10 Nisan 2009
LAİKLİK ilkesi 10 Nisan 1937 yılında Anayasa’ya girmişti, girdi. Ama bu olay kadar önemli başka işler de var. Bunları, özet olarak, Türkiye’yi laikleştiren yasalar olarak tanımlayabiliriz:
3 Mart 1924, Cumhuriyet tarihimizin 23 Nisan 1920 ve 29 Ekim 1923 kadar önemli bir günüdür. 3 Mart 1924 tarihinde çok önemli üç yasa çıkartıldı: (1) Şeriyye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Başkanlıklarının kaldırılmasına dair kanun; (2) Tevhid-i Tedrisat Kanunu; (3) Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti Toprakları Dışına Çıkartılmasına dair kanun. (Bk: Atatürk Araştırma Merkezi’nin yayınladığı "Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar").
29 Mart 2009 yerel seçimlerinin sonucu olarak ortaya çıkan haritayı çizen fesat, 3 Mart 1924’ten sonra örgütlenmeye başladı.
GÖRMEMEK ŞAŞIRTICI
29 Mart seçimlerinden sonra kimi allame takımı CHP’nin görece başarısını yorumlarken, "Bak biz sana şu türban ve laiklik saçmalıklarını dillendirme, halkın değerlerine dil uzatma, başka konulara el at demiştik; bak dediğimizi yaptın ve oyun yüzde 23’e çıktı" diye buyuruyorlar.
CHP’nin görece başarısı ile laiklik ve türbanı gündeme getirmemesinin hiçbir ilişkisi yoktur. Bu iki devedikeni gündeme gelmemiştir, çünkü iktidar türban defterini açmamış ve laikliliği tekrar yorumlamak gerektiğini söylememiştir, söyleyemedi. Çünkü, Anayasa Mahkemesi’nin laiklik karşıtı odak olduğuna dair aldığı cezalı karar, AKP’nin açıkça laiklik düşmanlığı yapmasına engel oldu. Bu durumda CHP’nin laikliği gündeme getirmesine gerek mi var?
Allame takımının bu kadar açık bir gerçeği görememesi çok şaşırtıcı.
% 23’ÜN TERCİHİ
Devrimci bir cumhuriyet partisi, gerektiğinde, bu iki konuyu neden dile getirmesin, imam hatip okullarının yarattığı tehlikeyi ve laik okulların İslamileştirilmesi operasyonunu neden işlemesin? Halkın hassas kalbini kırmamak, oy kaybetmemek, aksine oy kazanmak için mi?
10 Nisan 1937 tarihinde Anayasa’ya konan laiklik ilkesiyle Müslümanlık devlet dini olmaktan çıktı; devlet ve dinin ayrılması kesinleşti. O kadar! Bu gerçeği tarikat düzenleri, dinsel cemaatler ve bütün vatandaşlar kabul etmek zorundadırlar. Kabul etmezlerse suç işlemiş olurlar. Ama suç işleyenlerin suç eylemleri es geçilmekte, Anayasal düzen ve yasal düzenlemeleri savunanlar kınanmakta! Alçaklığın bu kadarına da pes doğrusu!
Allame takımına bakacak olursak halkı gücendirmemek için bu önemli günün üstünü örtüp kutlamamalı. Olur mu öyle şey? Tam tersine, kazandığı "uygarlık" eksiksiz anlatılmalı!
Şundan kesinlikle eminim ki CHP’ye oy veren seçmenin yüzde 23’ünü temsil eden kesim, bu partinin türban ve laiklik politikalarını onayladığı için oy vermiştir. Gerisi safsata!
75 YIL DAHA
Sivas Mebusu Necmeddin Sadık (Sadak), Aralık 1933 tarihli Ülkü Dergisi’nde yayınlanan "Laiklik Ne Demektir?" başlıklı yazısında "laik ahlak"tan söz ediyor: "Ahlaki kaideleri vücude getiren şey, filan veya filan dinin değişmez nasları (dogmaları) değil, cemiyetin mütemadiyen değişen, yani ahlakın dinler ile münasebeti kalmadığı artık münakaşaya bile değmiyen bir mevzudur. Eğer, dinin ahlak üzerinde tesiri kalsaydı, aynı dine mensup olan cemiyetlerde muhtelif ahlak telakkilerine tesadüf edilemezdi. Halbuki, iki Müslüman memleketinde büsbütün farklı ahlak kaideleri görüyoruz."
