10 Aralık 2010
MİLLİYET Gazetesi’nin Önder Yılmaz imzalı ve 5 Aralık tarihli haberinden öğrendiğime göre AKP hükümeti ortaöğretimde gerçek bir devrim hazırlığında. Bu girişimin gerisinde ve tabanında AKP’nin alışık olduğumuz tuzaklarından biri ya da birkaçı var mı? Bunu yasa tasarısını gördükten sonra anlayacağız. SONRADAN ÖĞRENECEĞİZ
Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, MHP Giresun Milletvekili Murat Özcan’ın “genel liselerin kaldırılmasına” dair soru önergesini yanıtlarken aşağıdaki bilgileri vermiş:
- Bildiğimiz genel liselerin adları Anadolu Lisesi olarak değiştirilecekmiş. (Neden acaba? Burada bir hayırsızlık var mı, bunu daha sonradan öğreneceğiz.)
- 2013-2014 eğitim ve öğretim döneminde genel liseler kapatılarak, ortaöğretim Anadolu ve meslek liseleri uygulamasına geçilecekmiş. (“Meslek Lisesi” tanımı gereksiz bir kandırmaca, meslek öğretilen okulun adı “Meslek Okulu” olmalı. Bu okulların mezunlarının gideceği okulların adı da “Meslek Yüksekokulu” olmalı.)
- Genel liseler dünyanın uygar ülkelerinde üniversiteye öğrenci hazırlayan okullardır. Ancak Türkiye’de genel liseler öğrencileri işsizlik ve mesleksizliğe de hazırlar. Ayrıca aralarında imam hatipler de olmak üzere meslek okullarından öğrenci de transfer eder. Ancak yeni tasarıya göre ilköğretimi bitiren öğrenciler bir sınava girecekler ve bu sınavı kazanan öğrenciler üniversiteye hazırlanmak üzere Anadolu liselerine gideceklermiş.
Bu sınavı kazanamayan öğrenciler mesleki ve teknik öğretim kurumlarına (okullarına) sınavsız gireceklermiş.
YA İMAM HATİPLER
- Bu sistem, ana hatlarıyla, Avrupa’da uygulanan sistem. 14-15 yaş öğrencinin bütün yeteneklerinin hemen hemen ortaya çıktığı bir dönem. Söz konusu sınav, adil yapılırsa, kimsenin itiraz edemeyeceği bir düzen kurmuş olur. Anadolu liselerine girenler için herhangi bir sorun olacağını sanmıyorum. Sorun bu sınavı kazanamayıp mesleki ve teknik okullara gitmek zorunda kalacak olanlar ve onların ailelerinden çıkacak. Bu sınavın, pedagojik açıdan hiçbir sakıncası olmamasına karşın veliler “daha çok demokrasi” isteyebilirler.
- Sistemin daha etkili ve çağdaş olması için 5. sınıftan sonra da bir sınav konulabilir. Çıraklık okulları için. Kazananlar 6, 7 ve 8. sınıfları okuduktan sonra Anadolu liseleri ve mesleki okullar sınavına girebilirler.
- Bu sistem uygulanabilirse Türkiye her bakımdan sınıf atlayabilir. Üniversitelere yarı cahil öğrenciler gelmez. Öte yandan meslekler ve teknik alan, meslek okulları sayesinde, yetenekli elemanlara sahip olabilirler. Sınıfların 30 öğrenci olması, öğretmenlerin kalitesinin artması gerekli ve zorunlu ayrıntılar.
- Buraya kadar iş çok kolay olmasa da zor değil. Sistemin karşılaşacağı asıl zorluk ve engel imam hatip okullarının durumu olacak. İmam hatip okulları kuruluş amaçlarına göre yeniden yapılandırılacak mı? İmam hatip okullarına nasıl girilecek, bu okulların mezunlarına üniversiteye girme hakkı verilecek mi? Askeri yüksek yargı organlarına, sivil ve askeri yargı gerçeğinden hareketle itiraz eden, iki başlı yargı istemeyen iktidar, iki ve çok başlı öğretime devam edecek mi?
