17 Kasım 2010
GÜNEY Kore ziyareti öncesi havaalanında gazetecilerin sorularını yanıtlayan Başbakan’ın, Cumhurbaşkanı ve eşinin “İlköğretimde başörtüsünü yanlış” bulduklarını açıklamalarının hatırlatılması üzerine, “Ben özgürlüklerin tanımı noktasında bireysel açıklama noktasında değilim. Çünkü, özgürlüklere olan inancım çok farklı” demesi türban fesadının artık ulusal tehlike noktasına(!) geldiğinin trajik bir kanıtı. (Bu “nokta” sözcüğü konusunda özel bir yazı yazacağım.) Bu nedenle “türban” konusunda bir kez daha sondaj yapacağım: BAŞÖRTÜSÜ DEĞİLDİR
İlk yapmamız gereken türban ile başörtüsü arasına geçirimsiz bir Çin seddi çekmek. Bir çağdaş simge olan türban “türban”dır. Geleneksel ve töresel başörtüsü ile hiçbir hısımlığı ve akrabalığı yoktur! Bir çağdaş simge olan türbanın insan haklarıyla, bireysel özgürlüklerle, demokrasiyle, dinle ve kitapla hiçbir ilişkisi yoktur. İslamî cihadın simgesi olarak ortaya çıkmıştır. Şimdi türbanın soyağacını yazalım: Vahhabilik, Selefilik-Müslüman Kardeşler, Milli Görüş (Fransa, Almanya) İslami Cemiyeti ve Türban.
Yukarıda yazdığım silsilenin temel amacı toplum içinde toplum, yani paralel toplum yaratmaktır. Yani bir Hıristiyan ya da laik toplum içinde, aidiyetin vatandaşlık değil fakat İslami inanç olduğu bir kavga (cihat) toplumu yaratmak. Bu toplumda cami toplumsal ve dinsel hayatın merkezi olacaktır. Türban da bu hareketin simgesidir.
Bilindiği gibi yukarıda belirttiğim silsilenin her ülkede özel siyasal partileri vardır ve Taliban, Hizbullah, Hizb ut-Tahrir, El Kaide gibi örgütler bütün dünyayı ele geçirmeyi ve İslamlaştırmayı hedefleyen bir toplu hareketin silahlı vurucu gücüdür.
OSMANLI’NIN BELASI
Vahhabilik konusuna birkaç özel yazı ayırmak gerekir ama şimdilik siz kendiniz araştırma yapabilirsiniz. Ben sadece Vahhabiliğin XVIII. yüzyılda Abdülvahab bin Muhammed tarafından kurulan ve Osmanlı’nın başına bela olan bir siyasal tarikat olduğunu söyleyeceğim. Bu tarikat kendisinin dışında kalan Müslümanları kâfir saydığı için şiddet kullanmayı mubah görür. Vahhabilik, Suudi Arabistan devletinin resmi inancıdır. Bu devlet Vahhabi-Selefi inancını dünyaya yaymak için petro-dolarlarını dünyanın dört bir tarafında kullanır. Bütün İslami terör örgütlerinin parasal kaynağı Suudi hazinesine dayanır. Bu para legal planda “İslami eğitim” ve “İslami bankacılık” alanlarında yatırım ve destek olarak kullanılır.
KULLANILIYOR SUNUZ
Türbanı kendi inançları için taktığını, bireysel özgürlüklerinin gereğini yaptığını ileri süren kızlarımızın, kadınlarımızın bu kirli ilişkilerden haberli olduklarını sanmıyorum. Ancak türbanı bir fesat simgesi olarak kullanan kişi ve örgütlerin uluslar arası şer şebekelerinin içinde yönetici olarak yer almamaları mümkün değil. Türban programı şimdi ikinci evresine gelmiş bulunuyor: Yediden yetmişe bütün kadınları türbanlamak! Bundan sonraki hedef ise Laik Cumhuriyet ile silahlı ya da silahsız hesaplaşmak. Bizim türbanlılar kendi adlarına Cumhuriyet’e direndiklerini sanıyorlar. Vahhabilik tarafından kullanıldıklarının farkında bile değiller.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2010
TÜRKİYE epeydir tuhaf bir ülke oldu!
