6 Kasım 2010
AMİN Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri’ni (YKY) okumayı sürdürelim: * * *
“Hatta, İbn Cübeyr’in tepkisi daha yakından incelenmeyi de hak etmektedir. Hem ‘melun düşman’ın vasıflarını kabul etme dürüstlüğünü göstermekte hem de Frenklerin hakkaniyetinin ve iyi idarelerinin Müslümanlar açısından ölümcül bir tehlike olduğu kanısından hareketle beddualar yağdırmaktadır. Müslümanlar, refahı ve rahatlığı Frenk toplumunda bulurlarsa, dindaşlarına -ve dinlerine- sırt dönmezler mi? Seyyahın bu tavrı, ne denli anlaşılabilir olursa olsun, kardeşlerinin de mustarip olduğu bir hastalığın da belirtisidir: Haçlı Seferleri’nin en başından en sonuna kadar, Araplar Batı’dan gelen fikirlere açılmayı reddetmişlerdir. Uğradıkları saldırıların belki de en yıkıcı etkisi bu alandadır. İşgalci açısından topraklarını fethettiği halkın dilini öğrenmek bir hünerdir; istilaya uğrayan halk açısından fatihlerin dilini öğrenmek ise bir taviz, hatta ihanettir. Gerçekten de çok sayıda Frenk Arapça öğrenirken, birkaç Hıristiyan dışında memleket nüfusu Batılıların dillerine kulaklarını tıkamışlardır.”
“Örnekler çoğaltılabilir, çünkü Frenkler ister Suriye’de ister İspanya’da ister Sicilya’da olsun, Arapların ‘rahle-i tedris’inden geçmiş, onlardan ders almışlar ve öğrendikleri, sonraki gelişmeleri açısından vazgeçilmez bir önem taşımıştır. Yunan uygarlığının mirası Batı Avrupa’ya ancak bu uygarlığın tercümanları ve devamcıları olan Araplar aracılığıyla taşınabilirdi. Frenkler tıp, astronomi, kimya, coğrafya, matematik, mimari alanlarındaki bilgilerini önce özümseyip taklit ettikleri, sonra da aştıkları Arapça kitaplardan edinmişlerdir. Dillerinde hâlâ buna tanıklık eden ne çok kelime vardır: zénith [Arapçadaki semtü’r-res, başın üstündeki yön, ilm-i nücumdaki ‘başucu’ deyimi bozularak Fransızcada önce chemit, sonra zénith olmuştur]; nadir [Arapçada semtü’r-res’in zıttı olarak kullanılan nâdir’den alınmıştır]; azimut [yol, yön, cihet anlamına gelen es-semt’ten türemiştir]; algèbre [‘zor, zorlama, indirgeme’ anlamına da gelen ve el-Harizmi’nin -Ebu Cafer Muhammed bin Musa el-Harizmi- bir eserinin başlığında -el-Muhtasar fi hisâbi’l-cebr ve’l mukabele- yer alan el-cebr, yani cebir’den türemiştir]; algorithme [el-Harizmi’nin Arapça metni kaybolmuş, sadece Latince çevirisi bulunan -Liber alghoarismi di praktica arismetrice- bir eserinde geçen adının bozulmuş halinden türemiştir] veya her gün kullanılan ve bugün ‘sayı’ anlamına gelen chiffre [Arapçadaki sıfr’dan, yani bildiğimiz sıfır’dan ortaçağ Latincesine cifra, ‘sıfır’ olarak geçmiş, sonra ‘gizli yazı’ anlamında cifre’ye dönüşmüş, en sonunda modern anlamına kavuşmuştur]. Sanayi konusunda ise Avrupalılar kâğıt imalatında, debbağlıkta, dokumacılıkta, alkol ve şeker -alcool [el-Kuhûl] ve sucre, Arapçadan alınmış iki kelime daha- damıtımında Arapların kullandığı usulleri almış, sonra da bunları geliştirmişlerdir. Doğu ile temas içinde Avrupa tarımının nasıl zenginleştiği de unutulamaz: kayısı [Arapçadaki el-berkuk’tan alınan abricot], patlıcan [Arapçadaki el-bâdincân’dan türetilen aubergine], yabani sarmısak [Latince Ascalonia cepa (Askalan soğanı), échalote], portakal [Arapçadaki en-nârenc’den türeyen orange], karpuz [battîha’dan türeyen pateca, pastèque]... ‘Arapça’ kelimelerin sonu gelmez.” (S. 241-242)
