29 Mart 2009
OKURLARIMA tarih, ekonomi, siyaset ve benzeri kitaplar salık veririm ama şiir, roman ve edebiyat kitapları için kesinle böyle bir şey yapmam. Edebiyat benim için mahremdir. Ancak çok yakınlarıma açılırım. Ama bugün bir şiir kitabından ve yaşayan en eski edebiyat arkadaşım Nihat Ziyalan’dan söz edeceğim. Nihat gelince Yılmaz (Pütün/Güney) da gelir! * * *
Nihat Ziyalan’ın Yasakmeyve Yayınevi yayınlarından çıkan yeni şiir kitabı "Tomurcuk Sevda"dan bir şiirin başlangıç bölümünü laf açılsın diye aşağıya aktarıyorum:
"Kulağım yağmurda / içim tıp tıp / aman Allahım / akar biraz sonra.// Merdiveni bir solukta inip / aşağıdan leğeni, / kovayı, tencereyi çıkardım. // Yatakta dönerek / ’işe bak’ dedi Özdemir, / ’biraz önce yıldızlar görünüyordu / kiremit kırıklarından.’ // Islanmasın diye tartışmamız / yorganı çekiştirerek yetişti Yılmaz: / ’Evin üstüne şemsiye açmalı’."
* * *
Şiirden anlaşıldığına göre, Mersin’den Adana’ya gelmişim, Küçük Saat’ın ordaki otelin yerine Nihat’ların evindeyim bir gece. Yılmaz Pütün (Güney) de var. Yıllar 1953 ya da 1954 olabilir. 1952 de olabilir ama emin değilim.
Adana’da o yıllarda onlarca genç edebiyatçı vardı. Üç edebiyat dergisi yayınlanıyordu: Güney, Salkım ve Yağmur. Benim ilk şiirim 1953 yılında Yağmur Dergisi’nde yayınlandı. 17 yaşımdaydım. Nihat da 17. Yılmaz’ın nüfus káğıdında 1937 yazıyordu ama daha büyüktü.
İlkin Nihat Ziyalan ile tanıştım. Tanışmamız bir edebiyat matinesinde olmalı. Nihat da şiir yazıyordu. Yılmaz’la beni Nihat tanıştırdı. Nihat bizim akıl hocamızdı o sıralar.
Bir gün, Mersinli şair, yazar ve ressam adaylarının dershane ve kıraathane olarak kullandığı Akkahve’de pipo tüttürerek oturuyordum. 16 yaşımda pipo içmeye başladım, hálá tüttürüyorum. Yılmaz elimi kerpeten gibi sıktı. Ve böylece ömür boyu sürecek "Üçlü" kuruldu. Adana-Mersin arasında her hafta gidip geliyorduk ama üçümüz de henüz Torosların ötesine, Urum memleketine gitmemiştik. Ne İstanbul’a, ne Ankara’ya?
* * *
Ama Türkiye’nin en önemli dergisi, Vedat Günyol’un yayınladığı Yeni Ufuklar’da yazıyorduk. Ben Ankara’da yayınlanan Kaynak’ta da yazıyordum. İlk telif ücretim olan 10 lirayı Yücel Dergisi’nden almıştım. Nihat, İkinci Yenicilerin Ankara’da yayınlanan Pazar Postası’nda yayınlamaya başlamıştı. Edebiyat tarihçileri atlamıştır ama Nihat, İkinci Yeni şiirinin en önemli kurucularından biridir.
Yılmaz, sanırım 1954’ten itibaren Yeni Ufuklar’da öyküler yayınlamaya başladı. Bir yıl sonra Onüç Dergisi’nde yayınlanan bir öykü yüzünden 1956 yılında mahkûm oldu.
1955 yılıydı. Adana’da bir kebapçıda kebap yiyip şarap içiyorduk. Aramızdan biri, "On yıl sonra bizi bütün Türkiye, yirmi yıl sonra bütün dünya tanıyacak!" dedi. Şerefe kadeh kaldırdık.
* * *
Yılmaz şimdi Paris’te Pere Lachaise Mezarlığı’nda yatıyor. Dargındık son beş yıldır. Ama son günlerinde, benim çevirdiğim, Michel Del Castillo’nun "Karar Gecesi"ni okuyormuş. Film yapmayı düşünüyormuş. Nihat, AST Tiyatrosu’nda oyunculuk yaptı. Çok yakışıklıydı. Sinemaya soktuk. Ama şanssızdı, tutunamadı. Şimdi, 27 yıldır Sidney’de yaşıyor. 73 yaşında!