Aradan 75 yıl geçmiş! Uygarlık yolu, gerekirse, 75 yıl daha inatla, inançla anlatılacak.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2009
TİPİK bir İslamcı ya da imam hatiplinin zihinsel yapısını teşhir etmek için, dünkü yazımı özellikle yayınladım. İmam hatiplinin ayyaşı, ateisti, komünisti olur mu? Olur! Ben gördüm, böyle acayip tanıdıklarım oldu. Gençliğimde içki arkadaşlarımdan biri Ankara İlahiyat Fakültesi mezunuydu, içkici ve zampara idi. Genç bir ilahiyatçı-felsefeci dostum ciddi bir ilahiyatçının dinci olmayı bir yana bırakın, dindar olamayacağını da söyler.
Yani imam hatiplilerin türlü çeşitli olduğunu söyleyenler var. Bu türlü çeşitlilik "marjinalite" ile sınırlı ise doğru olabilir. İmam hatipler de askeri liseler gibi tek tip insan yetiştirir. Bu doğaldır, zorunluluktur. Askeri liseden imam çıkmamalı; imam hatipten de asker (astsubay, subay) çıkmamalı. (Şimdi bana ABD ordusundaki rahipleri örnek gösterecekler. Aynı şey değil. ABD ordusunda din adamı kökenli muharip general var mı?)
İmam hatipli ana gövdenin "Cumhuriyet" ve "Devrim"le bir sorunu olmadığını söyleyenler, AKP hükümetinin her göreve neden bu okul mezunlarını tercih ettiğini açıklayabilir mi?
A&G araştırma şirketinin sahibi Adil Gür "İmam hatipli olmak yükselen değer. İktidardan yararlanmak isteseydim ’Selamun aleyküm’ der kapılarını çalardım’ (Vatan Pazar, 05.04.09) diyor ki bunun anlamı çok açık.
RUHBAN OKULUNDAN CAMİYE İMAM OLUR MU?
Şu anda imam yerine "imam-vali" gibi melez türler yetiştiren imam hatip okullarının da, bu okuldan mezun olanların da düşmanı değilim. Sorun başka yerde: İmam hatip okullarının kuruluş amaçlarına uygun olarak sadece din adamı olarak istihdam edilmeleri gerektiğini düşünüyorum. İmam-başbakan, imam-cumhurbaşkanı, imam-vali, imam-danıştay üyesi, imam-Anayasa Mahkemesi başkanı üreten, üretecek zorlama ve yapay yöntemlere karşıyım.
Tıpkı Hıristiyan ruhban okullarından ya da teoloji fakültelerinden mezun olan Hıristiyan din adamlarının Türkiye’deki camilere imam, Diyanet İşleri Başkanlığı kadrolarına uzman olarak atanmaları gibi bir saçmalık..
Ortaöğrenimini imam hatip lisesinde tamamlamış bir Prof. Dr.’un YÖK üyesi olması Hagion Oros (Aynoroz)’da eğitim görmüş bir Ortodoks papazın DİB Din İşleri Yüksek Kurulu’na üye ya da DİB’e başkan olmasından farksızdır.
Ama Vatikan dışında dünyanın ikinci din adamı başbakanı bizde: Son Osmanlı Padişahı ve Halife namıyla maruf I. Recep Tayyip Erdoğan.
EN BÜYÜK SORUMLU İMAM HATİPLERDİR
Şu anda Türkiye’nin en önemli sorunu bence imam hatip okulları. Nedenini 29 Mart seçim sonuçlarının haritasına bakarsanız anlarsınız. Cumhuriyet ve devrimlerinin amacı türdeş (homojen) geçirgen bir toplum yaratmaktı. Parçalardan, "unsurlar"dan oluşsa da kendi içinde uyumlu bir türdeşlik; çevreye ve öteki unsurlara açık yani geçirgen bir türdeşlik.