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2010
MÜRTECİ gazete atmış muhteşem manşetini (05.12.10): Hedefimiz yasaksız üniversite! Manşeti çift tırnak arasına almadığı için, mürteci gazetenin hedefinin yasaksız üniversite olduğu sanılabilir. Değil. Bu söz Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na aitmiş. Üniversite rektörleriyle bir araya gelen Başbakan, “Özgürlükçü, yasaksız bir üniversite inşa etmenin mücadelesini veriyoruz!” diyesiymiş. Bir de “Dayaksız üniversite!” diyebilse.
“Özgürlükçü, yasaksız ve dayaksız üniversite” cumhuriyetin en büyük hedeflerinden biriydi, ama onu yöneten hükümetler ne yazık ki bu hedefe hiçbir zaman sadık kalmadılar.
BESLEME GAZETELERDE YOK
Bu uğurda yapılan resmi çalışmalarla ilgili hiçbir haber ve görüntü yok besleme gazetede. Manşet yetiyor, anlayan anlar! Ama öteki bağımsız gazetelerin çoğunda, birinci sayfada, “Ağaç yaşken eğilir” atasözünün eğitsel ve görsel örnekleri var.
Bizim Hürriyet birinci sayfa manşetten “Kimyasal dayak” başlığıyla, içerde de “İleri demokrasi dayağı” başlığı ve fotoğraflarıyla olayı nesnel ve ayrıntılı olarak aktardı. Radikal Gazetesi’nin birinci sayfasında da demokratikleşme eğitiminin çok anlamlı bir örneği var: Tabancalı eğitmen polisin botları altında bir genç kız. Ağzı sonuna kadar açık, gözleri kapalı, ellerini havaya kaldırmış. Polisin arkadan görünüşü, eğitmenin atletik bir vücuda sahip olduğunun kanıtı. Ayağındaki bot insan tekmelemekten pırıl pırıl!
Ancak, gazete eğitim anını yanlış yorumlamış ve aşağıya şöyle bir özet çıkarmış: “Erdoğan ‘demokratik açılım’da rektörlerle buluşurken, protestocu öğrenciler İstanbul’a sokulmadı, mola yerinde dövüldü. Kabataş’taki grubun da payı cop ve gaz oldu.”
Gençler bilmiyor, bize sorsunlar, 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde de böyleydi. Polis öğrencileri yaklaşan gerçek demokrasiye alıştırmak için onlara copla, dipçikle, tekmeyle ve silahla eğitim verirdi. Demokrasinin hası böyle olur gardaş!
HARDAL GAZINA DAHA VAR
Yıllardır “Daha fazla demokrasi” isteyen beslemelerin sayfa ve sütunlarında daha fazla demokrasiye alıştırma temrinleri ile ilgili haberler ve resimler yer almıyor.
Onlara göre daha fazla demokrasi imam hatip okullarıyla, türban yasağı ile sınırlı.
Besleme olmadığı için daha fazla demokrasiyi kavramaktan uzak Milliyet Gazetesi’nin (05.12.10) 18 ve 19. sayfalarında uygulamalı eğitimden örnekler sergilenmiş: GÖRDÜĞÜN YERDE DÖV! Gazete, demek ki, demokrasi eğitim polisine verilen eğitim talimatını keşfetmiş.
Polis elinde hortum öğrenci gençlerin üzerine basınçlı su sıkıyor. Hayır, su değilmiş, eğitim araçları çok gelişmiş, meğer biber gazı sıkıyormuş. Hardal gazı sıkmaya daha var. Daha sonra postdoktora döneminde toplama kamplarında demokrasi eğitimi başlar. Bu böyle gider: Öğrenmenin yaşı ve sınırı yoktur.
