2. Konunun uzmanı olan üniversite hocaları durumu bile bile ekrana çıkıyorlar ve hakemin cehaletine sinirleniyorlar. Peki değerli hocalarım program yöneticisinin bilgi durumu neden ilgilendirmiyor sizi? Sıradan bir genç kadının dini tartışma programını yönetmesini neden kabul ediyorsunuz, kedinin fareyle keyiflenmesi gibi keyiflenmek için mi?

DİNİ Mİ ÖĞRENİYORLAR?

Aklıma gelmişken söyleyeyim: Türklere Kuran Kursları tamamen yanlış. Hele 18-20 yaşından küçük çocuklara. Kuran ayetlerinin Arapçasını ezberliyorlar. Peki dini mi öğreniyorlar? Yetişkin olmayan insanlara teolojik konuları öğretmek de yanlıştır. Çocuklara İslam’ın 5 şartını, namaz kılmayı, bazı temel duaları öğretmek yeter de artar bile.

Aynı hakem-yöneticilerin hem moda programlarını hem de dini programları yönettiği televizyonlarda bu konuyu ele alan programlara rastlamadım. Tasvirini yaptığım televizyonun yöneticileri konunun uzmanı bir hakem bulup bu konuyu tartışmaya açmalı.
Yazının Devamını Oku

Medeni Kanun’un kabulü (1926)

17 Şubat 2009
MUSTAFA Kemal Paşa, 1 Kasım 1925 günü TBMM’nin İkinci Dönem Üçüncü Yasama Yılı’nı açarken "genel hayatımızı yeni baştan düzenleyecek yasalar"ın haberini veriyordu. Hükümetin "Adli Reformlar" konusunda hazırladığı tasarı, 24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunuldu. Ve bu tasarı 17 Şubat 1926 tarihinde "Türk Medeni Kanunu" adıyla TBMM’de kabul edildi. 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi. Her şey 11 ay 3 gün gibi kısa bir sürede oldu, tasarı gerçekleşti.

* * *

Sağıyla solunu karıştıran "Entello" tayfası, Cumhuriyet’in Medeni Kanunu İsviçre’den, Ceza Yasası’nı "Faşist" İtalya’dan aldığını söyleyerek dalgasını geçer. Taze Cumhuriyet’in kuruluşundan 2 yıl 3 ay 19 gün sonra çıkardığı yasayı, TBMM ancak 1 Ocak 2002 tarihinde değiştirebilmiştir. Tamamen değiştirmekten çok yenilemiştir.

1 Mart 1926’da çıkartılan Türk Ceza Kanunu, 12.10.2004 tarihine kadar yürürlükte kaldı. 1889 İtalyan Zanardelli yasası esas alınarak yapılan bu yasa ancak 2004 yılında tamamen değişti. Bugün konumuz değil ama 1889 tarihinde İtalya’da faşizm mi vardı?

Cumhuriyet’e atılan pis iftiralar fos çıktıkça midem bulanıyor. Tıpkı şu anda olduğu gibi!

* * *

Türk Medeni Kanunu ile:

Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı.

Evlilikte resmi nikáh zorunluluğu getirildi.

Erkekler için tek eşle evlilik esası getirildi.

Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı.

Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale getirildi.

Patrikhane’nin din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı.

Ve Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak, kadınlara siyasal alanda haklar tanındı:

1930’da belediye seçimlerine katılma hakkı.

1933’te muhtarlık seçimlerine katılma hakkı.

1934’te milletvekili seçme ve seçilme hakkı.

* * *

Türk Medeni Kanunu’nu hazırlayıp çıkartan insanlar, günümüz entelloları, İslamcıları, yeni mürtecileri ile kıyaslanmayacak oranda bilgili ve entelektüel idiler. Yasanın mimarı, Adliye Vekili Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt’un hazırladığı gerekçede Cumhuriyet’in temel perspektifi, toplumsal ilerleme ve gelişme idi: "Yasaları dine dayanan devletler, kısa bir zaman sonra memleketin ve milletin isteklerini tatmin edemezler. Çünkü dinler değişmez hükümler ifade ederler. Hayat yürür, ihtiyaçlar sürekli değişir, din kanunları, mutlaka ilerleyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir değer, bir anlam ifade etmezler. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur... Esaslarını dinlerden alan yasalar uygulanmakta oldukları toplumları, (gökten Ö.İ.) indikleri ilkel devirlere bağlarlar ve gelişmeye engel belli başlı etken ve unsurlar sırasında bulunurlar." (Tutanak Dergisi, 17.2.1926 tarihli 57. birleşim)

Benim ekleyecek bir şeyim yok! Ama bir sorum var: Ruh ve kafa sağlığı yerinde bir kadın, kendisini esaretten kurtaran bir yasa yapan Cumhuriyet’e nasıl karşı olur?
Yazının Devamını Oku

Nedret Gürcan’ın ’Hoşça Kal Dinar’ı

15 Şubat 2009
3 Şubat 2009 tarihli yazımda arkadaşım Nedret Gürcan’ın, "Hoşça Kal Dinar" anı kitabıyla Prof. Dr. Binnaz Toprak araştırma raporuna yaptığı katkıdan söz etmiştim. Bugün Nedret Gürcan’dan, ailesinden, eylemlerinden söz edeceğim.