Türkiye’de ne yazık ki durum tersine: Geçirimsiz (empermeabl) ve ayrışık (heterojen) bir yığışım. Yani birbirine kapalı, iletişimsiz, etkileşimsiz adacıklar halinde yaşayan bir insan yığışımı. Tıpkı bin yıllık Osmanlı cemaatler toplumu gibi!
Cumhuriyet, bu karmaşaya son vermek için 3 Mart 1924 tarihinde 430 sayılı Öğrenim Birliği Yasası’nı (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) çıkartmış ve imam hatip okullarını genel öğretimden ayırarak ona özel bir statü vermişti. Türkiye’nin bugünkü parçalanmışlığının en büyük sorumlusu "imam-vali" yetiştiren imam hatip okullarıdır.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2009
İMAM hatip liseleri konusunda yazılarıma kızan bir okura, bu okulları eleştirenlere din düşmanı muamelesi yaptığı için, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu bilip bilmediğini sormuştum. Bana aşağıdaki metni gönderdi ve kaygılarımda ne kadar haklı olduğumu kanıtladı. Bilginize sunuyorum: * * *
"Günümüzdeki imam hatip liseleri, Hz. Peygamber ve Sahabe-i Kiram dönemindeki din eğitimi ve öğretimi veren kurumların özelliklerini yansıtmak ve devlete din adamı yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. Hz. Peygamber döneminde ilk eğitim ve öğretim kurumu El Erkam adlı bir sahabenin evi olmuştur. Onun evinde gizli gizli gerçekleşmiştir (1). Daha sonra İslamiyet’e giren insanların sayılarının artması ve devlet haline gelmeleri onlar için, bu dinin öğretilerini anlatmada gereklilik taşıyan müesseselerin varlığını zorunlu hale getirmiştir. Başlangıçta bu tür eğitim veren kurumlara ihtiyaç olmamıştı. Buraların görevlerini camiler ifa etmekteydi. Özellikle Hz. Peygamber döneminde insanların eğitim ve öğretimiyle bizzat ilgilenen kişi Hz. Peygamber olmuştur. Vefatından sonra da bu işi halifeler önderliğinde ve Hz. Peygamber’in eğitiminde bulunmuş hafızlar ve değerli sahabiler devam ettirmişlerdir.
Bazı şeyleri Kuran’da ve hadiste bire bir görüp uygulayamazsınız. İslamiyet’te, Kuran’da ve sünnette bire bir bulamadığınız olayları din alimleri içtihat yoluyla kapatmaya çalışmışlardır. İçtihat hükmünün de şartlı olarak serbest bırakıldığını bizzat Hz. Peygamber döneminde Yemen’e vali olarak atanan Muaz Bin Cemel’le Hz. Peygamber’in konuşmasında açık ve net olarak görmekteyiz (2). Sonraki yıllarda İslam topraklarının genişlemesi, İslamiyet’in sistemik bir şekilde anlatılabilmesi için eğitim ve öğretim kurumlarının zorunluluğunu ortaya koymuştur. Buna paralel olarak da ilk açılan medrese, kayıtlara göre Hicret’ten 315 yıl sonra yani miladi takvime göre 937 yılında Türkistan’ın Buhara kentinde olmuştur (3).
Buraya kadar anlattıklarımın sonrasında,
1- İmam hatip liseleri, din görevlileri çıkarmayı amaçlamıştır. Ancak bu, şu anlama gelmemelidir. Oradan mezun olanlar başka alanlarda ihtisas yapamaz. Eğer bu ayrımı yapacak olursak, Mahsun Kırmızıgül de yönetmenlik yapmasın, ünlüler de gazetelerde köşe yazarlığı yapmasın, mühendislik mezunu okuyanlar da politikaya atılmasın, işadamları da basın sektöründen çekilsin gibi beraberinde birçok kısıtlamalar getirilmesi ve bu kısıtlamaların da Anayasal güvence altına alınması gerektiğini ileri sürerim. Kısacası, kim nereden mezun olacaksa o işi yapsın derim.
2- Din alanında bir konuya yorum getirmek için, bugünkü hukuk mevzuatımızda da var olan içtihat kapısının açık olduğunu bildirmek isterim.