Başbakan’ın öğrenci gösterileriyle ilgili çok zarif bir eleştirisi de var Milliyet’te: “Herhalde paraları var bol bol yumurta sallamışlar!” demiş. Elbette, AKP’nin devr-i saadetinde milletin cebi para gördü ki öğrenciler burs paralarıyla bile yumurta satın alıyor.
Ben her şeyde olduğu gibi eğitimde de eşitlik yanlısı olduğum için değerli eğitmen polise bir sorum var: Demokrasiye direnen(!) bu gençler de tıpkı türbancılar, imam hatipçiler, hizbullahçılar, hizbultakrirciler gibi dayaksız ve gazsız, sadece temaşa ile eğitilemez mi?
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2010
CUMHURİYET Halk Partisi’nin 14 Mayıs 1950’den sonra tek başına iktidara gelememesinin tarihi, Cumhuriyet devrimi ile karşı devrimciliğin de tarihidir. Çorap sökülecekse bu düğümden başlayarak sökülebilir. AYRAN İÇMEYEN CHP’LİLER
Şimdi de öyle ya, sanki hepsi CHP meftunuymuş gibi, hep birlikte kuram üstüne kuram üretirler ve sonunda şöyle bir “kuyu dibi düzeyi”ne inerler: CHP halkla bütünleşemediği için, halkın değerlerine gereken saygıyı göstermeği için, halkı tanımadığı için iktidar olamamaktadır. Bunun anlamı şudur: Cumhuriyeti kuran devrimci CHP geçmişini inkâr edip popülist düzeyde Panislamist bir politika edinmelidir.
Aynı kafadan eski bir CHP milletvekilinin mektubunu Yalçın Bayer kardeşimiz yayımladı (Hürriyet, 26.11.10). Mektuba göre, 1951 yılında yapılan ara seçiminde, Aydın’dan aday gösterilen üç eski bakan (İsmail Rüştü Aksal, Nihat Erim ve Cavit Oral) kendilerine bir kahvede ikram edilen ayranı içmedikleri için CHP seçimi kazanamamış. Halkçılıkla ayran içiciliğinin ne ilişkisi var? Köylü, ayran içmedi diye bir adama oy vermezlik etmez. Bu türden yorumlar naiflikten, saflıktan öte bir noktadadır ki işi tarlada hacet gidermeye kadar vardırır.
Bu safsatayı kapatmak için, her seçimden sonra, CHP ve sol partilerin camiye gidip namaz kılmadıkları ileri sürülür. Siyaseti camiden yürüten Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve AKP için bu varsayım doğru olabilir, ama sol için aynı şey doğru olamaz. Kocaman bir çünkü! Çünkü, dine yaslanan hiçbir sol partinin kendisiyle, solla hiçbir ilişkisi kalmaz.
ÜRETMEDEN ‘ÜRETEN’ ASALAK
Geçen hafta yayımladığım, Devrim Yasaları ile ilgili yazılarımı anımsayalım. Düğüm ve bilmece bu yasaların üzerinde yoğunlaşmaktadır. Meşrutiyetlerden itibaren, çağdaşlaşma çabaları içinde olanlara karşı çıkanlar “Batı’nın fennini alalım ama kendi gelenek ve göreneklerimize sahip çıkalım!” diyorlardı. Osmanlı fenni alıp gelenek ve göreneklerini korumak istediği için çağdaşlaşma konusunda herhangi bir başarı elde edemedi. Fenni de alamadı. Cumhuriyeti kuran kadro, çağdaşlaşmanın fen ve teknik almakla olamayacağını bildiği için, işin kökenine inerek Batı’nın hukuk ve devlet yapılarını almayı, düşünce yapısını öğrenip sindirmeyi denedi. İyi-kötü başarılı da oldu.