Yazımın anafikrini ve sonuç bölümünü burada söyleyip yazımın gelişme bölümüne geçeceğim: 1930, 1940 doğumlu olup eli kalem tutanlar ve tutmayanlar, anılarınızı yazın ve yazdırın. Çünkü sizlerin bırakacağınız anı metinleri, taammüden (tasarlanarak) işlenen bir siyasal cinayete tanıklık edecektir. Cumhuriyet’i ve onun gündelik hayatını ve ideallerini gelecek kuşaklara aktaracaktır.

İMPARATOR OSMAN

Yıllarca önce yazdığım bir yazıda, Gürcan ailesini ulusal (milli) Anadolu burjuvazisi için örnek olarak göstermiştim. 1960’lardan söz ediyorum. Ben bu aileyi, Sandıklı Ortaokulu’nda Fransızca öğretmenliği yaparken, 1960 yılının ekim ayında tanıdım.

Nedret, 1877 Arhavi doğumlu Hafız Ali Niyazi’nin torunu. Babasının adı Osman. Ben "İmparator Osman" derdim. Dede İstanbul’da zorluklar içinde okumuş ve kadı olmuş. Kadı olarak, Rize’nin adı o zamanlar Atina olan Pazar İlçesi’ne atanmış. 1916 yılında yörenin Rus işgaline uğraması üzerine aile 1917’de Dinar’a göç etmiş. Dede burada da kadı. Ve ailenin varlığı 2007 yılına kadar 90 yıl sürmüş Dinar’da.

Kadı Hafız Ali Niyazi, Arhavi’den yaylı arabalarla Dinar’a giderken "Arhavi’den çıktık yola / Denizi alarak arkamıza / Altımızda yaylı araba / Gidiyoruz Dinar mechuline" diye tekrarlarmış.

BÜYÜK KENT GİBİ

Tanıdığım dönemde, Gürcan ailesi Dinar’ın en zengin ailelerinden biriydi. Ticaret yapıyorlardı ve çok modern bir un fabrikaları vardı. Ürettikleri unu ve irmiği Türkiye’ye satıyorlardı. Kütüphanesi ve duvarlarında resimler olan büyük bir evleri vardı. Nedret’in kardeşleri ve amca oğulları Galatasaray Lisesi’nden sonra yurtdışında eğitim görmüşlerdi. Ama hepsi Dinar’da yaşıyorlardı. En pahalısını satın alacak durumda olmalarına karşın ailenin bir otomobili bile yoktu. Yazıhaneden fabrikaya kiralama faytonla gidip gelirlerdi.

Ben de Dinar’a Sandıklı’dan trenle gelip un taşıyan kamyonların şoför mahallinde dönerdim.

Dinar’da İmren Oteli’nde kalırdım. Otelin altındaki İmren Lokantası Dinar’ın içkili yemek yenilen lokantalarından biriydi. Kasabanın eşraf ve memurları, bankacıları bu lokantada yemek yerlerdi. Bu insanların İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde yaşayan insanlardan hiçbir farkları yoktu. Kadınlarının ve kızlarının da...

SANKİ BİR MASAL!

Nedret Gürcan sağlık nedenleriyle ortaokuldan yukarısını okumamıştı ama otodidakt (kendi kendini yetiştirmiş) bir entelektüeldi. 1950’lerde Dinar’da "Şairler Yaprağı" adlı bir şiir dergisi çıkartıyordu. Bu dergi, Türk edebiyat tarihinin en önemli dergilerinden biridir. Daha sonra "Mavi" ve "İkinci Yeni" şiir akımlarını kuracak olan şair ve yazarlar bu dergide yazıyorlardı. Nedret Gürcan ve "Şairler Yaprağı" sayesinde Dinar sadece edebiyatçıların değil ressamların, sinemacıların, müzisyenlerin Ege bölgesinde en önemli durak yeriydi.