* * *
Bizim Arap meftunlarına sorsanız, size biraz önce okuduklarınızı tekrarlarlar. Bir İslamcı ileri geleni (ki Necmettin Erbakan olabilir), Batı’dan telif hakkı istesek hazineleri yetmez demişti. Batı, Müslüman Doğu’dan aldıklarıyla koskoca ucu açık bir uygarlık yarattı. Müslüman Doğu, Batı’dan sadece nefret etti, karşısında ezildi ve sonunda El Kaide’yi, Taliban’ı, Hizbullah’ı ve Hamas’ı yarattı.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2010
BU bölümde, Arapların bulaşıcı travmasının en önemli ikinci nedenini keşfedeceğiz: Arapların süreklilik cevherine sahip bir devlet kuramamaları, kurdukları devlette toplumsal adaleti sağlayamamaları, benzeri sakarlıklar ve kendi kendilerini iğdiş etmeleri:
* * *
“Arapların, birincisiyle de bağlantısız sayılamayacak ikinci ‘hastalığı’, istikrarlı kurumlar inşa edememeleridir. Frenkler ise Doğu’ya gelir gelmez gerçek anlamda devletler kurmayı başarmışlardır. Kudüs’te saltanat verasetinde genellikle bir çatışma çıkmıyordu; krallık meclisi hükümdarın siyaseti üzerinde etkili bir denetim kuruyor ve ruhban sınıfının iktidar oyunundaki rolü de kabul ediliyordu. Müslüman devletlerde ise durum hiç böyle değildi. Her monarşi, hükümdarın ölümüyle birlikte sallanıyor, iktidar ne zaman el değiştirse iç savaş tehlikesi yaşanıyordu. Bu hadisenin tüm sorumluluğu, devletlerin varlığını bile sürekli tehdit eden, o ardı arkası kesilmeyen istilalara yüklenebilir mi? Suçu, ister doğrudan Araplar isterse Türkler veya Moğollar söz konusu olsun, bölgeyi egemenliği altına alan halkların göçebe kökenli oluşunda mı aramak gerekir? Bu ‘Sonsöz’ çerçevesinde böyle bir sorunu sonuca bağlamak olanaksızdır. Ama aynı sorunun, çok az değişmiş bir ilişkiler toplamı içinde, yirminci yüzyıl sonu Arap dünyasında da hâlâ gündemde olduğunu belirtmekle yetinelim.”
“İstikrarlı ve kabul gören kurumların bulunmamasının, özgürlükler üzerinde de belli sonuçlara yol açması kaçınılmazdı. Batılılarda, Haçlı Seferleri döneminde, hükümdarın iktidarına ihlal edilmesi epey güç ilkeler yön verir. Üsâme, Kudüs Krallığı’na yaptığı bir ziyarette, ‘şövalyeler bir karar verdiklerinde, kralın bunu değiştiremediğini veya bozamadığını’ saptar. İbn Cübeyr’in Doğu seyahatinin son günlerine ait şu tanıklığı daha da anlamlıdır:”
“Tibnin’den (Sur yakınında) ayrıldıktan sonra, ardı arkası kesilmeyen bir dizi çiftlik ve köyden geçtik; topraklar gayet güzel sürülmüştü. Buraların tüm sakinleri Müslüman, ama Frenklerle iyi geçiniyorlar... Allah bizi her türlü iğvadan korusun! Evleri kendilerine ait ve mallarına, mülklerine de hiç dokunulmamış. Suriye’de Frenklerin denetimi altındaki bölgelerin hepsinde bu düzen geçerli: Araziler, köyler ve çiftlikler Müslümanların elinde kalmış. Kendi durumlarını Müslüman bölgelerinde yaşayan din kardeşleriyle kıyasladıklarında, bu adamların çoğunun gönlüne kuşku düşüyor. Çünkü Frenkler onlara hakkaniyetle davranırken, öteki taraftakiler kendi dindaşlarının adaletsizliğine maruz kalıyor.”