Geçen hafta sözünü ettiğim Devrim Yasaları bu çabanın en somut örnekleridir. Tutucu Panislamcı çevreler gene aynı kanıtlarla devrimlere karşı çıktılar. Devrim kısa sürede başarılı oldu, ekonomik gelişme sağlandı, devrimler bazında toplumsal uzlaşma sağlanır gibi oldu. Ama direnme ve direnç devam etti.
Günümüzün muhafazakârları, şimdi, kendilerinin asla başaramayacağı bir yapısal ve düşünsel devrimin sonuçlarından içerde ve dışarıda yararlanıyor. Sefasını sürüyor! Ama gene aynı saplantıyla çağdaşlaşmaya karşı çıkıyor: “Teknolojiyi alalım ama geleneklerimize sahip çıkalım!” diyorlar. Böylece, üretici ve yaratıcı olan temel düşünceyi reddediyorlar. Hiçbir şey üretmeden teknoloji üretenlere kuşkusuz asalak da denir.
Türkiye’de üretici ve yaratıcı düşünceyi Cumhuriyet’in aklı ve ruhu temsil ediyor. Ötekilere gelince: Hem onun ürünlerinden yararlanıyorlar hem de “değilmiş gibi” yapıyorlar!
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2010
TÜRK Kadını’nın her yıl en büyük iki günü vardır: 3 Nisan ve 5 Aralık. 3 Nisan 1930 tarihli “Belediyeler Kanunu” ile kadınlara yerel seçimlere katılma hakkı verilmişti.
5 Aralık 1934 tarihinde ise Anayasa’nın 10 ve 11. maddelerinde yapılan düzenlemeyle 22 yaşını bitiren her Türk kadınına seçme ve 30 yaşını bitiren her kadına milletvekili seçilme hakkı verildi. Türk Kadınlar Birliği 7 Aralık 1934’te düzenlediği büyük bir mitingle bu büyük devrimi kutladı.
“Kadınlara seçme ve seçilme hakkı” veren yasa 8 devrim yasası içinde yer almasa da bu bütünlüğün, atılımın ayrılmaz bir parçasıdır.
ÖZGÜRLEŞEMEDİ, ÖZGÜRLEŞEMİYOR
Değerli okurlar, çoğu özgürlüğüne kavuşmamış, sömürge durumunda olan Müslüman ülkeleri bir yana bırakalım, 5 Aralık 1934 tarihinde dünyanın birçok uygar ülkesinde kadınlara henüz seçme ve seçilme hakkı verilmemişti.
1934’ten önce kadınlarına seçme ve seçilme hakkı veren ülkeler: Yeni Zelanda, Avustralya, Finlandiya, Norveç, Danimarka, Sovyetler Birliği, Avusturya, ABD, Birleşik Krallık.
Kadınların Türkiye’den sonra seçme ve seçilme hakkına kavuştuğu ülkeler: Fransa (1944), Japonya (1945), İtalya (1946), Çin (1947), İsviçre (1971)
Bildiğim kadarıyla, Cumhuriyet devrimlerine karşı çıkanlar kadınlara verilen bu hakka “İstemezük!” diye karşı çıkmadılar. Gene de TBMM tutanaklarına bakmak gerek!
Ancak, Türk kadınının seçme ve seçilme hakkı için mücadele vermediğine, bu hakkın kendisine tepsi üzerinde sunulduğuna ve bu nedenle de haklarına sahip çıkmadığına dair bir safsata vardır. Cumhuriyet kadınlara seçme ve seçilme hakkını 1934 yılında vermemiş olsaydı ve uygun toplumsal koşulların oluşması beklenseydi, kadınlar daha çok uzun süre bu hakka kavuşamazlardı.
Kadınlarımız, seçme ve seçilme hakkına sahip olmasına karşın, devrim yasaları hedef ve amaçlarına ulaşmadan gerçekten özgürleşemezdi. Özgürleşemedi! Özgürleşemiyor!
BAKALIM KUTLAYACAKLAR MI?