Bu ülkede, şeyhlerinin dışkılarını misk-amber yerine koklayanlar, kirli çoraplarını yıkayıp suyunu ilaç yerine içenler, Saidi Nursi ile Fethullah Hoca’ya toz kondurmayanlar vardır, ki bunlar Atatürk’ü, yapıtını, cumhuriyetini, geçmişini ve geleceğini, yedi göbek sülalesini hallaç pamuğu gibi atarlar, ama bir türlü doymazlar. Doymasınlar! Kimse Atatürk’ü sevmek zorunda değil. İddia edildiği gibi Atatürk’ü sevmemenin bir cezası da yok. Ancak, bir hukuk ülkesinde köyün delisine de küfretseniz onun bir cezası vardır, olmalıdır.
KURTULUŞ SAVAŞI’NA DEVAM
Atatürk’ü sevmeyenler, özellikle de İslamcılar ve soldan sınıfta kalıp belge alanlar, Atatürk’ün devlet kurma irade ve çabalarını hoş karşıladıklarını beyan ettikten sonra, “İyi de, Takrir-i Sükûn Kanunu var, Dersim Harekâtı kırımları var, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmaları var!” derler; mağrur ve kibirli bir gülümsemeyle yüzünüze bakarlar. Baksınlar!
Bu türden müntakim zevata verilecek tek bir cevap vardır. İster kabul ederler, ister etmezler, paşa gönülleri bilir: Takrir-i Sükûn Kanunu, Dersim Harekâtı, Kürt isyanlarının bastırılması, söz konusu iki siyasal partinin kapatılması Kurtuluş Savaşı’na dahildir. Kurtuluş Savaşı, Lozan Antlaşması’yla, Cumhuriyet’in ilanıyla sona ermemiştir. Cumhuriyet devrimleri de Kurtuluş Savaşı’na dahildir.
Vatanı kurtarıp, yeni devleti kurup, ortamı gülistana çevirip, ülke saltanatçılara, halifecilere, mürtecilere, işbirlikçilere ve bölücülere mi teslim edilecekti? Aslına bakarsanız, geri vitesçi iktidarlara karşın Kurtuluş Savaşı hâlâ devam etmektedir ve kazanılıncaya kadar mutlaka devam etmelidir.
ZİHİNSEL ENGELLİ KADINLAR
Erkeklerin Atatürkçü, Cumhuriyetçi ve devrimci olmamalarını anlamak mümkündür. Olabilir! Ancak bir Türk kadınının Atatürkçü olmaması bir yana onun yeminli düşmanı olması, işbu kadının zihinsel ve ruhsal bakımdan engelli olduğunun kanıtıdır. Atatürk düşmanı kadınlar hakkında yazmayı zaman israfı sayarım. Doktorlar böyleleri için “Ne yerse yesin, serbest!” derler.
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2010
KIRMIZI Yayınları tarafından yayınlanan “İslam İmparatorlu-ğu”nun yazarı Erbil Tuşalp kitabın arka kapağında yapıtını tanıtıyor: [“Eylül İmpara-torluğu’nun ‘İslam İmparatorluğu’na evrilişinde en büyük gücün ‘İslam Faşizmi’ olduğu savımın elbette nedeni var.
‘Faşizm; finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının teröre dayanan açık diktatörlüğüdür’ savı aklımıza geldiğinde, 20. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’nin düşürüldüğü tuzakla karşı karşıyasınızdır.
12 Eylül faşizminin gizli maskesi olan siyasal İslam’ın 1994 yerel seçimlerinden sonra belli bir program çerçevesinde ortaya koyduğu radikal ve otoriter tavır bizleri nerelere getirdi.
‘Yalana dayalı politikalar’dan, ‘sahte etiketli İslam’a’: ‘tarikat, ticaret ve mürit ilişkisinden’ ‘şeriat anonim şirketine’; ‘partisinin cumhurbaşkanı’ndan, ‘devrimci provokatör’e?
Kısaca bu kitap bir yönüyle gerçeklerle yüzleşme? Umarım kendimizle yüzleşmekten kaçmayız. Çünkü yeteri kadar kaçtık.”]