3- Eğer Kuran’a ve hadise göre düşünmek istiyorsanız, bugünkü üniversite kavramı da Kuran’da bulunmamaktadır. İnsanların nasıl namaz kılacağı da, nasıl abdest alacağı da bulunmamaktadır.
4- Yine Kuran ve sünnete göre düşünmek istiyorsanız, faizle işleyen sistemin, kumarhanelerin, fuhuş evlerinin kökten kaldırılması lazım. Adalet mekanizmasının toptan değişmesi ve emri bil maruf nehyi anil münker sözünün yani iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir mekanizmanın insanların vicdanlarına yerleştirilmesi lazım, ki bu da eğitim ve öğretim yoluyla olur. 5- Ve son olarak, imam kelimesine de bakacak olursak, kelime imamet etmek, yani önderlik etmek anlamındadır. Önderlik etmek kelimesi de siyasal kavramdır ve siyasal anlam taşıyan bir ibaredir. Bunun için de imam hatip konusunun başlığı bile en başından gerçek anlamıyla bakacak olursak, onların imamet etmede yani liderlik etmede bir sakıncalarının bulunmadığını da ortaya koyar..."
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2009
BARBARLIKLARI, tutsaklıkları, zevksizlikleri, ilkellikleri bir günlüğüne bir yana bırakıp bugün "uygarlık"tan söz edelim: Eskişehir Anadolu Üniversitesi Senfoni Orkestrası şefi Burak Tüzün’den 21 Ocak 2009 tarihli bir mektup ve bir CD geldi, aldım. Kendisine çok teşekkür ederim. Yanıtım epeyce geç oldu, ama Burak Tüzün’ün bana anlayış göstereceğini umuyorum.
* * *
"Sayın Özdemir İnce,
Ben Anadolu Üniversitesi Senfoni Orkestrası’nın Genel Müzik Direktörü’yüm. Senfoni Orkestramızın, üniversitemizin 50. yılı dolayısıyla bir kültür armağanı olarak projelendirdiği CD’yi size gönderiyorum. Bu kayıt orkestramızın bu formattaki ilk yayını. Orkestramız akademik kimliğine de uygun repertuvarlar seçerek bu gibi etkinliklerine devam edecek. Rektörümüz Prof. Dr. Fevzi Sürmeli’nin desteğiyle bu etkinliklerin, üniversitelerin kültür politikalarında kalıcı şekilde yer alabilmeleri için çalışıyoruz. Tüm üniversite sanat kurumlarının, birimlerinin dayanışma içinde çok güzel hedeflere varabileceğini biliyoruz.
Üniversitemiz 50. yıl kutlamaları dolayısıyla Eskişehir’in ilçelerine ve çevre ilçelerde verdiği konserlerle bizi dinlemeye salonumuza gelemeyen insanların ayağına, ilgi çekecek programlarla gitmek bizim için bir onur oldu. Mersin Üniversitesi Akademik Oda Orkestrası ile beraber her yıl bir arayla gelerek konserler veriyoruz. Ortak çalışabilmenin güzel bir örneğinde üçüncü yıla giriyoruz. Tüm Türk bestecilerinin eserlerini -özellikle az bilinen veya bilinmeyen- seslendirmeye çalışıyoruz.
Sizlerden ricamız, bizleri her zaman olduğu gibi inatla ve inançla desteklemeniz. Saygılarımı sunuyor, güzel günler diliyorum.
Burak Tüzün, Orkestra Şefi, ASO Genel Müzik Yönetmeni"
* * *
Yazının burasına gelince kalktım, Burak Tüzün’ün gönderdiği CD’yi müzik aletine koydum. 1965 doğumlu Semih Korucu’nun "Sarsılmışlar İçin Müzik" (Ölümle sarsılanlar için adagio; Savaşla sarsılanlar için adagio; Ayrılıkla sarsılanlar için adagio; Barış için sarsılanlara adagio; Özgürlük için sarsılanlara adagio). Derinlemesine anlamasam da kulağım iyi müziği tanır. Bu iyi bir müzik. Bir öyküsü var, teması olan bir müzik.
Daha sonra 1924 doğumlu Mersinli hemşerim Nevit Kodallı’nın "Sinfoniettası".
