Özdemir İnce

Demek devlet diye bir şey varmış

26 Ekim 2010
23 Ekim 2010 tarihli Hürriyet’te Bülent Sarıoğlu imzalı çok önemli bir haber yayınlandı: “İlköğretim çağındaki çocuklarını türbanlı olarak okula göndermekte ısrar eden ailelere TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer Üskül’den uyarı geldi. Velilerin türban ısrarını değerlendiren Üskül, şunları söyledi: ‘Doğru, bu çocuk okuyacak. İlköğretim zorunlu, mutlaka okula gidecek. Ancak devletin koyduğu kurallara uyarak gidecek. 18 yaşını henüz doldurmamış çocuk ve gençlerin gittiği okullarda, ilköğretimde ve ortaöğretimde devlet düzeni kurmakla ve kurallar koymakla yetkilidir. Zaten anne babalara düşen yükümlülük de o kurallara uygun biçimde çocuklarını okula göndermektir. Bu konuda taviz verilemez. Taviz verilmesi demek çocukların eğitim hakkının engellenmesi demektir.
Aileler mevzuata karşı direnirlerse suç işliyorlar demektir. Valilerin görevlerini yapması gerekir. Bu iş daha ileriye giderse, aile çocuğu baskı altına alırsa o zaman çocuk aileden alınır. Tüm bu yetkiler devletin elindedir. Tabii bunlar aşama aşama uygulanacak şeyler. İdare önce veliyi ikna etmeye çalışır. Şu anda yapılan bu. İkna olmazsa cezalar var. Çocuk aynı zamanda aile içinde baskı altındaysa ve öğrenim özgürlüğü engelleniyorsa devlet o çocuğu aileden alır ve öğrenim görmesini sağlar. Konu komisyonumuza gelirse benzer görüşümüzü açıklarız.”
TÜRKÇE KONUŞAMAYAN BAKAN
Bu açıklamayı Başbakan’ın, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, AKP yetkililerinin yapması gerekirdi. Valilerin, kaymakamların ve Milli Eğitim müdürlerinin yapması gerekirdi. Bütün yetkililer hükümetin ve hükümet partisinin ağzına bakıyor: Yok kışkırtmaymış, provokasyonmuş, tuzakmış, yok zamanlaması manidarmış!
Milli Eğitim Bakanı Çubukçu da, “İlkokullarımızda özellikle örtülü olarak eğitim görme talebiyle karşılaşmış olmamızı zamanlama açısından manidar buluyorum” demiş.
Bu ne demek? Demek ki zamanlama iyi olsa manidar olmayacakmış, sakıncası olmayacakmış. Koskoca Bakan Türkçe konuşmayı bilmiyor. Bilmediği için de “vazifeyi ihmal” faslından suç işliyor. Suç suçtur, suçun “manidarı”, manidar olmayanı olmaz!
Valilere, kaymakamlara, emniyet ve Milli Eğitim müdürlerine talimat verecek yetkili Milli Eğitim Bakanı ile İçişleri Bakanı idi.
HÜKÜMETTEN KİM KORUYACAK
1950’de, demokrasi geldi neşesiyle, tramvay rayının üzerine yatıyorlardı. Keyif onun değil mi? Şimdi de evrensel değerlere töre katkısı yaparak bir “yerel demokrasi” icat ediyorlar.
UNICEF kaynakları çocuk hakları sözleşmesinin bir maddesini çocukların diliyle şöyle söylüyor: “Büyükler, çocuklarla ilgili bütün yasalarda, bütün girişimlerinde önce çocukların yararlarını düşünürler. Büyüklerimiz bu ödevlerini yapamıyorsa devlet çocuklara bakar ve korur.” Çünkü çocuk ailesinin bir eşek gibi malı değildir. Sahibi eşeğe bile kötü muamele yapamaz, hayvan hakları unutulmasın!
Anayasa’da, yasalarda, uluslararası sözleşmelerde çocukları türbana karşı koruyacak onlarca madde var. Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve AİHM kararları var. Ama AKP hükümetine karşı kim koruyacak? Zavallı çocuklar!
Yazının Devamını Oku