GELECEKLE YÜZLEŞMEK
Erbil Tuşalp eğer “geçmişimizle yüzleşmek”, “tarihimizle yüzleşmek” diye yazsaydı, zahmete girip kitabının kapağını bile açmazdım. Yazar “gerçeklerle yüzleşmek” diyor ki bu benim tezime çok uygun: Günümüzle yüzleşmek; gelecekle yüzleşmek. Belki bu iki kavramı ilk kez duyuyorsunuz, çünkü daha önce kimse yazmadı. Kimsenin günümüzle ve gelecekle yüzleşmek gibi bir kaygısı olmadı.
“Geçmişimizle yüzleşmek”, “tarihimizle yüzleşmek”, küreselleşme ve emperyalizmin yeni aracı postmodernizmin hedef kitle üzerinde kullandığı uyuşturma yöntemidir. Geçmişinle yüzleş, tarihinle yüzleş ama oradan olumlu dersler çıkarmak için değil, emperyalizmin hayali yüce divanından özür dilemek, kendini mahkûm etmek ve “Mea maxima culpa” (Ben çok suçluyum) demek için. Dedirtmek için! Kendi özünü, kendi varlığını, kendi varoluşunu yıkmak için! Erbil Tuşalp, “İslam İmparatorluğu” ile, düzenin yeni gözbağcılarına, yeni tuzak kurucularına “Medice, cura te ipsum” (“Doktor, önce sen kendini iyi et!”) diye çıkışıyor, onlara iyi bir ders veriyor.
PARANIN TETİKÇİLİĞİ
Türkiye, 12 Eylül 1980’den sonra, müthiş bir para ve din tuzağına düşürüldü. Paranın kokusu ile gülyağı kokusu birbirine karıştı ve ortaya mide bulandırıcı bir koku yayıldı. Dinsel gericilik başlı başına bir hastalıkken, gerici paranın ve gerici politikanın buyruğuna girmesiyle birlikte öldürücü bir virüse dönüşür. Dönüştü.
Dinin, parayı ve siyaseti etkileme ve yönlendirme serüveni ortaçağla birlikte sona erdi. Aralarında İslam da olmak üzere hiçbir din, paranın, siyasetin ve askerin iktidarını kendi yararına kullanamadı, kullanamıyor, kullanamaz artık. Tam tersine, çağımızda, paranın ve siyasetin iktidarının uşaklığını ve tetikçiliğini yapar, yapıyor.
Bırakın geçmişle yüzleşmeyi, günümüzle, gelecekle yüzleşin.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2010
GEÇEN yıl bir okurum Akşam yazarı Yurtsan Atakan’ın yaptığı bir araştırmanın sonuçlarını göndermişti bana. Gelen metinden yazının 14.04.2009 tarihli “gazeteport.com”dan aktarılmış olduğu anlaşılıyor. Araştırmanın konusu: Türkiye yazılı basınının en etkili (güçlü) 50 köşe yazarı. Araştırmayı yapan ve yayınlayan Yurtsan Atakan birden elliye kadar köşe yazarlarını sıralamış ve her adın yanına parantez içinde bir sayı yazmış. Bu elli yazarın ilk beşi şöyle: 1. Can Dündar (745); 2. Reha Muhtar (696); 3. Özdemir İnce (674); 4. Emin Çölaşan (646); 5. Çetin Altan (631).
3. SIRADA BEN FAKİR
Yurtsan Atakan bildiğim kadarıyla çok iyi bir bilgisayar uzmanı. Bir yöntem ve hesaplamaya göre bir sonuç çıkarmış. “Bir bakıma yazarın etkinliğini ölçen ama bilimselliği olmayan, eğlencelik bir araştırmadan ibaret. Öte yandan sonuçları açık, net ve itiraz edilemez olduğundan son derece objektif bir araştırma da” diyor. Çıkan sonuca göre 50 yazar arasında üçüncü etkili köşe yazıcısı ben fakir. Benim önümdeki iki yazıcı televizyonlarda da çalışan çok popüler insanlar. Yani ilk iki ile üçüncü arasında bir “image” eşitsizliği var.