“İbn Cübeyr endişelenmekte haklıdır, çünkü bugün Güney Lübnan olan bölgenin yollarında çok ağır sonuçlara gebe bir gerçekliği keşfetmiştir: Frenklerdeki adalet anlayışı, Üsâme’nin de vurguladığı gibi, ‘barbar’ diye nitelenebilecek bazı yönler içerse de, onların toplumu ‘hak dağıtıcı olma’ avantajına sahiptir. Yurttaş kavramından henüz eser yoktur kuşkusuz, ama feodallerin, şövalyelerin, ruhban sınıfının, üniversitenin, burjuvaların, hatta ‘kâfir’ köylülerin, herkesin çerçeveleri gayet iyi belirlenmiş hakları vardır. Arap Doğusu’nda mahkemelerin yargılama usulleri daha akılcıdır; yine de baştaki emirin keyfi iktidarının hiçbir sınırı yoktur. Bu yüzden hem ticaret kentlerinin gelişimi hem de fikirlerin evrimi gecikmiştir.” (Amin Maalouf, “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri, YKY, s. 240-241)
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2010
TELOS Yayınları’nı yönettiğim sırada, Amin Maalouf’un “Les Croisades vues par les Arabes” (J.C. Lattes Yayınevi) adlı kitabını Mehmet Ali Kılıçbay’ın çevirisiyle 1997 yılında yayınlamıştım. Aynı kitap daha sonra Yapı Kredi Yayınları (YKY) tarafından yayınlandı.
Arapların günümüzde Müslüman Kardeşler, El Kaide, Taliban, Hizbullah, Hamas ve kadınları hiçleştirme operasyonları ile sonuçlanan hastalığının kökenlerini, Amin Maalouf’un “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri”nin (YKY; Çev: Ali Berktay) sonuç bölümünden okumaya başlayalım:
TÜRKLERİN SANCAĞI ALTINDA
“Dış görünüşte Arap dünyası parlak bir zafer kazanmıştı. Eğer Batı’nın yapmaya çalıştığı ardı ardına gelen istilalarla İslam’ın ilerleyişini durdurmaksa, ortaya çıkan sonuç bunun tam tersi olmuştu. Doğu’nun Frenk devletleri iki yüzyıllık kolonizasyonun ardından köklerinden sökülüp atılmakla kalmamış, Müslümanlar kendilerini öyle bir toparlamışlardı ki Osmanlı Türklerinin sancağı altında doğrudan Avrupa’yı fethe koşacaklardı. 1453’te Konstantinopolis düştü. 1529’da Osmanlı akıncıları Viyana surları önünde ordugâh kurdu.”
“Ama, az önce söylediğimiz gibi, bu sadece dış görünüştür. Çünkü tarih içinde bir mesafe koyup sonra geri dönüp bakıldığında bir saptama kendini ister istemez kabul ettirmektedir. İspanya’dan Irak’a kadar Arap dünyası, Haçlı Seferleri döneminde gezegendeki entelektüel ve maddi açıdan en ileri uygarlığın sahibi durumundadır hâlâ. Daha sonra dünyanın merkezi kararlı bir biçimde batıya doğru kayar. Burada neden-sonuç ilişkisi söz konusu mudur? Haçlı Seferleri’nin -yavaş yavaş tüm dünyaya egemen olacak- Batı Avrupa’nın yapacağı atılımın ilk işaretlerini verip Arap uygarlığının ölüm çanlarını çaldığını söyleyebilir miyiz?”
“Böyle bir yargı tamamen yanlış olmasa da, ayrıntılandırılması gerekir. Araplar Haçlı Seferleri’nden önce de bazı ‘hastalıklar’dan mustaripti ve Frenklerin gelişi bunları ortaya çıkarıp ağırlaştırdı belki, ama yoktan var etmedi.”