Son olarak 1921 doğumlu "Bilge" İlhan Usmanbaş’ın "Küçük Gece Müziği".
Semih Koru’nun müziği devam ediyor. Viyolonsel ve viyola seslerinin egemen olduğu tok sesli bir müzik.
* * *
Anadolu Üniversitesi hangi kentimizde? Eskişehir’de! Anadolu Üniversitesi’nin 1982-1994 yılları arasındaki rektörü kimdi? Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen idi! Yılmaz Büyükerşen kim? Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı 1999’dan bu yana yapan yaratıcı "Adam!"
Hayatta hiçbir şey rastlantısal değildir. Doğanın ve hayatın diyalektiğinin sonucu ortaya çıkan bazı şeyler tesadüfi gibi görünebilir ama bu gerçekte bir zorunluluk-gereklilik ilişkisinin sonucudur. Uygar Eskişehir’i kutlarım!
Kayseri’de, Kayseri Erciyes Üniversitesi’nde bir senfoni orkestrası, bir oda orkestrası var mı acaba? Meraktan soruyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2009
TARİKAT ve cemaat düzeninin Cizvitlerinden biri, pişkin bir samimiyetle beni teselli (!) ediyor: "Yahu Allah aşkına Özdemir Bey ne teokratik düzeninden bahsediyorsunuz. Aklınıza şaşıyorum. Bu yüzyılda artık böyle şeyler hayal edip bu yaşta kendinizi sıkıntıya sokmayın lütfen. Dünyaya sadece kendi pencerenizden bakıp inanan o kadar insanı cahil görmenizi şaşkınlıkla izliyorum. Dar kalıplarda kalıp değişen dünyayı okuyamadığınız kanaatindeyim. Saygılar."
(Türkiye haritasında yazılanları doğru okuduğum, doğru anladığım, her satırımı, her sözcüğümü bilinçle yazdığım için teselliye ihtiyacım yok. Ben sadece uyarıyorum!)
O MANŞET ALTI
Tabii ben de hemen "Benim aklıma şaşanlar varmış, ayıp oluyor" diyerek yorumlarımdan vazgeçeceğim (!). Ben ne yazdığımın farkındayım. Ne kadar farkında olduğumun kanıtı da 31 Mart 2009 tarihli bir İslamcı gazetenin manşet altı açıklaması:
"CHP kurmayları ve CHP yandaşı kartel medyası ile ekranlara çıkan uzman sıfatlı provokatörler, yüzde 39 oya rağmen, ’AK Parti’nin oy kaybettiğini, seçmenin sarı kart gösterdiğini’ iddia ettiler... Aynı mihraklar, seçim öncesi çirkeflik ve şirretliklerini seçim sonrası sergilemekten geri kalmadılar? Oysa AK Parti’nin eksilen oyları SP ve BBP’ye gitti!"
YENİ FETRET DÖNEMİ
Anlaşıldı mı Vehbi’nin kerrakesi? AKP’nin kaybettiği oylar nereye gitmiş? Saadet Partisi (yüzde 5.16) ile Büyük Birlik Partisi’ne (yüzde 2.23) gitmiş. Gazete, "Oy gitti ama yabana gitmedi!" diyor. Türkiye gelip bu noktaya tıkanmıştır: Fetret dönemi derebeylikleri.
Osmanlı’nın yıkılış döneminde de böylesine bölünmeler vardı: Panislamcılar, pantürkistler, ayrılıkçı azınlık dernekleri ve ilerde ulusal devleti kuracak olan yenilikçiler.
Yenilikçiler ulusal devleti kurdular, ulusal birliği sağladıklarını sandılar. Ama şu anda karşı karşıya bulunduğumuz yeni fetret dönemi bu birliğin (panislamcıların direnmeleri yüzünden) gerçekten kurulamamış olduğunu gösteriyor.
SON DÖNEMEÇ
29 Mart 2009 yerel seçimlerinde ortaya çıkan tabloyu gözünüzün önüne getirin:
Akdeniz ve Ege kıyıları, Trakya’nın tamamı ve Karadeniz kıyılarında birkaç cep ve köprübaşı: Çağdaş cumhuriyet ve demokrasiyi temsil eden CHP’nin kazandığı yerler.