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2009
İMAM hatip lisesi mezunu Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne Başbakan olması ve yedi yıldır bu görevde kalması, Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu değil olmadığını gösterir. Seçilmesi bir skandal, o koltukta kalabilmesi bir başka skandal! Seçime indirgenmiş bir demokrasi olsa olsa bir Talibani Demokrasi olur.
İki türlü eğitim ve öğretim vardır: Laik eğitim-öğretim; dini eğitim-öğretim. Klasik lise adı verilen laik eğitim ve öğretim bütün mesleklere kaynaklık eder.
Klasik liseden sonra ilahiyat fakültesine girip mezun olan bir kimsenin siyasete girmesine karşı değilim. Ama hukuk, siyasal, iktisat, vb. fakültelerinde okusalar bile imam hatip okulu mezunlarının ve imam hatipten sonra ilahiyat okuyanların siyasete girmelerine ve başbakan olmalarına karşıyım. Bu karşı oluş, imam hatiplinin laik olmayan zihinsel yapısıyla ilgili!
DOGMA SİYASET
Çünkü imam hatipler din adamı yetiştirir. Bu okulun verdiği formasyon ile sadece imam olunabilir. İmamlık dışında hiçbir meslek yapmamalı!
Cumhuriyet ikili eğitim-öğretimin tehlikelerini gördüğü için Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu çıkarmış. Cumhuriyet ve devrimlerinin karşıt ve düşmanlarının ilk işi Öğrenim Birliği Yasası’nı iğdiş etmek olmuştur.
Başbakan, "Velev ki valiler imam hatipli" diye kostaklanıyor. Veleve-meleve başvurmaya gerek yok, imam hatipliler vali olamamalı. "İşte ben de imam hatipliyim!" diye kasılıyor ki imam hatip mezunlarının çaplarının ve çapsızlıklarının somut göstergesi olarak iyi bir örnek değil. Felsefe olmadan politika yapılamaz, imam hatip okullarında sadece dinsel dogmalar öğretilir; rasyonel felsefe, şüphecilik, diyalektik, pozitivizm, materyalizm öğretilmez. Saydığım disiplinler öğrenilmeden de siyaset öğrenilmez.
İçişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre 81 il valisinin 12’si imam hatipliymiş. AKP bir dönem daha iktidarda kalırsa geriye kalan 69 valilik de imam hatip tarafına geçer.
DİN ADAMI MAKARİOS
Din adamlarının siyasete girmeleri alışılmış bir şey olmadığı gibi hoş da karşılanmaz. Başpiskopos Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yıkılmasına yol açtı, Kıbrıslı Türklerin kıtır kıtır kesilmesine ses çıkarmadı, aksine teşvik etti kasaplarını.
Hatırladığım kadarıyla Armand Jean du Plessis de Richelieu yani Kardinal-Dük dö Richelieu (1585-1642) ile Giulio Raimondo Mazzarino yani Kardinal Jules Mazarin (1602-1661) var Fransa’da. İki kardinal de iyi anılmazlar günümüzde, ama Kardinal Richelieu, Fransız Akademisi’ni kurarak dehasını göstermiştir. Bizimki kültürün, bilimin, basının köküne kibrit suyu dökmekte!..
’VELEV Kİ’NE VELEV Kİ
Başbakan aklı sıra "beni" sıkıştıracak, "Ehliyet ve liyakatten hareketle bizler atamalarımızı yaparız. Velev ki imam hatip kökenli olsun. Gidip siyasalı bitiriyorsa, hukuk bitiriyorsa, valilik yapma ehliyet ve liyakatine sahipse, seni neden rahatsız ediyor? Onlar bu ülkenin çocukları, evladı değil mi?" diye sorarak meydan okuyor.
El cevap: İmam hatip mezunu din adamıdır, dini sınıftandır; hiçbir sivil mesleği yapmamaları gerekir. Subay olamıyorsa, vali, kaymakam, sefir, rektör ve polis de olamaz!
Dünkü yazımın adı "AKP İktidarı Asla Bırakmayacak" idi. Ancak bu kararda olan bir hükümetin başbakanı böylesine "Velev ki"li kabadayılıklar yapar! "Velev ki"ne velev ki bre!