KEDERİN İPLERİ KAÇMIŞTI
“Peygamberin ümmeti dokuzuncu yüzyıldan sonra kendi kaderinin iplerini elinden kaçırmıştı. Yöneticilerinin hepsi yabancıydı. İki yüzyıllık Frenk işgali boyunca gözlerimizin önünde resmi geçit yapan onca kişilikten hangileri Araptı? Vakanüisler, kadılar, birkaç yerli emir -İbn Ammar, İbn Munkiz- ve iktidarsız halifeler. Ama iktidarı asıl elinde tutanlar ve hatta Frenklere karşı mücadelenin belli başlı kahramanları -Zengi, Nureddin, Kutuz, Baybars, Kalavun Türk’tü; el-Efoal Ermeni’ydi; Şirkuh, Selahaddin, el-Adil, el-Kâmil Kürt’tü. Bu devlet adamlarının çoğu kültürel ve duygusal açıdan Araplaşmıştı haliyle; ama Sultan Mesud’un 1134’te halife el-Müsterşid’le tercüman aracılığıyla konuştuğunu unutmayalım; çünkü Bağdat’ın kendi boyu tarafından fethedilmesinden seksen yıl sonra bile bu Selçuklu sultanı tek kelime Arapça bilmiyordu. Daha da kötüsü: Arap veya Akdeniz uygarlıklarıyla hiç ilgisi olmayan çok sayıda bozkır savaşçısı durmadan gelip yönetici askeri kasta katılıyorlardı. Baskı altına alınan, ezilen, horlanan, kendi topraklarında yabancı durumuna düşürülen Arapların yedinci yüzyılda başlamış kültürel gelişmeyi sürdürmeleri olanaksızdı. Frenkler geldiğinde bulundukları yerden bir adım ileri gidemeyip geçmişin mirasını yemekle yetinmeye başlamışlardı bile. Ve bu yeni istilacılardan birçok alanda üstün olsalar da, gerileme dönemine girmişlerdi aslında.” (s. 239-240)
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2010
TÜRBANLA ilgili “Modern Mahrem” yorumu artık iflas etmiştir. Sosyologlar türban sayesinde evlerinden dışarı çıkıp eğitim görebilen kızların toplumsal hayata karışarak dönüşeceğini iddia ediyordu. Ama ev dışına türbansız çıkamayan reşit kızların bu tercihinin aile baskısının da kanıtı olduğunu görmezden geliyorlardı. Türban takmanın özerk bireyin bilinçli seçimi olmadığı gerçeği artık ortaya çıktı. Özgür birey ile özerk birey aynı şey değildir!
Şimdi aynı sosyologlar türbanın kentleşmenin göstergesi olduğunu da iddia ediyorlar. Oysa Türkiye’deki türban olgusu kökü dışarıda köktenci İslam hareketini bilmeden, kavramadan açıklanamaz. Aslında önce buna çalışmak zorundalar.
AWDA’NIN İDDİALARI DOĞRU
Mısır’ın en önde gelen stratejistlerinden ve iktidardaki Ulusal Demokratik Parti’nin en etkili isimlerinden Prof. Cihad Awda, AKP iktidarının Mısır’da neden ‘Müslüman Kardeşler’ çevresiyle işbirliği yaptığını soruyor (Zaman, 20.10.10). “Kıptilerle işbirliği yapan herhangi bir Türk organizasyonu ya da şirketi görmedim. Türkiye ile seküler organizasyonlar arasında bir işbirliği yok. Hep Müslümanlarla işbirliği var. Müslüman Kardeşler’le var” diyor.
Mısır’ın en önemli düşünürlerinden biri AKP hükümetinin ülkesiyle ilişkisinin ideolojik ve dinsel olduğunu ileri sürüyor. Oysa Hıristiyan Kıptiler Mısır’ın çok önemli bir öğesi.
Cihad Awda’nın iddiaları kesinlikle doğrudur!
MEHMET METİNER’İN KİTABI
Selefiye ve Vahabi akımlarını, Müslüman Kardeşler (İhvanü’l-Müslimin) hareketini bilmeden Türkiye’deki türban fesadını anlamak mümkün değil. Milli Görüş kuşağı bu akım ve hareketlerin etkisiyle büyüdü; kişilik ve kimlik edindi. Pakistanlı Mevdudi, İranlı Ali Şeriati (1933-1977) ve Mısırlı Müslüman Kardeşler’in (MK) lideri Prof. Seyyid Kutub’un (1906-1967) eserlerini okuyarak İslami formasyon kazandı.
Örnek aldıkları düşünürlerin tamamı “İslam’a Dönüş”ü, “Öze Dönüş”ü temsil ederler ve bir Kuran Nesli yaratmayı ülkü edinmişlerdir. Hedefledikleri İslami devlettir. Dolayısı ile demokrasi ile herhangi bir ortak alanları mevcut değildir.