Düşünsenize, Cumhuriyet’in gözünde kadının köleleşmesinin simgesi olan türban, 2010 yılında kadının özgürleşmesinin ve rüştünü kanıtlamasının simgesi olarak yutturulmaktadır. 2011 yılında başı türbanlı kadınlar milletvekili seçimlerinde aday gösterilirse, sadece kadın oldukları için değil fakat türban taktıkları için aday gösterilecekler.
5 Aralık (1934) kadınların en büyük özgürleşme günü! Geçmişle ve tarihle yüzleşme ve hesaplaşma sadece geçmişi kötüleme olmamak gerekir. Şapka devriminde İskilipli Hoca benzeri, her devrim hareketine karşı kendilerine bir kahraman yaratan mürteci tayfası 5 Aralık (1934) için ne yapacak? Bir başka merak konusu: Türbanı kendilerine özgürlük simgesi yapanlar, 5 Aralık 1934 tarihinde nenelerinin, annelerinin, teyze ve halalarının kazandığı bu büyük özgürlük hakkını tıpkı onlar gibi Beyazıt Alanı’nda kutlayacaklar mı? Bakalım kaç kadın örgütü, türbanlı-türbansız kaç kadın yazar bu büyük günü bir kutlama yazısı ile anacak?
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2010
SEKİZ devrim yasası 1924, 1925, 1926, 1928 ve 1934 yıllarında ve bu yılların kasım aylarında çıkartılmıştır. Bu yasaların başlıklarını Anayasa’nın 174. maddesini okuyarak öğrenmek mümkündür! Cumhuriyet’in temel direkleri olan 8 devrim yasası 14 Mayıs 1950 tarihinden sonra, iktidarlar tarafından özellikle unutulmuş ve unutturulmuştur. Sonuç: Türkiye’nin içinde bulunduğu Mısırlaşma, Afganistanlaşma sürecidir. Çünkü, Devrim Yasaları böyle bir sonucu engellemek için çıkartılmıştı. Yüzleşmeciler ve hesaplaşmacılar, Devrim Yasaları’nı, Cumhuriyet’i karalama ve çarmıha germe fırsatı olarak kullandılar, kullanıyorlar. Bilinçsiz medya da bunlara tartışma programlarında gönüllü hizmet etti, ediyor.
GÜÇLÜ DAYANAKLAR
Devrim Yasaları unutulmasaydı, unutturulmasaydı, hiç kimse, türban yasağının yasal dayanaktan yoksun olduğunu ileri süremezdi. Dün, bu yasanın “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun” olduğunu yazdım. Yasanın gerekçesinde, bu yasaklamanın güçlü dayanakları yer almaktadır:
- “Türk devriminin ana ilkelerinden olan vicdan özgürlüğü hakkını sınırlama yolu ile müdahale söz konusu olmayıp, bu hükümle takip edilen gaye, tersine vicdan özgürlüğüdür.”
- “Önemsiz kıyafet eşitsizlikleri dolayısı ile memleket kamu düzenini bozacak olasılıklarda halkın huzur ve sükûnunu korumaktan ve Türkiye’de yan yana yaşayan insanların birbirine karşı uygar ve insani saygılarla yaşayabilmelerini ve her türlü soğukluk ve geçimsizlik bahanelerinin giderilmesini sağlamaktan ibarettir.”
- “Bu kanunun hedefi, Cumhuriyet’in sınırları içinde yaşayan insanların, hangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar, vicdan özgürlüğü konusunda tam bir eşitliğe kavuşmalarını, çoğunluktan olsun, azınlıktan olsun, yabancı bulunsun, yerli olsun, Türkiye’de vicdan özgürlüğünün gereksiz bir zorla sınırlandırılması asla düşünülmeksizin Türkiye’de herkesin dini özgürlüğün yüceltilmesinde eşitlik üzerine kamu düzeninin gereklerine tabi tutulmasını sağlamaktır.”