Doğu ve Güneydoğu’da belediyeleri (etnikçiliğinin kökeninde Nakşibendi bağnazlık bulunan) DTP kazanmış. Zaten, baraj yüzde beşe indirilirse bütün milletvekilliklerini de kazanır. Geriye kalan Anadolu çukurunda milliyetçiler ve İslamcılar!
Böyle bir haritayı DTP, fiili federasyon, özerklik ya da ayrılık olduğu için göbek atarak kabul eder. Böyle bir haritayı AKP, SP ve BBP de kabul eder: Sahildeki günahkárlarla (!) uğraşacaklarına tarikat şeyhlerinin, cemaat Cizvitlerinin yönetimindeki müminlerle, herkesin inancını özgürce (!) yaşayacağı derebeyliklerini rahatlıkla kurabilirler.
Çoğulcu demokrasiye inanmak zorunda oldukları için, bu haritaya sadece CHP ve solcular itiraz ederler. Kendi "Milli" anlayışlarına göre de MHP.
Demokrasinin en büyük düşmanı izolasyon ve bloklaşmadır. Türkiye şu anda izolasyon ve bloklaşmanın son dönemecinde bulunuyor. Canavar yumurtasından çıktı çıkıyor!
Benim (ironik de olsa) gördüklerimi görenler iş ve güç birliği yapmak zorundadır!
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2009
KAHİRE, Pyramisa oteli. Kastilyalı Marga Clark ile Ülker bizi lokantadan sepetlediler. Tanbey ile tıbbi görüşmeler yapacaklar. Titos Patrikios, Katalan Valenti Gomez i Oliver ile beni otel içindeki bir başka lokantaya götürdü. Bize bira ısmarlayacak.
Karşımızda kocaman bir televizyon ekranı. Maç naklen yayını. Maç anlatıcısı dış sesle (yani görüntüye çıkmadan) bismillahirrahmanirrahim diye sıkı bir besmele çekerek anlatmaya koyuldu. İki gayrimüslim şair bana maç ile besmelenin ne ilişkisi var diye sordular. (Bizim televizyonlar için işte yeni bir laf değirmeni: Bizde maçlar İslam’a uygun olarak anlatılıyor mu?)
Ben bu ilişkiyi tam anlatmaya başlamıştım ki başımın hizasında bir kadın sesi "Türk şair siz misiniz?" diye sordu ve sonra ekledi: "Altıncı katta özel bir kutlama var, (falanca) sizi katılmaya davet ediyor" dedi. İki şaire sordum. Olur dediler. Bunun üzerine güzel gözlü genç kıza "Olur ama bizim hanımlara haber vermemiz gerek" diye açıklamada bulundum.
Genç kız, "Kadınlardan izin almanız mı gerekiyor?" diye sordu.
"Kadınların nerede, ne yaptığımızı bilmeye hakları var!" dedim.
BUGÜN 3 NİSAN
Bugün 3 Nisan! 1930 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kadınlara yerel seçimlerde seçme seçilme hakkının tanındığı gün! Kutlu olsun! Ve kutlu olmasın!
Peki, 29 Mart 2009 yerel yönetim seçimlerinin sonuçlarına göre Türkiye kadınlarının böyle bir günü kutlamaya hakları var mı, bizim kutlamaya hakkımız var mı? Yok!
Kadınlarımız yıl boyu Dünya Kadınlar Günü’nü, Sevgililer Günü’nü, Anneler Günü’nü, Babalar Günü’nü, Noel’i, Ramazan ve Kurban Bayramlarını sevimli ve sevimsiz bir hamaratlıkla kutlamakta!... Ama kendisine uygar kadın haklarını veren Cumhuriyet’in en önemli günlerini unutmakta: Kadınlarımızın Medeni Kanun’u kutladığı, Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı’nın verildiği 3 Nisan’ı (1930) kutladığı hiç görülmedi.