Türkiye’deki Kuran Nesli’nin hal ve gidişini öğrenmek istiyorsanız Mehmet Metiner’in “Yemyeşil Şeriat Bembeyaz Demokrasi” adlı kitabını salık verebilirim.
ARAP TRAVMASININ VİRÜSÜ
Tunuslu yazar Abdalwahab Meddeb “İslam’ın Hastalığı” (Metis Yayınları) adlı kitabında “Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizm olduysa, İslam’ın hastalığının da entegrizm olduğu kesindir” (s. 12) diye yazar. Bu kitabı da okumanızı hararetle tavsiye ederim.
Yarından itibaren, Abdalwahab Meddeb’in “İslam’ın Hastalığı” dediği olgunun tarihsel kökenlerini Amin Maalouf’un “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri” (Yapı Kredi Yayınları, YKY) adlı kitabının sonuç bölümünü aktararak sergilemeye çalışacağım. Türban ülkemize Arap travmasının virüsü ile bulaşmıştır. İlkin bunu öğrenmek gerekiyor!
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2010
HERODOT Tarihi’den (İş Bankası Kültür Yayınları, s. 162) bir hisseli öykü aktaracağım. Öykü Mısır kralı Amasis ile Samos (Sisam) tiranı Polykrates arasında geçer. Mısır kralı ile Samos tiranı arasında siyasal nedenlerle sıkı bir dostluk vardır. Bunu bir antlaşmayla perçinlerler. Mısır kocaman bir ülke, Samos el kadar bir ada. El kadar ama Polykrates türlü manevralar ve savaşlarla etkisini Atina’ya kadar yaymıştır.
Polykrates’in başarıları Amasis’in gözünden kaçmaz, dahası kuşkulanmaya bile başlar. Talih, dostunun yüzüne gitgide daha çok gülmeye başlayınca bir mektup yazıp Samos’a gönderir:
TALİH ZAMANLA TERS DÖNER
“Amasis, Polykrates’e der ki, bir dostun başarılarını öğrenmek tatlı bir şeydir. Ama senin büyük mutluluğun hoşuma gitmiyor, zira tanrıları tanırım ve ne kadar kıskanç olduklarını bilirim. Kendim için aralıksız bir mutluluktansa, bir başarılar ve başarısızlıklar karışımını yeğ tutarım ve insan ömrünün böyle nöbetleşe bir talihle sona ermesini dilerim; çünkü, girdiği her işten başarıyla çıkan bir kimsenin talihi zamanla ters döner, sonu fena gelir; bunun bir başka türlüsünü hiç duymadım. Onun için sen de bana inanırsan eğer, başarıların karşısında şöyle yap: Senin için en yüksek değerde olan ve kaybetmekten en çok üzüleceğin şey nedir? Bunu seç ve uzaklara at, o kadar uzağa at ki, bir daha kimsenin gözüne gözükmesin. Ondan sonra talih dönmediği ve sana yâr olduğu sürece hep bu dediğim şeyi yap, kendini kurtar.”
BALIKLA DÖNEN YÜZÜK
Mektubu okuyan Polykrates, Amasis’e hak verdi. Uzun uzun düşündükten sonra parmağındaki zümrüt mühür yüzüğü gözden çıkardı. Elli kürekli gemilerinden birine bindi, denize açıldı ve adadan iyice uzaklaştıktan sonra yüzüğü çıkardı ve gemide bulunanların gözleri önünde denize attı. Sonra evine dönüp üzüntüsünün tadını çıkarmaya koyuldu.
Bu olayın üzerinden dört-beş gün geçmişti ki bir balıkçı büyük bir balık tuttu ve bunu Polykrates’e sunmaya karar verdi; balığı saraya götürdü. Krala balığı pazara götürüp satmaya kıyamadığını söyledi. Bu sözden hoşlanan Polykrates balıkçıyı akşam yemeğine davet etti ve balığı mutfağa gönderdi. Aşçılar balığı kesip ayıklarken karnından Polykrates’in yüzüğü çıktı. Yüzüğü Polykrates’e götürdüler. Polykrates anladı, bu işte tanrıların bir parmağı vardı; bir papirüs tomarı aldı, olan biteni yazdı ve bir ulakla Mısır’a yolladı.