Kadınlarımız

24 Ekim 2010
FANTEZİ bu ya, Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Kurtuluş Savaşı yapılmasaydı, Cumhuriyet kurulmasaydı, Cumhuriyet Devrimleri gerçekleştirilmeseydi, Türkiye’nin ve kadınlarımızın hali nice olurdu? Türkiye ülkesi Afganistan, Yemen, Sudan ve benzerlerinden farksız olurdu. Rahatsız edici bu durum türbancılarımızı belki mutlu ederdi. Ancak şunu unutmasınlar ki altlarına çektikleri 4x4’ler, yaptıkları 5 yıldızlı düğünler Cumhuriyet sayesindedir.
TAM BİR ZİLLET HALİ
Kadınlara gelince: Kadınların hiçbir örtünme sorunu olmayacaktı: Türban, çarşaf, burka, çador, maske. Gel keyfim gel! Dilediği gibi örtünecekti. Ama Cumhuriyet’in Medeni Kanunu’nun korucu kanatları altında olamayacağı için erkek kardeşlerle eşit miras payından yararlanamayacaktı; yanında bir başka kadınla birlikte tanık olma hakkı olacaktı; kocasının tek eşi olamayacaktı; işyeri açamayacaktı; tek başına yolculuk edemeyecekti; oy hakkı babası, erkek kardeşi ya da kocası tarafından kontrol edilecekti; kocasından boşanma hakkı olmayacaktı, kırbaçlanacaktı, recm edilecekti. Tam bir zillet hali!
Ama yalana-dolana, hurafelere, erkek baskısına boyun eğerek yaşarken zillet kefenine girecekti. “Girecekti!” dememe bakmayın, giriyor zaten ve ne utanç vericidir ki bu yaptığının özgürleşme olduğunu, bireysel inanç özgürlüğü olduğunu ileri sürüyor! Nankör!
2010 yılında, Dünya Ekonomik Forumu’nun kadın-erkek eşitliği konusunda yayınladığı yıllık rapora göre 134 ülke arasında 126. olmaktan hiç de rahatsız değil. Türk kadını, Katar, Mısır, Mali, İran, Suudi Arabistan, Benin, Pakistan, Çad ve Yemen kadınlarıyla aynı sınıfta bulunuyor. Cumhuriyet gidip şeriat geldiği zaman cennette bile sefaletten kurtulamayacak!
MISIR’I İZLİYORLAR
Türbancı militanlar bugünkü hallerinin özgür iradelerinin seçimlerinden kaynaklandığını sanıyorlar. Kesinlikle aldanıyorlar. 1970’lerin başından itibaren, Müslüman Kardeşler’in etkisiyle Mısır’da ne oldu ise bizimkiler onu izlediler. İzliyorlar!
“Mısır’da yirmi yıl önce örtü istisna durumundaydı, bugün kural haline geldi. Aynı dönüşüm, Türkiye’ye varıncaya kadar Müslüman toplumların tamamında gözlenmekte.” (Dictionnaire du Coran, Ed. Robert Laffont, s. 926)
60’lı, 70’li yıllarda Mısır’da üniversite öğrencileri arasında kız-erkek ilişkilerinde günümüzün yasakları söz konusu bile değildi. Müslüman dünyasında saatler tersine çalışıyor artık. Bizdeki durum nedir bilmiyorum ama Müslüman ülkelerde ve Avrupa’daki Müslümanlar arasında bekâret zarı onarım sanayisi çok gelişmiş durumda.
DİNSEL KAYNAKLARI YOK
Sorun aslında ne türbandan ne de İslam’dan kaynaklanıyor. Kuran’ı geriye dönük okuyarak statikleştiren, gericileştiren İslamcıların dayatmalarından kaynaklanıyor. Adonis, 1990’larda el-Ezher’in (al-Azhar) İlahiyat Fakültesi’nde bir şeyhin başı açık kızlara ders verdiğine tanıklık ediyor. İslamcı “Ben çağa ve dünyaya uymayacağım, çağ ve dünya bana uysun!” diye dayatıyor. Bizim türbancılar da öyle. Tefsirler dışında hiçbir dinsel kaynakları yok. Sözde inançlarını tabulaştırarak Türkiye’yi küstahça tehdit ediyorlar! Bu gidiş, kötü bir gidiş!
Yazının Devamını Oku

Bir din âlimi ki?

23 Ekim 2010
BİR din âlimi ki “Adama bakar mısınız, ‘Başörtülerinizle yaka ve göğüslerinizi de örtün’ mealindeki ayeti başınızdan alın da onunla göğsünüzü örtün şeklinde anlamaya ve yorumlamaya çalışıyor” diye yazıyor. Adının önünde “Prof. Dr.” rütbesi de var. Ama düpedüz yalan yazıyor. “Adam” dediği adam benim. Ancak onun iddia ettiği saptırmalardan hiçbirini yapmadım. Saptıran kendisi! Koskoca allâme-i cihan! O adımı vermemiş, bu nedenle adını anmama gerek yok. 12 ve 13 Ekim tarihli yazılarımda bakın ne yazmışım:

SÖYLE İNANAN KADINLARA

“Kuran’a göre göğüslerini ne ile örtecek dikkatsiz mümine (inanan)? Hımar (çoğulu: Humur) ile örtecek. Hımarın İslam’la herhangi bir ilişkisi var mı? Yok! İslam öncesi dönemde Arapların ve Yahudilerin güneşten sakınmak için başlarını örttükleri bir giysi parçası.