Ölçü tanınmak, popüler olmak, çok okunmak değil de “en etkili olmak” ise en etkili olmak isterim. Edebiyattan geldiğim için etkili olmanın ne anlama geldiğini çok iyi bilirim. Edebiyatta yazınsal (edebî) değer çok okunmakla, popüler olmakla değil etkili olmakla, yol açıcı olmakla, yenilik yapmakla ölçülür.
Örneğin çağdaş şiirin çok genç yaşta ölen üç büyüğü (Aloysius Bertrand, Comte de Lautréamont ve Arthur Rimbaud) yaşarken kitaplarının 50 adet satıldığını görmemişlerdir. Zaten Aloysius Bertrand’ın tek kitabı Gaspard de la Nuit (Kırmızı Yayınları) şairin ölümünden sonra yayınlanmış ama en başta Charles Baudelaire’i etkilemiştir. Baudelaire, bu etkiyi Paris Sıkıntısı’nın (Spleen de Paris) önsözünde kendisi itiraf eder.
BEN YAZARIM OKUR, OKUR
Açıkça ve içtenlikle yazmam gerekirse: Az okunmadığımı bilmeme karşın, çok okunmayı (çok bilinmeyi) değil etkili olmayı tercih ederim. Örneğin milletvekilleri arasında bir araştırma yapın, en çok hangi şairi beğendiklerini sorun, size Mehmet Akif, Tevfik Fikret, Yahya Kemal, N. F. Kısakürek ve belki Nâzım Hikmet’in adını vereceklerdir. Ama size yemin ederim ki beğendikleri şairleri ciddi olarak okumamışlardır. Belki de hiç!
Son zamanlarda giderek artan bir yükselişle benimle tanışmak isteyenlerin sayısında bir artış var. Beni tanıyanlara ricada bulunuyorlar. Böyle şeylerle ilgilenmem. Beni beğenen kişi, yüzde doksanı tükenmiş olan kitaplarımı okur. Ölçü budur! Yazdığım yazıları okurlarla bir kez daha konuşmak onların canlı onayını almak için öyle can atmam. Aslına bakarsanız, okurla yüz yüze gelmek değil, okunmak ilgilendirir beni. Ben yazarım, okur da okur. İmza günü falan yapmam. Bilindiği gibi, hiçbir televizyon tartışma programına katılmam. Çünkü yazdıklarımı, düşüncelerimi horoz dövüşü sınavına sokmayı kabul edemem. Beni okulların, üniversitelerin sınıfları, amfileri; alın terinin akıtıldığı fabrikalar ve tarlalar ilgilendirir! Beni büyüleyen görüntü: Bir yemek masasının, dikiş makinesinin üzerinde, bir okul ya da iş çantasının içinde duran bir Özdemir İnce kitabı!
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2010
GEÇEN hafta yayımlandığım Arapların Büyük Travması’nın Türkiye’deki türevlerini de yazacağım. Bugün ve yarın yayınlayacağım iki yazının konusu “Ben; Kendim” olacak, “Ben hiç rahat edemeyecek miyim?” sorusuna bir cevap aramayacağım: Beni şairlikten, edebiyatçılıktan kimse atamaz! İstifa da edemem! Ama gazete yazıcısı olarak yazdığım gazeteden istifa edebilirim, (ağzımdan yel alsın) atılabilirim. Edebiyat dünyasında tahmin edemeyeceğiniz kadar düşmanım vardır. Neden? Çünkü 20 yaşımdan bu yana “Barış içinde birlikte yaşama” uzlaşmasını (dalaveresini) kabul etmedim. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer”in değersizliğini kanıtladım. Usta-çırak, şeyh-mürit ilişkisinin temellerini dinamitledim; sıradanlığın son sığınağı gelenekle mücadele ettim. Bu kimlik ve niteliğimin küçük bir bölümünü kaçınılmaz olarak gazete yazılarıma da taşıdım.
KÜFÜR YA DA HAKARET DEĞİL
Edebiyat okurları gazete okurlarına benzemez: Sevdiği, beğendiği yazarı okur, beğenmediğiyle ilgilenmez. Oysa gazete okuru beğenmediği, sevmediği gazete yazıcısını hem okur hem de ona küfreder. Kendi kendine küfretse neyse, bir de ettiği küfrü tebliğ eder.