AMA HEP GEÇ KALIRLAR
Amasis, Polykrates’in mektubunu okudu ve anladı ki, bir insanı kaderin pençesinden kurtarmak kimsenin harcı değildir ve Polykrates’in sonu kötüye varacaktır, zira o kadar mutlu ki, kurbanları bile kendisine geri veriliyor. Samos’a bir çavuş gönderdi, dostluk antlaşmasını bozduğunu bildirdi. Böyle yaptı, çünkü Polykrates’in başına bir bela gelirse, dostluk uğruna kendisinin de başının belaya girmesini istemiyordu.
Bu öyküden herkes istediği bir hisse çıkarabilir. Ben 18 Mayıs 1980-4 Şubat 1983 tarihleri arasında yazdığım Siyasetnâme adlı şiir kitabımın XVII ve XVIII bölümlerinde bu öyküyü anlattım. Şöyle bir dize var şiirde: “Zorbalar da erdemin sesine kulak verirler bazen”. Ama hep çok geç kalırlar!
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2010
TÜRBAN fesadı konusunda yazdığım yazılar kimilerini çıldırtıyor. Gazetelerindeki köşelerinde, televizyon ekranlarında beni hedef gösterip hakkımda “Vur emri” veriyorlar. Benim bu konuda yetkim olmadığını ileri sürüyorlar: Arapça bilmiyormuşum, ilahiyat eğitimi almamışım. Bu durumda benim “Fransız dili ve edebiyatı” dışında hiçbir konuda yazı yazmamam gerekiyor. Oysa yazıyorum ve çok iyi yazdığımı biliyorlar. Kuran-ı Kerim’i Türkçe, Fransızca ve İngilizcelerinden okuyorum. Yabancı dil bilenlere, Kuran’ı bildikleri yabancı dilde okumalarını salık veririm. Çünkü bu çevirilerde hiçbir aşırı yorum yok. Oysa Türkçe çevirilerin çoğu sapmalarla, saptırmalarla dolu. Din konusunda dünya çapında bilgin Arap danışmanlarım var. Demek ki: Bu konuda yazanların yüzde 99’undan daha yetkiliyim.
* * *
Değerli okurlar, türbanla saçları örtme zorunluluğu konusunda Kuran metninde hiçbir dayanak yok. Bu durumu iyi kavramak için, Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın “KUR’ÂN-I HAKÎM’in açıklamalı MEALİ” adlı çevirisinin 359. sayfasında yer alan NUR SÛRESİ’nin 31. ayetinin tamamını birlikte okuyalım: “Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve günahtan korunmalarını söyle! Yine söyle ki mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler. Ziynet takılan yerlerini kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, üvey oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, mümin kadınlar, ellerinin altında bulunanlar (köleler), erkeklikten kesilip kadınlara ihtiyaç duymayan hizmetçileri veya kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocukları dışında kimseye göstermesinler.”
* * *
24/31. ayette yer alan başörtüsü (hımar) Arap Yarımadası kavimlerinin binlerce yıldır çöl güneşine ve rüzgârların savurduğu kumlara karşı korunmak için başlarına taktıkları geleneksel örtü. Kuran, bu örtülerin uçlarının göğüsleri örtecek şekilde salınmasını söylüyor. Türkiye’de 21. yüzyılda güneşten sakınmak için başka çareler var ve zaten çöl kumlarından korunmanın da gereği yok. Çok uzun zamanlardan bu yana kadınların göğüslerini örten, saklayan giysiler ve başka şeyler var. Bütün Müslüman kadınlar pek güvenli olmayan örtünün dışında başka giysiler ve parçalarıyla göğüslerini örtüyorlar.
Peki, Nur (24) Sûresi, 31. ayet, kadınların mahrem yerlerinden habersiz çocuklar ve erkeklikten kesilmiş hizmetçiler de aralarında olmak üzere, kadınların kendilerini sakınmak zorunda olmadıklarını da yazıyor. “Kadınların mahrem yerleri” nereleri acaba? Demek ki günümüz kadınları 1400 yıl öncesinin kadınlarına göre çok daha korunaklı, çok daha iffetli!