TÜRKİYE ÖRNEĞİ
Müslüman dünyanın kadınları çağdaş özgürlüklerini kazanmak için Kuran’da, hadiste, erkek saltanatında bir sığınak arıyor. Oysa ne Kuran’da, ne hadiste ne de erkek saltanatında kadına özgürlük verecek bir sığınak var! Böyle bir umut olmadığını deneye deneye öğrenemedi Müslüman dünyanın kadınları. Dinsel kaynaklar, özgürlükler yolunda dünya Müslüman kadınlarının derdine deva olamıyor. Oysa önlerinde Türkiye örneği var. Dinsel kaynaklar engel çıkartıyorsa, gelenek ve görenekler fırsat vermiyorsa, kadının aklı ermiyorsa, gerekeni aydın devlet yapacak ve kadınları özgürleştirecek!
Müslüman dünya kadınları belki biliyorlar ama özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kaynağının laik düzende olduğunu açıkça söyleyemiyorlar. Müslüman dünyanın kadını laikliği ağzına aldığı an kabilenin, aşiretin, cemaatin, tarikatın erkekleri (kocası, babası, erkek kardeşleri) tarafından falakaya yatırılır. Müslüman Kardeşler yüzüne jilet atar, Taliban kezzap döker.
KALK BORUSUNU ÇALIN
Siz Londra, Paris, Roma, ABD üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalışan özgürlükçü, feminist Müslüman kadınların yazdıklarına bakmayın, ülkelerine döndükleri an Batı’da kazandıkları bütün ayrıcalıkları yitirirler. Annelerine, ninelerine dönüşürler! Onların borusu sadece oryantalist Batı’da öter!
Ey Türkiye kadınları, elinizde, bütün Müslüman dünya kadınlarının hayranlıkla seyrettiği bir som altın boru var! Kalk borusunu çalmayı ne zaman öğreneceksiniz? Öğrenmezseniz sonunuz çok yakın: Sudan, Mısır, Afganistan, İran, Pakistan kadınlarının yanı!
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2009
29 Mart 2009 saat 19.00’dan bu yana televizyonlarda seçimlerle ilgili yüzeysel yorumlar dinliyorum, dinliyoruz. "Türk halkı ne istediğini" partilere güya tebliğ etmiş. Türk halkının gerçekten ne istediğini söylemedikleri için, halkın oylarının ne ifade ettiğini ben söyleyeceğim: Doğu ve Güneydoğu halkının yüzde 5 dolaylarında bir bölümü mevcut Anayasa’nın değişmesini ve Türkiye’nin federal bir yapıya dönüşmesini istiyor. AKP ile Saadet Partisi’nin toplamı olan yüzde 44.03’lük seçmen Anayasa’nın laiklik ilkesinin mutlaka değişmesini istiyor. Buna BBP’yi (yüzde 2.23) de ekleyebiliriz.
Seçimlerden önce de yazdığım gibi Türkiye toplumu katı bir ayrışmaya doğru gidiyor. Ancak 2002 yılında çelişkiler bu kadar keskin değildi. Hızlandırıcı etken AKP’nin politikası!
SEÇMEN NİTELİĞİ
Sizce demokrasiye hizmet edecek, demokrasinin rasyonel sonucu olan bir seçim mi yapıldı?
Bence böyle bir seçim yapılmadı: Demokrasi ve demokratik seçim bir başka amaç için kullanıldı.
Seçimin demokratik seçim olması için ilkin seçmenin "seçmen" niteliğine sahip olması gerekir. İnsanların, seçmen olabilmeleri için de şu niteliklere sahip olması gerekir: Kolektif tasavvura karşı şerbetli birey olma; vatandaş ve yurttaş duyarlık ve duygusu; her türlü dinsel tercih ve tutsaklıklardan bağımsız bir irade ve bilinç (yani bireysel ve sınıfsal bilinç).
Seçmen, şeyh otorite ve disiplinin egemen olduğu bir tarikata, cemaate bağlı olmamalı, ama bir sendikaya, bir toplumsal sınıfa ait olduğunu hissetmeli. Böyle bir duygu ve düşünceden yoksun ise, toplumsal eşitsizliklerin, dinsel adaletsizliklerin farkına varamaz.