Başyazarımız, çok değerli Oktay Ekşi gazeteden ayrıldı ya, kimi yazıcı ve okur taburları göbek atıp “zılgıt” çekiyor. Oktay Ekşi’yi kınadıktan sonra hem ona hem de bana küfrediyorlar: “Şimdi sıra sende moruk! Sıra sende bunak!” diye tepiniyorlar.
Sıra gerçekten bende olabilir mi? Köyden iki gün önce İstanbul’a dönünce, Genel Yayın Yönetmenimiz Enis Berberoğlu ve Vuslat (Doğan Sabancı) Hanım’a nezaket ziyareti yaptım. İkisi de beni gördüklerine pek sevindiler. Ben de sohbetimizden memnun ve mutlu oldum!
Hürriyet Gazetesi ve Doğan Holding, dünya basın tarihinin tanık olduğu en gaddar bir salma uygulamasının hedefi. Bundan dolayı herkes elbette kaygılı!
Oktay Ekşi, sözcüklerin sözlük anlamından başka anlamlarından habersiz, benzeştirim sanatına aşina olmayan bir kara kitle tarafından linç edildi, ediliyor. Kullandığı deyimin küfür ya da hakaret içermediğini, dilsel açıdan, kolayca kanıtlayabilirim ama yeri burası değil. Ayrıca kanıtlamam da hiçbir şeyi değiştirmez. Suyu ister bulandırsın, ister bulandırmasın kurt sürüsü küheylanı mutlaka parçalayacak, kararlı!
Ancak, “benzeştirim”le uzaktan-yakından ilgisi bulunmayan küfür ve hakaretleri için “Maksadını aşmış” formülünü durmadan kullananların aklında dilsel inceliğin hiçbir değer ve önemi yoktur. “O kadar septik olma!” dersin, “Fosseptik!” ile karıştırırlar ve hakarete uğradıklarını iddia ederler.
OKURSA SIRA BANA GELMEZ
Ben hiç merak etmiyorum ama meraklı okurların merakını gidereyim bari: Sıra bana da gelsin isteniyor ama gelmeyecek! Cumhuriyet, Demokrasi, Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik erdemlerine hizmet edenlere sıra hiçbir zaman gelmez. Oktay Ekşi bir “sıra dışı” idi! Sıra dışı olduğunu da vakar ve onur ile kanıtladı.
Beni sevdiğini, beğendiğini iddia eden okur, sadece gazetedeki yazılarımı değil, kitaplarımı da okur. Okursa, sıranın bana asla gel(e)meyeceğini görür ve içi rahatlar.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2010
PAZAR (7 Kasım 2010) günü yayınlanan yazımızda Amin Maalouf’un şu satırlarını alıntılamıştık: “Haçlı Seferleri dönemi Avrupa açısından hem ekonomik hem de kültürel alanlarda tam bir devrim başlatırken, Doğu’da bu kutsal savaşlar ve karşılığındaki ‘cihat’, uzun yüzyıllar sürecek bir gerilemeye ve aydınlık düşmanlığına yol açar. Her taraftan kuşatılan İslam âlemi kendi kabuğuna çekilir. Ürkekleşir, hoşgörüsünü yitirir, savunmaya çekilir, kısırlaşır; gezegen çapındaki evrim sürüp Müslümanlar kendilerini bu gelişmenin iyice dışında kalmış hissettikçe de söz konusu tavırlar kökleşir. Bundan böyle ilerleme, ‘öteki’ anlamına gelmektedir. Modernizm, ‘öteki’dir. Kendi kültürel ve dinsel kimliğini Batı’nın simgelediği bu modernizmi yadsıyarak ifade etmek zorunlu muydu? Yoksa tam tersine kimliğini kaybetme riskini göze alıp kararlı bir biçimde modernleşme yoluna girmek mi gerekirdi? Ne İran ne Türkiye ne de Arap dünyası bu ikilemi çözmeyi başarabildi; bugün hâlâ cebri Batılılaşma evreleriyle, yabancı düşmanlığı rengine de bürünen aşırı gericilik evrelerinin birbirlerini, çoğunlukla da şiddet yüklü bir biçimde izlemelerinin nedeni işte bu çözümsüzlüktür.”