Gerçek bu! Türbanın herhangi bir kutsallıkla hiçbir ilişkisi yok. Bunu yazarak kadınlara hakaret etmek mümkün değil. Söz konusu ayetin Türkçe çevirisi yukarıda yer alıyor. Aklı olan, gerçeği kolayca anlar. Ancak türban, İslamcı militanların gözünde sadece türban değil, Cumhuriyet’e karşı bir başkaldırı simgesi. Demokrasiyle, insan haklarıyla, herhangi bir bireysel özgürlükle hiçbir ilişkisi yok! Yazdıklarımın tamamı belgeli, kanıtlı. Kuran’a saygısızlık söz konusu bile değil. Tam tersi! Yazılarıma saygı duyulması gerekir!
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2010
TELEVİZYONLARDA iğrendiğim, nefret ettiğim bir görüntü vardır: Televizyoncu hatun, katılımcı Dârülfünûn müderrisine “Cumhuriyet İlkeleri” ya da “Cumhuriyet’in değerleri” hakkında bir soru sorar. Üniversite öğretim üyesi olarak tanımlayamayacağım “müderris” şehvetle sırıtır ve ötmeye başlar:
“Hangi Cumhuriyet? Türlü türlü cumhuriyet var; İran İslam Cumhuriyeti var, Libya cemâhîriyesi var, despotik Latin cumhuriyetleri var. Hiçbiri demokratik değil. CHP’nin tek parti cumhuriyeti de demokratik değildi. Hangi Cumhuriyet?”
Müderris, sahtekârlık yaptığını bal gibi bilmektedir. Amaç “1923 Cumhuriyet’ini ve devrimleri”ni karalamak, “O” cumhuriyetin demokrasiyi dışladığını işaret etmektir.
Büyük bir olasılıkla yakından tanıdığım müderrise midem bulanarak bakarım.
MİDEMİ BULANDIRAN ADAM
Bre adam sana 2010 yılında Cumhuriyet’in ilke ve değerleri sorulmaktadır. Bu ilkelerin, değerlerin yazılı olduğu yer belli değil mi? Anayasa’nın ilk dört maddesinde yazmıyor mu? Özetlersek: Anayasa’ya göre Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti değil mi? Bence değil! Bunun sorumlusu da 1950’den bu yana ülkeyi 60 yıldır yöneten hükümetler. Bu hükümetler arasında en sorumlusu da AKP hükümeti.
Hayır, müderrise göre sorumlu 1923 Cumhuriyeti’nin bizzat kendisi, ülkeyi 1950’ye kadar tek başına yönetmiş olan CHP!
Adama bakarım ve midem bulanır!
Gelelim Cumhuriyet’in değerlerine: Müderris, bu değerlerin (8 Devrim Yasası) Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunduğunu ve bu Devrim Yasaları’nın (İnkılâp Kanunları’nın) tıpkı Anayasa’nın ilk üç maddesi gibi değiştirilemeyeceğini domuzuna bilmektedir ama bilmezden gelmektedir.
Adama bakarım ve midem bulanır! Televizyoncu hatun da tiksinti verir!
DEVRİM YASALARI SIRADA
Bir cumhuriyetçi mevcut rejimin demokratik olmadığını içi kan ağlayarak bilir. Bunun nedeninin, Anayasa’nın 2. maddesinin hayata geçirilmemiş olmasından kaynaklandığını da çok iyi bilir. Ülkenin iyi-kötü ulaştığı uygarlık ve ekonomik düzeyin devindirici gücünün Devrim Yasaları olduğunu da çok iyi bilir.
Bir İslamcı, (sanki demokrasi umurundaymış gibi) ülkenin demokratikleşmesi(!) için Anayasa’nın ikinci maddesinde yazan laiklik ilkesi ile bütün devrim yasalarının kaldırılması için savaşır, savaşmaktadır. Türban hele bir üniversiteye demir atsın, kamusal alana bir yanından girsin, sen o zaman demokrasinin tadına bak. Sıra sonra Devrim Yasaları’na gelecek! Kökleri kazınacak!
İŞKENCE EDİLEN CUMHURİYET
Bu Cumhuriyet yaralıdır, örselenmiştir! Çin işkencesinden geçmiş, Filistin askılarına asılmıştır. Tecavüze uğramıştır. Cumhuriyet’le, Cumhuriyetçilikle, Cumhuriyetçilerle alay edilmekte, aşağılanmaktadır. Ey kadınlar, Müslüman dünyasının kadınlarına göre epeyce insan yerine alınıyorsanız, bu, yaralı Cumhuriyet sayesindedir. Bilgi ve ilginize arz olunur!