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2009
DİLERİM yanılıyorumdur. İnşallah tarih önünde mahcup olurum! Ama o zamana kadar bu kanımda ısrarlı olacağım. AKP, partiler yasasına göre kurulduğuna göre, kuruluş biçiminde ve programında yasalara ve Cumhuriyet ilkelerine aykırı herhangi bir şey yok demektir.
Biçimsel (usul) olarak doğru bu! Ama ya içerik (esas)?
Bir siyasal parti bir eve benzer: Yangın, sel ve zelzele gibi bir doğal afet olmadıkça yerinde durur. Yapı malzemesi de evin ömrünü belirler. Yapı malzemesi yenilenmezse, yapı desteklenmezse doğal ömrünü tamamlar ve yıkılır.
EV RUHSATSIZ İSE
Ancak ev ruhsatsız yapılmış ise kamu yıkımına karar verir. Yapı amaçları dışında kullanılıyorsa, mesken tanımlı konut işyeri olarak kullanılıyorsa bu dönüşüm belediye tarafından yasaklanır.
Bu emsal, AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) Anayasal statükonun kurallarına göre kurulmuştur. Ancak bu binanın sahipleri, Milli Görüş partilerinin mirasçıları olarak şaibeli maliklerdir. Nitekim bu şaibe bir süre sonra fiile dönüşmüş ve AKP, Anayasa Mahkemesi tarafından "laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak"tan mahkûm edilmiştir. Ancak, her ne hikmetten ise, AKP’ye kesilen kapatma cezası, para cezasına çevrilmiştir. Bir Anayasal suç işlemiş olan bu parti şu anda ülkenin iktidar dizginlerini elinde bulundurmaktadır.
EHLİYETSİZ ŞOFÖR
Anayasa Mahkemesi’nin kararını tercüme edelim: "Laiklik", cumhuriyet ve demokrasi rejimlerinin olmazsa olmaz oluşturanıdır, "oksijen"dir. Bu karara göre AKP, cumhuriyet, demokrasi ve laiklik karşıtıdır. Ama ne var ki Türkiye otobüsünün ehliyetsiz şoförü olarak şoför mahallinde direksiyon sallamakta ve ülkeyi imam-valilere, imam-kaymakamlara teslim etmeyi normal saymaktadır. İmam-Başbakan döneminde bütün il ve ilçeleri "imamlar" yönetecek, hákim ve savcılarıyla adalet ve polis teşkilatı da imamlaştırılacaktır.
AKP gibi maskeli takiye partileri demokratik seçimlerle iktidara gelirler. Ancak demokratik seçimlerle iktidarı kaybedecek olurlarsa bir daha iktidara gelemeyeceklerini de bilirler. Seçmen halkın, "Bunlar gitsin de kim gelirse gelsin!" evresine gelmesi AKP türünden partilerin iktidardan gitmemeye karar verdikleri menzildir.
İktidardan gittikleri an Başbakan’ın ve milletvekillerinin dokunulmazlıkları kalkacak ve kendilerini Yüce Divan ve bağımsız yargının önünde bulacaklardır. Bu nedenle her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak zorundadırlar.
TV’DEKİ ZİBİDİ TAYFASI
İktidarda kalmanın bir de ideolojik yanı vardır ki, bu da işleme koyduğu sivil darbe’nin tamamlanması için, her ne pahasına olursa olsun, iktidarda kalmayı zorunlu kılar.
AKP henüz Cumhuriyet’in kurucu ilkelerini değiştirme olanağını elde edememiştir. Cumhuriyet’in laik yapılarını tamamen değiştirememiş; Devrim Yasaları’nı yürürlükten kaldıramamış; Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu ilga edecek duruma gelmemiştir.
Türkiye’yi sarıp sarmalayan iç ve dış güçler, AKP’nin bu misyonunu tamamlamasını istemektedirler. AKP bu nedenle, misyonunu yerine getirmek için demokrasiyi ve Cumhuriyet’i, yapılarıyla birlikte tahrip etme girişimini her ne pahasına olursa olsun devam ettirecek! AKP’ye oy vermeye niyetli (lümpen ve çıkarcı olmayan) demokrat seçmen bu gerçeği görüyor mu? İşbirlikçi, lümpen kafalı zibidi tayfası televizyonda benimle dalga geçse bile ben uyarılarımı sürdüreceğim!