SÜREKLİ AŞAĞILIK DUYGUYU
Amin Maalouf, Türkiye’nin adını anmasaydı, “Ne İran ne Türkiye ne de Arap dünyası bu ikilemi çözmeyi başarabildi” cümlesine Türkiye’yi de katmasaydı, haklı olabilirdi.
Batı’da temelsiz ve yaygın olan bu yanılgıyı İstanbul’a geldiği zaman kendisine anlattım.
Cumhuriyet’in modernleşme savaşımının hukuki serüvenini bilmedikleri için en aklı başında Batılı aydınlar bile Türkiye konusunda yanılırlar.
Cumhuriyet, Osmanlı’nın ve Müslüman dünyanın ötekileştirdiği Batı’yı ötekileştirmekten vazgeçti ve onu anlamaya, onun silahlarıyla onun karşısına çıkmaya karar verdi. Savaştığı Batı’yı bir ölçüde yenebildiği için ona karşı kapanmadı, tam tersine açıldı. Bu Arap toplumlarının Batı karşısında hiçbir zaman sahip olamadığı müthiş bir duygudur. Arap toplumları Haçlı Seferleri’nden sonra Batı’yı bir daha yenemedi. Onun karşısında her zaman aşağılık duygusu yaşadı. Bu nedenle Batı’ya düşman oldu.
Türkiye Cumhuriyeti, Batı karşısında kazanılmış bir zafer üzerine kuruldu ki yeni toplum ve devletin Arapvari bir travma yaşaması mümkün değildi. Arap toplumları yeni Cumhuriyet’in müthiş başarısına imrendiler, onu kıskandılar ve ondan nefret ettiler. Ama onu asla örnek almadılar.
Ancak 1950’den sonra, akıl almaz bir şey oldu ve Cumhuriyet’i bu tarihte ele geçirenler, Muzaffer Cumhuriyet’e sahip çıkmak yerine, taa 2010’a kadar Arapların travmasına sahip çıktılar.
Ezilmiş Arap travmasının virüsünü, bile-isteye kendi damarlarına şırınga ettiler.
Ve bunun Atatürk ve Cumhuriyet’le hesaplaşmak olduğunu sandılar.
KARA VAGON OLMAK
Cumhuriyet, geçmişin kurumuş kuyusundaki bin bir tuzak ve tehlikeyi onu çok iyi kavradığı ve anladığı için, daha 1923’ten önce şunu çok iyi biliyordu: Batı ile mücadele edecekse, Batı emperyalizminin altında ezilmek istemiyorsa, kendine özgü bir Batı’yı yaratmak zorundaydı. Hem Batılı ve Doğulu olmayan aynı zamanda hem Batılı hem de Doğulu olan bir toplum yaratmalıydı. Doğululaşmak için özel bir çaba gerekmiyordu. Ama söz konusu doğunun payı, Batı payının karşısında giderek azaltılacaktı. Cumhuriyet devrimini böyle okumak gerekiyor. Bunu beceremeyenlerin, böyle okumayı istemeyenlerin yapacağı en iyi iş Karşı Devrim lokomotifinin arkasında bir kara vagon olmaktı. Öyle yaptılar. Günümüzde de AKP goygoyculuğu yapmaktalar.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2010
ADONİS, Mercvre de France tarafından yayınlanan “La Prière et l’Épée” (Dua ve Kılıç) adlı kitabında bu travmadan kurtuluşun çağdaş yolunu gösterir: “Günümüzde Arap’ın ilk sorunu Batı’dan kurtulmak (Batı karşısında bağımsızlaşmak ise), bu kurtuluş, Arap toprağında, demokrasinin yaşam yöntemi olarak kurulması ve diyalog sayesinde başlayabilir. Bunun onurlu yolunu tanımlayalım: İnsan haklarının eksiksiz kabulü ve özgürlüklere saygı. Buna koşut olarak, insanlara kendi toprakları üzerinde var olduğunu hissettirecek bir ekonomik gelişme ve kendi kendine yeterlilik gerekiyor.” (s. 347-348)
Bütün bunların gerçekleşebilmesi için Müslüman Arap toplumlarının laikleşme sürecine girmeleri de gerekmektedir. Adonis bu vazgeçilmez koşulu sık sık tekrarlar.