- “Laik olmak demek, devlet ve ulus işlerinde dini etkileri kaldırmak demektir. Laik devlet, şu veya bu dinin hükümleriyle yürümez (---) Bu kararları verdiren nedenler, doğrudan doğruya milletin çıkarlarının gerektirdiği maddi ve gerçek nedenlerdir. Şu dinde bu kıyafet vardır, bu dinde bu kıyafet vardır, gerçekten laik olan hükümetimizin aklından böyle bir endişe geçmemiştir. Bu yürüyen ve yürümesi gereken canlı devrimimizin eseridir.” (Ferit İlsever, “Cumhuriyet Devrimi Kanunları”, Kaynak Yayınları)
8 DEVRİM YASASI
Türbanı ve her türlü irticayı yasaklayan 8 Devrim Yasası, Anayasa’nın 174. maddesinin koruması altındadır. Bu 8 yasa “dokunulmaz yasa” kimliği ve niteliği taşımaktadır. Cumhuriyet’in temel direği bu 8 yasa, bu 8 yasanın gerekçeleri ve TBMM’de yapılan görüşmeler bilinmemektedir. Cumhuriyetçilere düşen çok önemli görev: Sekiz devrim yasası ile ilgili her türlü belgenin (TBMM tutanaklarının) günümüz Türkçesi ile mutlaka yayınlanmasıdır. Türk halkı, en azından, Cumhuriyet karşıtlarının, mürtecilerin ve naylon demokratların hısım ve akrabalarının kim olduklarını öğrenecektir.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2010
SEKİZİNCİ ve son Devrim Yasası olan, 2596 sayılı “Bazı Kisvelerin (kıyafetlerin) Giyilemeyeceğine Dair Kanun” hükümetin sunduğu yasa önerisi ile 3 Aralık 1934 günü yasalaştı. (Ferit İlsever, “Cumhuriyet Devrimi Kanunları”, Kaynak Yayınları) Cumhuriyet karşıtı mürteciler ve naylon demokratlar “Yahu milletin giyeceğinden size ne, demokrasi icabı ne isterse giyer!” derler. Çünkü Devrim Yasaları’nın “Cumhuriyet Birahanesi”nin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin nizamnâmesi olduğunu unutmak isterler.
* * *
Söz konusu yasanın önemli maddeleri:
- “Herhangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinler dışında ruhani kıyafet taşımaları yasaktır. // Hükümet her din ve mezhepten uygun göreceği yalnız bir ruhaniye mabet ve ayin dışında bile ruhani kıyafetini taşıyabilmek için geçici izin verebilir. Bir izin süresinin sonunda onun aynı ruhani hakkında yenilenmesi veya bir başka ruhaniye verilmesi doğrudur.”
- “Türkiye’de bulunan Türklerin ve yabancıların, yabancı memleketlerin siyaset, askerlik ve milis kuruluşlarıyla ilişkili kıyafet ve işaretlerini ve malzemelerini taşımaları yasaktır.”
- “Yabancı kuruluş mensuplarının kendi kıyafet, işaret ve malzemeleriyle Türkiye’yi ziyaret etmeleri, İcra Vekilleri Heyeti’nce (Bakanlar Kurulu tarafından) tayin olunacak makamların iznine bağlıdır.”
Peki böylesine tuhaf(!) bir yasanın gerekçesi neydi?