Buyursunlar, imamlar, hacılar, hocalar, imam hatipliler, ilahiyatçılar yazdıklarımın tersini kanıtlasınlar.” (12 Ekim 2010)

“İslam öncesinden kalan geleneksel örtünün memelerin üzerine indirilmesi buyurulmaktadır. ‘Wal yadhribna bi khoumourihinna âla jouyoubihinna’. Bunun Türkçe anlamı şöyle: ‘(Söyle inanan kadınlara:) örtülerini göğüsleri üzerine indirsinler’.” (13 Ekim 2010)

İSLAM’LA ALAKASI YOK


Ayette sözü geçen örtünün (hımar) geçmişi putperest Arap toplumlarının binlerce yıllık tarihi kadar eskidir. Yani o örtünün İslam ile herhangi bir ilişkisi yoktur.

Sadece Araplar değil yarımadanın bütün kavimleri güneşe ve rüzgârın getirdiği kumlara karşı o örtüyü kullanmışlardır. Uzun bir örtü olmalı ki Kuran kadınlara “Göğüslerinizi onunla örtün” diyor. Çünkü İslam öncesi kadınları göğüslerini gizlemiyordu. Müslüman cariyeler sadece göbekle diz arasını örtüyorlardı. Kocamış, cinsel gücü kalmamış erkek hizmetçiler karşısında evli kadınların kendilerini sakınma zorunluluğu yoktu (Nur Suresi, 31. ayet). Peki bunlara ne demeli? Bunlar Kitap’ta yazmıyor mu? Yazıyor! Özgür Müslüman kadın göğüslerini örtüyor, cinsel gücü kalmamış erkek hizmetçiler karşısında kendini sakınmıyor; köle Müslüman kadınlar göğüslerini örtmüyor. Bu ne biçim iş?

SAÇ İÇİN ZORUNLULUK YOK


921 yılında Abbasi Halifesi Muktedir’in Volga Bulgarlarına gönderdiği heyette yer alan İbn Fadlan Risale adlı kitabında dönemin henüz Müslüman olmamış Türkleriyle ilgili olarak şunları yazar: “Kadınları erkeklerinin ya da başka erkeklerin önünde örtünmez. Ayrıca kadın vücudunun hiçbir kısmını hiç kimseden gizlemez. Bir gün, içlerinden birinin çadırına girdik ve oturduk. Bu adamın karısı bizim yanımızdaydı. Biz konuştuğumuz sırada, edep yerini (cinsel organını) açtı ve kaşıdı. Yüzümüzü ellerimizle örttük.” (İbn Fadlan, “Bin Yıl Önce Türkler ve Ötekiler” İstiklal Kitabevi, s. 19)

Demek ki 921 yılında Türk kadınları don giymiyormuş. Müslüman olunca mutlaka don giymişlerdir. İslam öncesinde Arap kadınları da üryan geziyormuş ama kuma ve güneşe karşı başlarını örtüyormuş. Bu nedenle, hımarların artan bölümüyle memelerini örtmeleri istenmiş.

Başlarını güneş ve kuma karşı bir doğal zorunluluk olarak örtüyorlar; aynı örtüyle memelerini örtmeleri de yeni edep anlayışı dolayısıyla isteniyor. Saç için bir zorunluluk yok. Bu kadar basit.
Yazının Devamını Oku