EMPERYALİZMİN KÖLESİ
Ancak, kendini son “vision” olarak sunan, insanın özüne ilişkin son gerçekliği, hayat ve evrene ilişkin bütün gerçekleri elinde bulundurduğunu ileri süren İslam bu kurtuluşa katkıda bulunacak mı, daha doğrusu buna izin verecek mi? (s.9)
Tartışmasız bir biçimde İmam’a tam biat, kelimesi kelimesine kutsal metne ve geleneğe (Sünnet’e) boyun eğme ve inananlar topluluğuna (ümmete) koşulsuz itaat.
Bu çelik bukağılar Arap toplumlarının demokratlaşmasına, insan haklarının eksiksiz kabulüne ve özgürlüklere saygıya izin verecek mi?
Bu talepler karşısında imam ve ümmet, Kuran’ı ve geleneği (sünneti) kaynak göstererek, demokrasinin de, insan haklarının da, özgürlüklerin de, hatta laikliğin de Kuran’da yer aldığını ileri sürecek, dört halife ile sahabenin uygulamalarını örnek gösterecektir.
Arap, emperyalizm sayesinde Osmanlı’dan kurtuldu kurtulmasına ama kendine daha çok tutsak oldu. Osmanlı zamanında inançlarının kölesiydi, Osmanlı’dan sonra emperyalizmin de kölesi oldu.
O CEVAP GELECEKTE
Amin Maalouf, geçen hafta kaynak olarak kullandığımız kitabının (Arapların Gözünden Haçlı Seferleri) sonunda bu hastalığın ve travmanın gerekçeli kaynaklarını tek tek açıklar. Ne var ki bir avuç aydının dışında, Arap toplumları “Biz neden böyleyiz, neden geri kaldık?” sorusunun cevabının geçmişte değil, şimdide ve gelecekte bulunduğunu, orada yer aldığını bir türlü anlamaz.
Biz neden geri kaldık sorusunun cevabını şöyle ararlar: Biz, derler, Haçlı seferlerine kadar dünyanın egemeni idik, çünkü Kuran ve sünnetin egemenliğe tam anlamıyla biat ve itaat ediyorduk, yeniden eski şanlı ve güçlü durumumuza kavuşmak istiyorsak eskiye geri dönmeliyiz. Geleceği geçmişte aramak sadece Arap toplumlarının değil aynı zamanda bütün Müslüman toplumların afyonu, eroini olmuştur. Böylesine bir düşünce tarzının, Batı’yı ancak Batı’nın yöntemleriyle yenmenin mümkün olabileceği gerçeğini keşfetmesi beklenebilir mi?
Arap toplumları Batı uygarlığını ve aklın yeteneklerini, geçmişle ve inançla yenebileceğini sandığı ve buna inandığı (bu tuzağa düştüğü için) Taliban’ı, El Kaide’yi, Hamas’ı yarattı. Gelecekteki kurtuluşu geçmişte arayanlar sadece ve ancak yeni bir Hasan Sabbah ve haşşaşi tarikatı yöntemini bulabilirlerdi. Nitekim öyle de oldu!
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2010
AMİN Maalouf’un “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri”nin (YKY) son bölümünü okumayı bugün bitiriyoruz: AYDINLIK DÜŞMANLIĞI
“Haçlı Seferleri dönemi Avrupa açısından hem ekonomik hem de kültürel alanlarda tam bir devrim başlatırken, Doğu’da bu kutsal savaşlar ve karşılığındaki ‘cihat’, uzun yüzyıllar sürecek bir gerilemeye ve aydınlık düşmanlığına yol açar. Her taraftan kuşatılan İslam âlemi kendi kabuğuna çekilir. Ürkekleşir, hoşgörüsünü yitirir, savunmaya çekilir, kısırlaşır; gezegen çapındaki evrim sürüp Müslümanlar kendilerini bu gelişmenin iyice dışında kalmış hissettikçe de söz konusu tavırlar kökleşir. Bundan böyle ilerleme, ‘öteki’ anlamına gelmektedir. Modernizm, ‘öteki’dir. Kendi kültürel ve dinsel kimliğini Batı’nın simgelediği bu modernizmi yadsıyarak ifade etmek zorunlu muydu? Yoksa tam tersine kimliğini kaybetme riskini göze alıp kararlı bir biçimde modernleşme yoluna girmek mi gerekirdi? Ne İran, ne Türkiye, ne de Arap dünyası bu ikilemi çözmeyi başarabildi; bugün hâlâ cebri Batılılaşma evreleriyle, yabancı düşmanlığı rengine de bürünen aşırı gericilik evrelerinin birbirlerini, çoğunlukla da şiddet yüklü bir biçimde izlemelerinin nedeni işte bu çözümsüzlüktür.”
