PAZAR (7 Kasım 2010) günü yayınlanan yazımızda Amin Maalouf’un şu satırlarını alıntılamıştık: “Haçlı Seferleri dönemi Avrupa açısından hem ekonomik hem de kültürel alanlarda tam bir devrim başlatırken, Doğu’da bu kutsal savaşlar ve karşılığındaki ‘cihat’, uzun yüzyıllar sürecek bir gerilemeye ve aydınlık düşmanlığına yol açar. Her taraftan kuşatılan İslam âlemi kendi kabuğuna çekilir.
Ürkekleşir, hoşgörüsünü yitirir, savunmaya çekilir, kısırlaşır; gezegen çapındaki evrim sürüp Müslümanlar kendilerini bu gelişmenin iyice dışında kalmış hissettikçe de söz konusu tavırlar kökleşir. Bundan böyle ilerleme, ‘öteki’ anlamına gelmektedir. Modernizm, ‘öteki’dir. Kendi kültürel ve dinsel kimliğini Batı’nın simgelediği bu modernizmi yadsıyarak ifade etmek zorunlu muydu? Yoksa tam tersine kimliğini kaybetme riskini göze alıp kararlı bir biçimde modernleşme yoluna girmek mi gerekirdi? Ne İran ne Türkiye ne de Arap dünyası bu ikilemi çözmeyi başarabildi; bugün hâlâ cebri Batılılaşma evreleriyle, yabancı düşmanlığı rengine de bürünen aşırı gericilik evrelerinin birbirlerini, çoğunlukla da şiddet yüklü bir biçimde izlemelerinin nedeni işte bu çözümsüzlüktür.”
SÜREKLİ AŞAĞILIK DUYGUYU
Amin Maalouf, Türkiye’nin adını anmasaydı, “Ne İran ne Türkiye ne de Arap dünyası bu ikilemi çözmeyi başarabildi” cümlesine Türkiye’yi de katmasaydı, haklı olabilirdi.
Batı’da temelsiz ve yaygın olan bu yanılgıyı İstanbul’a geldiği zaman kendisine anlattım.
Cumhuriyet’in modernleşme savaşımının hukuki serüvenini bilmedikleri için en aklı başında Batılı aydınlar bile Türkiye konusunda yanılırlar.
Cumhuriyet, Osmanlı’nın ve Müslüman dünyanın ötekileştirdiği Batı’yı ötekileştirmekten vazgeçti ve onu anlamaya, onun silahlarıyla onun karşısına çıkmaya karar verdi. Savaştığı Batı’yı bir ölçüde yenebildiği için ona karşı kapanmadı, tam tersine açıldı. Bu Arap toplumlarının Batı karşısında hiçbir zaman sahip olamadığı müthiş bir duygudur. Arap toplumları Haçlı Seferleri’nden sonra Batı’yı bir daha yenemedi. Onun karşısında her zaman aşağılık duygusu yaşadı. Bu nedenle Batı’ya düşman oldu.
Türkiye Cumhuriyeti, Batı karşısında kazanılmış bir zafer üzerine kuruldu ki yeni toplum ve devletin Arapvari bir travma yaşaması mümkün değildi. Arap toplumları yeni Cumhuriyet’in müthiş başarısına imrendiler, onu kıskandılar ve ondan nefret ettiler. Ama onu asla örnek almadılar. Ancak 1950’den sonra, akıl almaz bir şey oldu ve Cumhuriyet’i bu tarihte ele geçirenler, Muzaffer Cumhuriyet’e sahip çıkmak yerine, taa 2010’a kadar Arapların travmasına sahip çıktılar.
Ezilmiş Arap travmasının virüsünü, bile-isteye kendi damarlarına şırınga ettiler.
Ve bunun Atatürk ve Cumhuriyet’le hesaplaşmak olduğunu sandılar. KARA VAGON OLMAK
Cumhuriyet, geçmişin kurumuş kuyusundaki bin bir tuzak ve tehlikeyi onu çok iyi kavradığı ve anladığı için, daha 1923’ten önce şunu çok iyi biliyordu: Batı ile mücadele edecekse, Batı emperyalizminin altında ezilmek istemiyorsa, kendine özgü bir Batı’yı yaratmak zorundaydı. Hem Batılı ve Doğulu olmayan aynı zamanda hem Batılı hem de Doğulu olan bir toplum yaratmalıydı. Doğululaşmak için özel bir çaba gerekmiyordu. Ama söz konusu doğunun payı, Batı payının karşısında giderek azaltılacaktı. Cumhuriyet devrimini böyle okumak gerekiyor. Bunu beceremeyenlerin, böyle okumayı istemeyenlerin yapacağı en iyi iş Karşı Devrim lokomotifinin arkasında bir kara vagon olmaktı. Öyle yaptılar. Günümüzde de AKP goygoyculuğu yapmaktalar.