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2009
DOĞU ve Güneydoğu’yu çok iyi tanıyan, TRT kökenli, tamı tamına 40 yıllık bir dosttan bir mesaj aldım. Birlikte okuyalım: "Bugün Doğubeyazıt’ta idim. (6 Mart 2009 tarihli) köşe yazını Manolya Pastanesi’nde okudum. O arada DTP’nin sarı kırmızı boyalı seçim otobüsü davullu zurnalı folklor müziği çalarak sokaklarda dolaşıyordu. 20 yıl önce de bu coğrafyada 2 yıl görev gördüm. Görevin vesilesi ile Van-Doğubeyazıt ve Yüksekova ile çok sıkı temasım oldu. Öte yandan, 1993-94 yıllarında da Doğubeyazıt ve Iğdır ile yakın temasım oldu. Resmi ve özel sıfatla yöre halkıyla ilişkiler kurdum. Kısacası bu coğrafyada part time olarak bile olsa 7 yıl yaşadım ve halen yaşıyorum. Sana yerel seçimlerle ilgili gözlemlerimi yansıtmak istiyorum:"
* * *
"Bütünüyle Doğu Anadolu’ya baktığımızda, 29 Mart yerel seçimleri için belirlenen Belediye ve Özel İdare il genel meclis üyelerinin birçoğunun bu görevin ehli olmadıklarını, mahalli halkın yararını düşünmediklerini, sadece bağlı oldukları iktidar veya siyasi partinin militanı gibi hareket ettiklerini görüyorum.
Kuşkusuz yerel seçimlere aday gösterme son derecede önemlidir. Özellikle belediye meclislerine aday gösterilirken, mutlaka en iyisi bulunmalıdır.
Mahalli sorunları iyi bilen ve mahalli halktan yana olan insanlara bu gibi görevler verilmelidir ki, halkın kendi kendini yönetmesinden söz edilebilsin ve halka demokrasi geleneği yerleşsin. Batı’da, örneğin Fransa, İngiltere, Almanya, İsveç ve Hollanda’da birçok politikacı yerel meclislerden yetişir. Öte yandan adayların kalitesi aynı zamanda seçim sonuçlarını da önemli oranda etkilemektedir.
Ancak Doğubeyazıt’ta ve Van-Hakkari-Yüksekova üçgeninde işin esası hiç de böyle değildir. Örneğin Doğubeyazıt’ta çöp sorunu var, kanalizasyon sorunu var, su sorunu var, hava kirliliği sorunu var. Hal böyle iken bu yıl 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimler öncesi adayların hiçbirisi yapacağı hizmetten, bu sorunlar için ürettiği projelerden söz etmiyor. Adaylar Türkiye’deki olaylar ve sorunlar üzerinden siyaset yapıyorlar. Dolayısıyla seçmen kimi ya da hangi partiyi seçeceğine bu şekilde karar vermek durumunda. Partiler bu bölgede şu sorunları öne çıkartıyor:
DTP hakkında Anayasa Mahkemesi’nde açılmış bir kapatma davası vardır. Ağrı-Yüksekova-Hakkari ve Iğdır’daki Kürt vatandaşlar açısından, sırf bu kapatma davası sebebiyle, DTP kimi aday gösterirse göstersin bu mağduriyeti için çok oy alacaktır. Çünkü DTP kendisine karşı haksızlık yapıldığını dile getirmektedir. Keza hükümetin basınla tartışmaya girmesi ve yandaş olmayan basına vergi vs. gibi baskılar uygulaması, iki yıldan bu yana önemli bir sivil açılımın olmaması ve Avrupa Birliği reformlarının rafa kaldırılması da, yine DTP’ye yaramaktadır."
* * *
Arkadaşımın yazdıklarıyla benim bu konuda yazdıklarım kesinlikle çelişmiyor. AKP’nin şaibeli seçim yatırımları konusunda yaptığı gözlemler de benim yazdıklarımı yalanlamıyor.
Sonuç: CHP ile MHP’nin ve öteki partilerin bu bölgede herhangi bir ağırlığının bulunmaması onların ayıbı değil. Bir ayıp varsa, onu, bölge halkının zayıf vatandaşlık ve yurttaşlık bilinci ile tarikat, cemaat ve etnikçilik hastalığı yaratmıştır. Bulaşıcı ve insanın ilkellik dönemine özgü bir hastalıktır!