700 YIL SONRA BİLE
“Barbar olarak tanıdığı, yendiği, ama sonra tüm dünyaya egemen olmayı başaran bu Frenkler karşısında hem büyülenen hem dehşete kapılan Arap âlemi, Haçlı Seferleri’ni artık geride kalmış uzak bir geçmişe ait bir sayfa olarak göremiyor. Arapların ve genelde Müslümanların Batı’ya karşı tavrının yedi yüzyıl önce bitmiş olması gereken hadiselerden bugün bile ne denli etkilendiğini gördükçe, insan hayretler içinde kalıyor.
Üçüncü binyılın eşiğinde, Arap âleminin siyasi ve dini sorumluları, Selahaddin’i, Kudüs’ün düşüşünü ve geri alınmasını söylemlerinde sürekli bir dayanak noktası, bir başvuru kaynağı olarak kullanıyorlar. Hem bazı resmi konuşmalarda hem de halkın genel kabulünde, İsrail yeni bir Haçlı devleti olarak görülüyor. Filistin Kurtuluş Ordusu’nun üç tümeninden birinin adı Hittin, ötekininki Ayn Câlût’tur hâlâ. Başkan Nasır, en parlak günlerinde onun gibi Suriye ile Mısır’ı -hatta Yemen’i- birleştirmiş Selahaddin’e benzetilirdi hep! 1956 Süveyş seferi ise, tıpkı 1191’deki gibi, Fransızların ve İngilizlerin başını çektikleri bir Haçlı seferi olarak algılandı.”
“Gerçi insanın aklını karıştıran bazı benzerliklerin varlığı da yadsınamaz. Şam halkının karşısında yaptığı konuşmada, düşmanın Kudüs üzerindeki egemenliğini tanımaya cüret etmiş Mısır sultanı el-Kâmil’i ‘ihanet’le suçlayan Sıbt İbnü’1-Cevzî’yi dinlerken, Enver Sedat’ı hatırlamamak mümkün mü? Şam ile Kudüs arasında Golan ile Bekaa’nın hâkimiyeti için sürdürülen mücadeleye bakıp da, dünü bugünden ayırmak kolay mı? Üsâme’nin, istilacıların askeri üstünlüğü hakkında söylediklerini okuyup da düşüncelere dalmadan edilebilir mi?”
MEŞRU BİR İNTİKAM!
“İslam âlemi sürekli saldırıya uğradıkça, bu zulme uğramışlık duygusunun yükselişi de bastırılamaz; ama bu duygu bazı fanatiklerde tehlikeli saplantılara dönüşmektedir: 13 Mayıs 1981’de papayı vuran Mehmet Ali Ağca, yazdığı mektupta Haçlıların başkomutanı Papa II. Jean-Paul’ü öldürmeye karar verdim, dememiş miydi? Bu bireysel eylemin ötesinde, Arap Doğusu’nun Batı’yı her zaman doğal düşman olarak gördüğü açıktır. İster siyasi, ister askeri düzlemde, ister petrol alanında olsun, Batı’ya karşı girişilen her türlü düşmanca eylem meşru bir intikam olarak kabul edilir. Ve bu iki dünya arasındaki kırılmanın, Arapların bugün bile bir tecavüz olarak duyumsadıkları Haçlı Seferleri’ne dayandığına kuşku yoktur.” (s. 242-243)
Yazının Devamını Oku