Size, Heyamola Yayınevi tarafından yayınlanan "Hoşça Kal Dinar"ı mutlaka okumanızı salık vereceğim. Bir zamanlar Türkiye’de Dinar gibi kasabalar, Gürcan ailesi gibi aileler de vardı, varmış!.. Sanki bir masal!..
Yazının Devamını Oku

İki kadın arasında

14 Şubat 2009
BİRİ İslamice tesettürlü, öteki modern giyimli iki Türk kadını bir gazetede bir araya gelmiş sohbet ediyorlar. Kendi dünya görüşlerinden, yaşama tarzlarından, eğlenme biçimlerinden, erkek milletinden söz ediyorlar. Sadece iki Türk değil dünyanın herhangi bir ülkesinde iki kadın da aynı şeyleri konuşurlar. Ancak bizim ikili aslında çaktırmadan bir rejim tartışması yapıyorlar. En azından tesettürlü olanı kesinlikle rejim tartışması yapıyor.

Belki bu ikisi değil ama bu ikisinin mensup olduğu kadınların ideolojileri çok başka. Çünkü bu ikili ne denli özgür düşünceli, ne denli hoşgörülü olduklarını bize kanıtlamak için birbirleriyle yarışmaktalar. Gerçek temsilciler asla yarışmaz bu konuda. Bence, tartışmak için bir araya gelmeleri de yapay ve zorlama. Tam anlamıyla bir "show business". Gösteri!

MAĞDURE MÜSAMERESİ

Geleneksel giyimli ve örtülü, kendini dindar olarak tanımlayan bir cahil kasabalı kadın için kendisi gibi olmayan, hele şehirli, alafranga giyinen, "İstanbullu" tiplemesine uyan kadınlar ve kızlar en azından hafifmeşreptir."İstanbullu kadın" Cumhuriyet kadınıdır. "Cahil kasabalı kadın" olarak tanımlayabileceğimiz kadın kendini politik ve ideolojik olarak bir yere oturtamaz. Zaten böyle bir yeri yoktur. Sadece toplumsal olarak değil siyasal olarak da ailesinin erkeklerinin yanında sığıntıdır.

Sorun okumuş, örtülü, kendini dindar olarak tanımlayan kadınla başlıyor. Bu kadının bir Cumhuriyet kadını olmadığı kesin. Kalçasını kırıp, gözlerini süzerek kameraya poz veriyor, şalvarla deniz giriyor; 4x4 spor arabalar kullanıyor; üniversiteyi bitirdiği halde çalışamıyor. Gazetecilik yapanları bastırılmış-bastırılmamış cinsellik tartışmalarına giriyor. Aşka inanıp inanmadığını, en gösterişçi kadınlarla münazara ve münakaşa ediyor. Aşka inanıp inanmaması, kendi mahallesinden sevgilisi olup-olmaması bizce önemli değil. İsterse görücü usulüyle evlendiği kocasının ayaklarını yıkadığı leğendeki suyu şifa niyetine içsin, bu da bizim için önemli değil! Ebedi mağdure müsameresine çıkan bu kadın Cumhuriyet kadınının olamadığı kadar aşırı politik. Oysa karşısındaki Cumhuriyet kadını tipik bir "apolitik"!

KAPILARI KAPALI KADIN

Başı ve vicdan kapıları kapalı kadın, "Çokeşliliğin savunulabilir bir yanı yok. Kadın-erkek eşitsizliğini de derinleştiriyor. Ama diğer taraftan, gönüllere ipotek koyamazsın. Biri bir başkasını sevdi ve başkasıyla birlikte olmak istiyor diye kalkıp dünyayı onun başına yıkamazsın. Mevzunun çözümü var: Eşi bir başkasına aşık olan ve tepesine ikinci hanımı getiren kadın boşansın. Tabii para kazanabiliyorsa. Ekonomik durumu iyiyse. Bu nasıl mümkün olur? Kadın eğitim alırsa, mümkün olur. Peki tepesine ikinci hanım getirilme riski yüksek çevrelerde yaşayan kadınlar, çoğu başörtülü olan kadınlar eğitim alabiliyor mu? Hayır. Bu çevrenin kadınlarına eğitimin kapısını kapayanların, sonra dönüp bu kesimi ’Sizin adamlarınız da böyle, dininiz de böyle’ demeleri yanlış. Asıl ikiyüzlülüktür bu!" diyor.

3. SAYFADAKİLER

Bütün felaket türban yasağından kaynaklanıyormuş(!)... Gazetelerin ikinci ve üçüncü sayfaları kocalarına ihanet eden, aşkı uğruna kocasını öldüren başı örtülü ve örtüsüz kadınlarla dolu. Bu bir gerçek! "Bu çevrenin kadınlarına eğitimin kapısının kapalı olduğu" ise tamamen yalan! Ancak Cumhuriyet kadını rolünü üstlenen kadının, bu yalana karşı "Ooo, bu tartışma bitmez?"den başka söyleyecek bir şey bulamaması ise tam anlamıyla bir skandal! Mademki kendini savunamıyorsun, o zaman bu işlere karışma!
Yazının Devamını Oku