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2009
İMZASIZ bir yazı internette: 6 Mart 2009 tarihli "CHP ve MHP Doğu ve Güneydoğu’da Neden Yok?" yazımı eleştiriyor: "Tipik bir ’Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor’ mevzuu" diyor. Ve gene o "Bunlara yeni bir halk bulamayız!" klişesi. SÜRÜLEŞME
Bakın, "aklı kıt mürekkebi bol yazıcı milleti"ne ve halk meftunlarına (!) kendi elimle bir sömürü malzemesi vereceğim: Halkı beğenmek zorunda değilim; bilinçsiz halkı sevmiyorum ve sevmek zorunda değilim. Aslına bakarsanız hiçbir "halk"ta sevecek bir kalite bulamadım.
AKP ya da DTP’ye oy vermeme bilincinden söz etmiyorum şimdi, burada. Kendi varlığının, kendi bireyliğinin farkına varmayan, kolektif tasavvurun tutsağı olmuş insanın sürüleşmesinden söz ediyorum. Bireysel bilinçten yoksun bulundukları için kolayca suç işliyorlar, kan davasının elinde oyuncak oluyorlar; töre cinayetleriyle onurlanıyorlar. Demokrasinin simgesi "oy"u pazarlıkla satıyorlar. İlkel toplumlara özgü kolektif tasavvurların kötürüm ettiği ilkel insan (çağdışı klan) yığışımlarından nefret ediyorum.
TALİBAN LİBERALLERİ
Kolektif tasavvur (Emile Durkheim, Karl Marx) klan gibi, kabile gibi ilkel toplumlara özgü zihinsel bir olgudur. Bireyleri yok eder, ortadan kaldırır. Birey bilincini yürürlükten kaldırır.
Proleter: İşçi, emekçi; emeğinden başka sermayesi olmayan kimse.
Proletarya: Bilinçli işçi ve emekçi sınıfı. Burjuvazi ve sermayenin yarattığı sınıf.
Sanayi ve fabrika "proleter"i ve "proletarya"yı yaratır. Proletarya, örgütlü toplumun çekirdeğini oluşturur.
Lümpenlik ve lümpenler (Almanca: Lumpenproletariat): Altproletarya. Yani herhangi bir mesleği olmayan işsiz-güçsüz tayfası. Kapitaliste satacak emeği bulunmadığı için kendini satan insan güruhu. Toplumsal mücadelede her an saf değiştirebilirler. (Aydınların da lümpeni vardır. Ülkemizin eski solcu aydınları (!) yeni "taliban" liberalleri bu sınıfa girer.) Bireysel ve toplumsal bilinçten yoksun, belli bir topluluk ile organik bağı bulunmayan sürüsel toplam.
Bu tanımları küçük görmek, hakaret etmek için kullanmıyorum. Kullandığım bilimsel tanımlardır. İsteyen, benim "eşek" dediğim şeye "affedersin merkep" diyebilir.
SATILIK OYLAR
Doğu ve Güneydoğu’da İslami referanslarla AKP’ye oy veren insanların bir bölümü lümpenproletarya özelliğine, niteliğine sahip. Çünkü bir meslekleri yok, toprakları yok, satacak emekleri yok. Bir bölümü ise tarikat afyonuyla kendinden geçmiş, bireysel bilincini yitirmiş. (Bu, kanıtlara dayalı saptamayı yapmak "hakaret" mi? İsterse olsun!)
DTP’nin bir etnik parti olduğunu yazdığım için bana "Kürt düşmanı" diyen insan, Diyarbakır’da AKP’nin Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan milletvekilini "Irkına ihanet eden hain!" olarak tanımlıyor. (12 Mart 2009, Habertürk, Fatih Altaylı programı).
Tekrar ediyorum: Cemaatçi zihniyet, etnikçi zihniyet, politikada ilkelliğin ve geri kalmışlığın göstergesidir. Diktatörler, bu zihniyeti kullanarak demokrasiyi boğazlar!
Bireysel ve toplumsal sınıf bilinci olmayan lümpen yığışımların satılık oyları demokrasiyi tahrip eder. (AKP rüşvet vererek, sadaka dağıtarak bu oyları satın alıyor.)
Kapitalist neo-liberal çağda, sınıf bilincinden yoksun insanı "ilkel insan" olarak tanımlamak zorundayız. Her kim ki bu müflis neo-liberal kapitalist çağda, insanlığın klan aşamasına özgü kolektif tasavvur tasmasını taşıyor, o bilinçsiz ve ilkel bir insan kafilesindendir.
Denize ister donsuz, isterse poturla ya da haşemayla girsin!!!!!!!!!!!