Vatandaş olabilmek için ümmet esaretinden kurtulmuş olmak gerekir. Bir insan ilkin bir devletin ve ülkenin mensubudur. Bu devlet ve ülke içinde vatandaş ve yurttaşlar özgür olarak istedikleri dine inanabilirler. Ancak ümmet esareti gereği vatandaşlık ve yurttaşlığı boş verip dinsel duyguları öne çıkartanlar, tarikat ve cemaatlerin ortak iradesinin boyunduruğundan kurtulamazlar. Bir yere emirle oy verirler ama asla seçmen olamazlar!
BANA KULAK VERİN
29 Mart 2009 yerel seçimlerinde, bir yanda cumhuriyetçi demokrat vatandaşlar CHP için oy kullandı. Bir yanda cumhuriyet ve demokrasi karşıtı, Cizvit disiplinli tarikat ve cemaat mensupları ile PKK güdümlü ve etnikçi DTP militanları oy verdi. Sonuçta biraz gerileme ile bile olsa AKP kazandı. CHP biraz yekindi. MHP çevresinde döndü. DTP yerinde saydı. Yazılı ve yazısız basın, gazetelerin köşemenleri veciz bir dil ile "Halk AKP’yi uyardı" dedi, "Halk kavga istemiyor, barış istiyor!" diye yazdı. Ama siz bana kulak verin!
MISIRLAŞIYORUZ
Dinci+milliyetçi+etnikçi aşırı sağa verilen yüzde 74 oy, temsil ettiği dünya görüşü ve zihinsel yapısı ile, kendisi çok hevesli bile olsa, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişinin önündeki en büyük engel görünümündedir. AB’nin kabul edebileceği kesim yüzde 25.92’lik bir oy oranı tarafından temsil edilmekte. Gerçek bu!
Başka çare yok: Parselin gerçek sahibi ortaya çıkıncaya kadar CHP’yi merkez sol sayacağız. Bozulan toplumsal dengeyi ancak gerçekten sosyal demokrat bir parti sağlayabilir.
Sanıldığının tersine Türkiye’deki değişim evrensel uygarlık yönünde değil! Seçim sonuçları da gösteriyor ki Türkiye bir eğik düzlem üzerinde Mısırlaşmaya, Sudanlaşmaya, Afganistanlaşmaya doğru hızla kaymakta! Herkesin bu uyarıyı ciddiye alması lazım!
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2009
"AKREP gibisin kardeşim,<br><br>korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. Serçe gibisin kardeşim
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve ádeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer
ve hálá şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,-
demeğe de dilim varmıyor ama...
kabahatın çoğu senin canım kardeşim!"
NÁZIM HİKMET, 1947
* * *
Seçim öncesinde televizyonlara çıkıp Sultan I. Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim programlarında ballı ve belli sorular sorarak figüranlık yapan gazeteci kardeşim, sen, sizler, akrep gibi değil misin, değil misiniz? Vurgunlara, soygunlara, yağmalara göz yuman, acaba bunlardan bana da bir kırıntı pay düşer mi diye bu rezil düzenin ocağına odun taşıyan kardeşlerim, siz, akrep gibi değil misiniz? Seksen yıl önce kan ve can pahasına kurulmuş olan çağdaş ve devrimci bir cumhuriyetin ve bu cumhuriyetin çağdaş toplumunun her gün biraz daha teokratik bir yapıya dönüşmesine göz yuman, göz yummakla kalmayıp bu oluşuma yardımcı olan kardeşlerim, sizler akrep gibi değil misiniz?
Emeğiyle, alnının teriyle öğünmek, her özgür ve uygar insan gibi hakkını aramak yerine iktidarın sadakalarından medet uman, insan onurunu yaşamak yerine namerde el açan kardeşlerim, sizler akrep gibi değil misiniz? Kendi eliyle geleceğini karartan ve dünya klasmanında üçüncü kümede yer almayı kabul eden gençlik, akrep gibi değilsin de nesin?
Benim yaşım 73! Yaşasam yaşasam daha kaç yıl yaşarım?! Ama sizler benim yaşıma geldiğinizde, ne yazık ki, teokratik bir ortaçağ toplumunda yaşayacaksınız, benim kör, sağır, dilsiz "akrep gibi" kardeşlerim!..
29 Mart günü akrep hiyeroglifi ile yazdığın öyküyü yarın yorumlayacağım!
Yazının Devamını Oku