* * *
Hükümetin hazırladığı ve TBMM’ye sunduğu yasa önerisinin gerekçesi şöyleydi:
- “Din ile devletin ayrılığını ve dini değerlerin devlet hayatı dışında sırf vicdani bir nitelikte kalıp memleketin devlet hayatında dinin hiçbir etkisi olmamasını, yani laiklik esasını devrimin ve rejimin ana ilkesi tanımış olan Cumhuriyet hükümeti bu yolda attığı adımların doğal bir sonucu ve gereği olarak ruhanilerin dini kıyafetlerini ancak ayinler sırasında taşıyıp, ayinler dışında herhangi bir bireyin taşıyabileceği kıyafetlerde bulunması konusunu gerekli görmüş”tür. (Tutanak Dergisi, Dönem 4, c. 24’e ek)
Yasa gerekçesinde daha sonra vicdan özgürlüğü tartışması yapılır. “Türban” gibi vicdana ve inanca bağlı olarak kullanılan bazı giysilerin yasaklanmasının vicdan özgürlüğüne aykırı olmadığı şu gerekçe ile açıklanır: “Türk devriminin ana ilkelerinden olan vicdan özgürlüğü hakkını sınırlama yolu ile müdahale söz konusu olmayıp, bu hükümle takip edilen gaye, tersine vicdan özgürlüğüdür.”
Çünkü yasa, dini simge ve kıyafetleri kamusal alanda yasaklayarak toplumun bireylerini eşitlemekte ve başkalarının vicdan özgürlüğünü koruma altına almaktadır.
Türban yasağının yasal dayanağı bulunmadığını ileri sürenlere, 2596 sayılı ve 3 Aralık 1934 tarihli “Bazı Kisvelerin (kıyafetlerin) Giyilemeyeceğine Dair Kanun”u, yasanın gerekçesini ve TBMM’de yapılan tartışmaları dikkatle okumalarını tavsiye ederim. Bu yasa türban denen köktenci irtica simgesini yasaklamaktadır.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2010
DÜNKÜ yazımı hatırlayınız! 30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılmasına Dair Kanun”un irticaya karşı çıkartıldığını yazmıştım. Aradan 85 yıl geçtikten sonra, bir mürteci gazete 21 Kasım 2010 günü, “İrtica suç olmaktan çıktı!” diye manşet atıp Cumhuriyet düşmanlarına, karşıtlarına müjde veriyor.
Bu müjdenin kaynağı ne?
ÇİÇEK’İN SÖZLERİ
Bu müjdenin kaynağında, Kırmızı Kitap olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) var. Hükümet Sözcüsü ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek söz konusu belgenin yeni şeklinin Bakanlar Kurulu’nda kabul edildiğini açıklamış. Çiçek şöyle konuşmuş:
“MGSB’de daha önce irtica gibi soyut tanımlara yer verilmişti. Yeni belgede bu tanımın çıkartıldığı ve yerine silahlı şiddet yanlısı terör örgütlerinin isimlerinin konulduğu ifade ediliyor.” (Milliyet, 21.11.10)
“Bu çerçeve nasıl çizildi?” sorusunu Cemil Çiçek şöyle yanıtlıyor:
“Hukuken tanımlanması mümkün olmayan kavramlar bu metin içinde yoktur. Bir şeyi tanımlayamıyorsanız o, tam tersine, milli güvenlik siyasetine zarar verir.”
“Devletin sahibi millettir, kendi milletini tehdit olarak göremez.”
O GİRİŞLER İRTİCADIR
Durum anlaşılmıştır: Hükümet Sözcüsü ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, eski MGSB metinlerinde yer alan “İrtica” terimini kesin bir tanımı olmadığı için çıkartıldığını yerine somut terör örgütlerinin adlarının yazıldığını söylüyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nde “İrtica”nın bir tek tanımı vardır: Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun kurucu ilke ve felsefesine karşı yapılan her türlü girişim ve eylemlere “İrtica” denir.
Anasaya’nın değişmez maddelerine karşı girişilen her eylem irticadır.
Anayasa’nın 174 maddesinin koruması altında olan 8 devrim yasasına karşı girişilen her eylem irticadır.
Örneğin, Tevhidi Tedrisat Kanunu’na aykırı olarak imam-hatip okullarına klasik lise kimliği kazandırılması irticadır. Bu okullara kız öğrenci alınması da irticadır.
Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılmasına Dair Kanun’a muhalefet ve bu yasayı işlemez hale getirmek irticadır.
Şapka Giyilmesine Dair Kanun’a muhalefet irticadır.
Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun’a muhalefet irticadır.
Okullarda zorunlu din dersi irticadır.
Alevilerin inanç özgürlüğünün engellenmesi irticadır.
Tarikatların ticaret dünyasına ve siyasete egemen olması irticadır.
Türban irticadır! vb.
ARTIK İLLEGAL DEĞİL
1950’den bu yana adım adım ilerleyen ve 2002’den sonra fiilen iktidara gelen irtica, Bakanlar Kurulu Kararı’na göre artık illegal olmayacak. İrtica ile, elinde silah yokken mücadele edilir. Eline silah geçiren irtica seni teslim alır. İşbirliği yaparsan daha kolay teslim alır!
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2010
EFENDİM, siz şimdi tarikatların iktidar sahibi (muktedir), tekke ve zaviye gibi mekânların gözde olmalarına bakmayın, bu türden irtica ve fesat yuvaları 30 Kasım 1925 tarihinde bir yasa ile yasaklanmıştı. Günümüz Anayasasının 174. maddesi tarafından korunan 8 Devrim Yasası’ndan biri olan 677 sayılı yasanın özgün başlığı şöyledir:
“Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine (kapatılmasına) ve Türbedarlık ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına (kaldırılmasına) Dair Kanun.”
Bu yasa 1950’den bu yana sağ iktidarlar tarafından kemirilse de, günümüz iktidarı tarafından yok sayılsa da halen yürürlüktedir. Bunu hatırlatmak isterim!
KORALTAN’IN TEKLİFİ
Konya Milletvekili Refik Bey (20 yıl sonra Karşı Devrimci Demokrat Parti’nin kurucuları arasında yer alacak olan Refik Koraltan) ve beş arkadaşı tarafından hazırlanan ve kabul edilen yasa önerisi şöyledir:“Türkiye Cumhuriyeti içinde gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhinin yetkisi altında ve gerek diğer şekillerde kurulmuş bulunan tekkeler ve zaviyeler toptan kapatılmıştır.”
“Genel olarak tarikatlerle şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadıyla nüshacılık gibi unvan ve sıfatların kullanılmasıyla bu unvan ve sıfatlara ait hizmet vermek ve kisve giymek yasaktır. Türkiye Cumhuriyeti içinde sultanlara ait veya bir tarikata veyahut ticari çıkarlara dayananlarla tüm diğer türbeler kapatılmıştır ve türbedarlıklar kaldırılmıştır.”
İNSAN OLMAK İÇİN
Yasa maddesinde sayılan unvan ve kurumlar, günümüzün naylon demokratları tarafından kutsanan 1925 tarihli Şeyh Sait İsyanı’nda çok önemli bir rol oynamışlardı. Bu ilişki, söz konusu yasanın çıkartılmasında başlıca etken olmuştur.
Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’da yaptığı konuşmada, tekke ve zaviyeler hakkında şunları söylemişti:
“Bugün bilimin, fennin, bütün her şeyiyle uygarlığın aleviyle yüz yüze gelişinde filan ve falan şeyhin yol göstericiliğinde maddi mutluluğu ve maneviye arayacak kadar ilkel insanların Türkiye uygar toplumunda varlığını asla kabul etmiyorum.”
“Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın emrettiğini ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir.” (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 1 Eylül 1925)
DENİZ FENERİ’NİN ATALARI
Yasa’nın yasakladığı cemaatler, örgütler, kuruluşlar, (günümüzde) hakkında Almanya’da mahkumiyet kararı verilmiş olan Deniz Feneri gibi derneklerin atalarıdır. Bir araştırın, bakın kaç tane vakıf var, kaç vakıf hastanesi, üniversitesi, gizli bankası var.
30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı yasa Cumhuriyetimizin temel direklerinden biriydi. Ne yazık ki “biridir” diyemiyorum, “biriydi” diye yazıyorum. Unutulmasın diye!
Yazının Devamını Oku