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2009
BU yazı, 11 Haziran 2006 Pazar günü yayınlanmıştı. Başbakan’la başlayan "Monşer" hakaret edebiyatı AKP sokağına kadar düşünce, "Görülen lüzum üzerine" bir kez daha yayınlıyorum: ["Hacıfışfışlar" Dışişleri Bakanlığı mensuplarına yani "Hariciyeciler"e "Monşer" derler hakaret olsun diye, ama Hariciyeciler kimseye "Hacıfışfış" demezler.
Bu benim tarzım: Gündemden düştüğü ve unutulur gibi olduğu zaman bir konu hakkında yazmak hoşuma gidiyor. Hacıfışfışlar, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve Dışişleri Bakanlığı’nı ele geçirmek isterler. TSK, hacıfışfışların fesadengiz amaçlarını çok iyi bildiği için yönetmelik ve özel yöntemlerle kendini korumayı başarmaktadır. Dışişleri Bakanlığı, TSK kadar koruyucu donanımlı olmasa da Bakanlığın cumhuriyetçi meslek gelenekleri ciddi sızmalara engel olmaktadır. Monşerlik fitnesinin gerçek nedeni budur. Yoksa, hariciyecilik ya aile geleneğidir ya da mensuplarının çoğunun ailesi öğretmen, memur ve orta sınıf gruplarındandır. Çoğunun soylulukla, yüksek burjuvalılıkla hiçbir ilişkisi yoktur.
Tanıdıklarım arasında başkonsolosluktan yukarıya çıkartılmamış çok değerli, çok donanımlı hariciyeciler de vardır, ama onlar da monşerliği kabul etmezler. Monşerlik halktan kopukluğu, snopluk, züppelik ve alafrangalığı temsil eder hacıfışfışların gözünde. Ama hariciyecilik evrensel bir meslektir. Kasaba erkánıharpliği ile bu mesleğe giril(e)mez.
Ama ah Nakşibendileri ve Fethullahçıları hariciye masalarına, konsolosluklara, sefaretlere bir doldurabilseler; türbanlı eşleri, meslek memurlarını dünya başkentlerine bir salabilseler...
Başbakan Erdoğan, bereket versin Mehmet Ali İrtemçelik gibi soğukkanlı ve politikacı mizacını yakından tanıyan bir büyükelçi buldu karşısında.
Ya soğukkanlı olmayan ve politikacıyı yeterince tanımayan birine çatsaydı. Ya o büyükelçi, "Sizin gibi Cumhuriyet ilkeleriyle sorunu olan bir Başbakan’la aynı yerde bulunamam, Cumhuriyet’in bir büyükelçisine hakaret edilmesine izin veremem!" deseydi.
Daha önce, "AKP, Çankaya’da Cumhuriyet’i savunan bir Cumhurbaşkanı’nın bulunmasına beş vakit şükretmelidir" diye yazmıştım. Berlin Büyükelçiliği’nde Mehmet Ali İrtemçelik bulunduğu için Başbakan’ın kurban kesmesi gerekir.
Başbakan’ın eşi Bayan Erdoğan, ABD’ye resmi heyetle birlikte gittiği için ülkeye girebilmiştir. Vize fotoğrafında başı açık olmayan, kulakları tam olarak görünmeyen kimseye pasaport vermezler. Eşim Ülker’in kulakları tam olarak görünmediği için konsolosluk görevlilerinin istediği gibi fotoğraf çektirmek zorunda kalmıştı.
2001 yılında Belçika’nın Liege kentindeydim. Türk göçmenlerle görüşmeler yapmaktaydım. Dertlerini dinledim Hürriyet Avrupa için. Bu arada, büyükelçiliğe ulaştırmamı istedikleri, yazmamı istedikleri herhangi bir konu var mı, bunu da öğrenmek istedim.
İlkin, Liege’de bir Müslüman mezarlığı istediklerini söylediler. Liege Belediyesi kendilerine genel mezarlıkta bir yer göstermiş, ama bu "dinen" caiz değilmiş. Aynı istekle Berlin’de de karşılaşmıştım.
İkincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Liege’de bir konsolosluk açmasını istiyorlardı. Bir saat ötedeki Brüksel’e gitmek zor geliyormuş. Aynı takınak Berlin’de de vardı.
Bunları bana söylerken bir yandan da káğıt oynamayı sürdürüyorlardı. Konsolosluk açmanın bakkal dükkánı açmak gibi bir şey olduğunu sanıyorlardı. Büyükelçi İrtemçelik’i yuhalayanlar bu gibilerin arasından seçilmiş olmalı. Bu konuda epeyce doluyum. Ama "hal ve gidiş"ten söz ederek yuhalayıcı "vatandaş"ı fazla üzmek istemiyorum.]