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2010
“PARLAMENTER diktatorya” deyişini ben mi uydurdum? Olabilir de, olmayabilir de. Bir yerden de duymuş olabilirim. Böyle bir şey benden önce yazılıp söylenmiş ise nasıl olsa biri çıkıp haber verir. Şimdi bunu geçelim! Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu için yapılan seçimlerin ortaya çıkardığı durum parlamenter diktatoryanın üçüncü ayağının da tamamlandığını kanıtlamakta. O halde şu parlamenter diktatoryayı ele alalım.
TEK KİŞİ OLMAYABİLİR
Diktatörlüğün en basit iki tanımını yazalım:
“Bir devletin yönetiminin, kayıtsız şartsız bir kişinin elinde bulunduğu yönetim şekline diktatörlük denir.”
Diktatörlüğün en ilkel şeklidir bu. Diktatörü engelleyecek, iktidarını denetleyip sınırlandıracak herhangi bir güç ve kurum yoktur.
“Herhangi bir kurum, kuruluş ve yasalar ya da toplumsal veya siyasal etkenler tarafından sınırlandırılmamış bir liderliğin mutlak yönetimidir.”
Bu tanım daha açımlayıcı, açıklayıcı: Çağdaş demokrasilerdeki yasama ve yargı erklerinden söz ediliyor. Bunu da açıklayalım: Bir yönetim tarzında yasama meclisinin ve yargı kurumunun bulunması değil bunların yürütme (hükümet) üzerinde denetim ve yargı erklerini kullanması önemlidir. Ayrıca diktatörlük bir tek kişi ile de sınırlı değildir; 1945 öncesinde Almanya ve İtalya’da olduğu gibi bir partinin diktatörlüğü olabilir. Ya da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği örneğinde olduğu gibi bir sınıfın (proletarya) diktatörlüğü olabilir.
AYAKLAR TAMAMLANDI
Sözünü ettiğim Parlamenter Diktatörlük’ü, 1871’deki Paris Komünü’yle ve bizim ilk meclisin ardından kurulan Meclis Hükümeti ile karıştırmamak gerek.
Öte yandan, sapla samanın karıştırılmasına engel olmak için, Parlamenter Diktatörlük’e de açıklık getirmek gerek: Bizzat parlamentonun diktatörlüğü değil, parlamentolu diktatörlük.
Genel seçim, demokrasinin gerçekleşmesi olasılığının en zayıf halkası. Diktatörler de her dört yılda bir seçimle gelebilirler. Yöneticinin ya da yöneticilerin yönetim gücünün totaliterleşmesini engellemek için kuvvetler (erkler) ayrılığı ilkesi getirilmiştir. Gerçek demokrasi, bu kuvvetler ayrılığının gerçekten bulunduğu rejimlerde vardır. Ancak Türkiye’de tekrarlandığı gibi “Yasama, Yürütme ve Yargı erkleri birbirlerini denetlerler” tarzı bir tanımın doğru bir yanı yoktur. Gerçek demokratik rejimlerde Yasama Erki (Meclis) ve Yargı Erki (Anayasa Mahkemesi, Danıştay), Yürütme Erki’ni (hükümeti) denetler. Denetleme ve sınırlandırma yetki ve sorumluluğu yasama (TBMM) ve yargıya aittir. Yürütmeyi (hükümeti) denetlerler. Ve bu durum demokrasinin dayattığı bir zorunluluktur. Yürütmenin, yasama meclisi ile yargı erkini denetimi altına almasına “diktatörlük” denir.
AKP hükümeti yönetimini artık diktatörlük olarak tanımlamamız mümkündür ve öyle gerekir. Sekiz yıldır yasama erkini parmağında oynatan AKP’nin yürütme erki, artık Anayasa değişikliklerinden sonra Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve HSYK’yı boyunduruğuna alarak diktatoryanın bütün ayaklarını tamamlamış oluyor. Benden şimdilik bu kadar. Anayasa hukukçularını sofraya davet etmem gerekmez, kendi görevleri bu iş!
Yazının Devamını Oku