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2009
BUGÜN Dünya Şiir Günü! Biliyor musunuz bilmem ama ben şiir falan yazarım. Yirmiden fazla şiir kitabım var Türkçe. Yabancı dillerde yayınlanmış kitaplarım bile var.
"Dünya Şiir Günü"nde şair damarım ağır bastığı için bir "şair" ve "edebiyat adamı"nın sınırsız özgürlüğü içinde yazacağım. Bunu özellikle belirtiyorum, çünkü en özgür ve bağımsız gazete yazıcısı bile, bu bağlamda, şairlerin epeyce gerisinde kalır.
* * *
Bir şair için ne halk, ne de halkın değerleri denen şey kutsaldır. Halk ve okur, şairin kitaplarını para vererek satın alır, alabilir, ama sırf bu nedenden dolayı "müşteri" niteliği kazanamaz. Bu nedenle de halk denen okur ya da okur denen halk, şairin "velinimeti" değildir.
Gazete yazıcılarının büyük bir çoğunluğu için "halk" kutsaldır, bilgedir. Falan filan ve fıstık!
Şairler kimi zaman Názım Hikmet gibi "halk"ı yücelten dizeler de yazmışlardır. Bu dizeler (cümleler) birer temenni olup "hüküm" ifade etmezler. Ben de yazmışımdır!..
Bir şair ve edebiyat yazarı olarak okurlarımla tanışmak, yüz yüze gelmek istemem. Yazışmam da... Ama gazete yazıcısı olarak her gün e-postalarıma bakıyorum: Gelen mesajların ancak ve sadece yüzde birinde dişe dokunur bir duygu ve düşünceye rastlıyorum.
Halkın değerlerine sahip gazete okurunun en önemli özelliği kendini beğenmişlik, kibir... Beni okuyorsa, kendi düşündüklerini yazdığım için okumaktadır. Aslında fırsat verilse benden iyi yazar ama neyse!
Gazete okuru, gazete yazıcısını kendi tapulu malı sanıyor ve öyle sayıyor! Ben şair, yazar ve yazıcı olarak kimseyle, hiçbir okurla nikáhlı değilim! 50 yıllık eşim Ülker’le bile!
* * *
"Halkın değerleri" siyasiler ve yeteneksiz toplumbilimciler tarafından kullanılan, büyülü ama içi boş bir kavramdır. "Değer", Türkçede "karşılık olma"yı dile getiren "değmek" kökünden türemiştir. Bu anlamda "Bir şeye biçilen karşılık" anlamına sahiptir. Bundan dolayı "Karşıladığı ihtiyaca göre değişen bir nitelik" anlamını içerir.
Buna göre Picasso’nun tabloları kadar, 100 dolarlık ya da 100 liralık káğıt para da değerdir; elmas yüzük kadar bir ton tezek de bir değerdir. Affedersiniz, efendim, hoşgörünüze sığınarak yazacağım: Bir fahişenin hizmetlerinin de bir değer olarak karşılığı vardır.
"Değer" kavramı çok kaypaktır, elde patlayacak bir el bombasına benzer. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler bir Felsefe Ansiklopedisi’nde "değer" sözcük grubuna bakabilirler. Örneğin, Orhan Hançerlioğlu’nunkilere!
* * *
Döviz piyasasında paraların değerleri nasıl günü gününe değişiyorsa, değerler sistemi de kuşaktan kuşağa değişir ve mutlaka değişmelidir, değiştirilmelidir! "Değer" kavramının uygulandığı alanlarda (matematik, törebilim, toplumbilim, mantık, estetik, ekonomi) veriler ve göstergeler değiştikçe değerler de değişir. 1300 yıl önceki değerler günümüzün değerleri olabilir mi? Bu nedenle halkın (varsayılan) değerler sisteminin de değişmesi gerekir. Başbakan değişiyor, solcu yazarlar değişip "eski solcu", "liberal" oluyor; Son Osmanlı Padişahı büyük demokrat (!) I. Recep Tayyip Erdoğan müstebitleşiyor ama halkın değerleri asla değişmiyor. O zaman halkın değerler sisteminin oluşturucularına bakmak gerekir:
Hurafeler, Japon tutkallı töreler, yozlaşmış dinsel safsatalar! Sandığa oy pusulası olarak bunlar atılıyor. Politik bilince dönüşmeyen değerler, zincirden başka bir şey olamaz!
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2009
BÜYÜK bir gazetemizin dini sohbetler sütununda yazan bir ilahiyatçı öğretim üyesi geçen ay Müslüman dünyanın bilim alanında neden geri kaldığına değiniyordu. Yazar, bazılarına göre İslam álimlerinin dünyanın bilimsel geçmişlerine dişe dokunur bir katkıları olmadığını savunduklarını belirtiyor önce.
Bazılarına göre, İspanya Endülüs Emevi Devleti’nin (711-1492) yıkılması üzerine, yüz binlerce Arapça kitap kütüphanelerden çalınarak Latince’ye tercüme edilmiş ve bu sayede Avrupa’da Rönesans hareketi başlamış. Bu da 1453 yılında İstanbul’un Türkler tarafından alınması üzerine Bizans’tan kaçan bilginlerin İtalya’da Rönesans’ın başlamasına yol açtıkları gibi safça bir varsayım.
İnsanın aklına Endülüs Emevi Devleti zamanında bu bilimsel kitapları ellerinde bulunduran Müslümanların daha sonra neden önemli bir bilimsel buluş yapmadıkları geliyor.
* * *
İlahiyatçı öğretim üyesi, Müslüman toplumların geçmişinde büyük bilim adamları bulunduğunu ama günümüz insanın bu mirasa sahip çıkmadığını söylüyor. Ve 10 ile 15. yüzyıllar arasında bilime katkıda bulunmuş 30 álimin adını veriyor. Bazı zorlamalara göz yumup 5 yüzyılda 30-40 bilginin çıktığını söyleyelim. Peki ya sonrası?
Bu sorunun da yanıtı hazır: Bağdat’ın İlhanlı imparatoru Hülagü tarafından fethi (1258) ve İspanya Endülüs Emevi Devleti’nin yıkılması Arap-Müslüman Rönenansı’nı başlarken bitirmiştir. Bu varsayımlara inanan ve savunan çok ciddi entelektüel Araplara rastladım.
Bir arkadaşım geçenlerde sonradan yerle bir edilecek olan bir rasathane kurmanın ve buradan teleskopla gökyüzüne bakmanın bilim yapmak anlamına gelemeyeceğini söylüyordu.
* * *
TÜBİTAK, Darwin yüzünden kendi bilim dergisini sansür ettiğine göre, ben iki bilim dergisinden söz edeceğim. Bu iki dergiyi de lise ve üniversite öğrencilerine ve kuşkusuz ilgilenen okurlara hararetle tavsiye ederim: Bilim ve Ütopya ile Bilim ve Gelecek.
Bilim ve Ütopya’nın son sayılarından biri Darwin ve Evrim Kuramı bağlamında "Düşüncede Devrim".
Bilim ve Gelecek’in 57. sayısı "Evrimin yeni kanıtları" ve "20. yüzyıl biliminin köşe taşları" üzerine; 58. sayısı "Son 100 yılda 100 Büyük Buluş"a ayrılmış; 60. sayısında "Kilise’nin 400 yıllık Yasak Kitaplar Listesi" var. 1900 yılında Max Planck’ın "Kuantum Teorisi"ni ortaya atmasıyla başlayıp 2001 yılında insan genomunun tamamına yakın diziliminin yayınlanmasına uzanan 100 önemli köşe taşı...
Ve bu 100 köşe taşı buluşu yapanlar arasında Müslüman dünyasından tek bir ad bile yok!
Neden? Rönesans’tan sonra bilgi ve bilim evrenselleşmedi mi? Evrenselleşti! Bu bilgi ve bilim mirasına kolayca erişmek mümkün değil miydi? Mümkündü! O halde neden?
O halde üniversitenin biyoloji bölümü son sınıf öğrencilerinin yüzde 85’i neden insan soyunun Adem ve Havva’dan geldiğine inanıyor? Ve neden Astronomi bölümü son sınıf öğrencilerinin yüzde 70-75’i astrolojiye inanıyor? Üniversite öğrencilerinin yüzde 90’ının "kader" ve "nazar"a inandıklarını biliyor muydunuz?
Bu oranların öteki Müslüman ülkelerde daha yüksek olması mümkün.
15. yüzyıldan bu yana bilimsel bilgi yerine safsataya inanan toplumların 101’inci bilim adamını çıkarması kuşkusuz olanaksız(dı)! Arz ederim efendim!...
Yazının Devamını Oku