Kabilesel ve dinsel yapı çıkmazı

22 Ekim 2010
ÇARŞAMBA günkü yazımı hatırlarsanız, Adonis dostumuz, Arap toplumlarının laikleşip demokrasiyi bulamamasını Hz. Muhammed’in ölümünden sonra kendi kabilesi Kureyş’in kılıç zoruyla siyasete ve dine egemen olmasına bağlamıştı. Çünkü Hz. Ömer’in keskin kılıcı “şûrâ” falan dinlememişti. (Bu konuda Abdülbaki Gölpınarlı, “Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik” -DER Yayınları, Haziran 2007- kitabının 304’ncü sayfasına bakınız.)
Dikkat ederseniz, siyasetini kabile düzenine dayandıran AKP de şûrâ mûrâ dinlemeyip istediğini kılıç zoruyla almakta.
ESKİDEN DAHA ÖZGÜRDÜLER
Adonis’le söyleşiyi yapan Houria Abdelouahed, çarşamba günü sözünü ettiğim Fransızca kitabın 191. sayfasında, günümüz Arap toplumlarının durumunun Halifeler döneminden çok daha berbat olduğuna işaret ediyor. Bütün halifelerin despot olmadığını, bazılarının döneminde açılımların ve çeviri çalışmalarının yapıldığını ekliyor: “Gerilememiz öylesine çarpıcı ki sadece günümüz modernitesi bakımından değil aynı zamanda büyük halifeler dönemiyle de aramızda çok önemli farklar var. 1940, 1950 ya da 1960 yıllarının eski Mısır filmlerinde kadınların özgürlük ve serbestliğinin ilk örneklerini görürüz. Gazeteci rolü yaparken sigara içen Fatin Hamama’nın, Farid al-Atrach’ın şarkılarına uyarak dans eden muhteşem Samia Gamal’ın dönemine göre çok geri durumdayız.”
Gerçekten de bundan otuz yıl önce Kahire’de türbanlı kadın görmek ender bir durumdu, şimdi türbansız bir kadın görmek ender bir durum. Kendi gözlemime göre kadın örtünerek değil örtülerinden kurtularak özgürleşir. Siyasetini aşiret ve tarikata dayandıran, laik cumhuriyetten ilk ödünleri veren Demokrat Parti zamanında, 1950’li yıllarda, Türk kadını günümüz kadınından çok daha özgürdü. Bana inanmayan eski aile albümlerine, gazete ve dergi koleksiyonlarına baksın!
GÜNÜMÜZÜN ARAP’I TUTSAKTIR
Arap Müslüman toplumlarında laikliğin önemini çok iyi anlamış bir aydındır Adonis! Laiklik sisteminin Arap toplumlarına uygulanamayacağını düşünenlere karşı çıkarken şöyle diyor: “Yanılıyorlar. Demokrasinin, din ile devlet ayrımı olmaksızın anlaşılamayacağını tarih bize kanıtladı. Kuşkusuz demokrasi hemen ortaya çıkmaz. Bu bir kültür işi. Bununla birlikte din ile devletin ayrılması bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Bu ayrılık insanı bir mutlak modelin pençesinden kurtarır ve onu yaratıcı olanaklara yönlendirir. Bu olmazsa, totaliter bir sistemin tutsağı olduğu için yetenekleri sınırlı kalır.” (s. 192)
“Günümüz Arap’ının iki temel sorunu olduğunu düşünüyorum: Önce din denilen bir çarkın, sonra teknoloji çarkının tutsağıdır. Tam anlamıyla bir tutsak ve ne yapacağını bilemiyor. Gündelik hayatında, Arap insanı teknolojinin bağımlısıdır. Ama kuramsal olarak ve manevi bakımdan dinin etkisi altındadır.” (s. 193) Bundan dolayı da onun için kurtuluş yoktur.
“Din kesinlikle kültürel olmamalı, siyasal ya da kültürel bir sistem olmamalı, ama bireysel bir uygulama olmalı!” (s. 193) Ülkemiz ve toplumumuz Cumhuriyet ve devrimleri sayesinde Adonis’in yakındığı açmazların çoğundan kurtulmuş ve düzlüğe çıkar gibi olmuştu. Şimdi yeniden tutsak edilmek isteniyor. Türban bu nedenle masum bir simge değildir!
Yazının Devamını Oku

Demokrasi neden uzak?

20 Ekim 2010
BUGÜN, dostum Adonis’in “Orpheus’un Bakışı” (“Le regard d’Orphée”, Ed.Fayard) adlı söyleşi kitabından ilham alacağım (s. 188-189). Söyleşiyi yapan Houria Abdelouahed, Paris-VII Denis Diderot Üniversitesi’nden öğretim üyesi ve psikanalist. * * *

Houria: Hz. Peygamber ölümünden önce yerine kimseyi halef seçmemişti. İnsanları özgür bırakmıştı.

Adonis: Evet. “Amrukum shûrâ baynakum” (Karar vermeden önce görüşme yapacaksınız). Ama bunun nasıl olacağını söylemedi.

Houria: Doğru, insanları özgür bıraktı.

Adonis: Tabari’nin anlattığına göre, dostları Hz. Peygamber’i ölüm döşeğinde bırakıp Sakife denen yere gittiler. Kabilecilik sistemine geri dönüş Sakife’de oldu. Hz. Muhammed’e inanmış, onu desteklemiş ve Kureyş’e karşı korumuş olan Ensâr (koruyucular) uzaklaştırıldı.

Houria: Ensâr’ın uzaklaştırılması (ekarte edilmesi) gerçekten siyasal bir felakettir. Sadece halifeliğin Hz. Muhammed’in kabilesi içinde kalmasıyla değil, bunun bir ilkeye dönüşmesi ile.

Hz. Ömer’in kılıcını çekip Hz. Ebubekir’in seçilmesine karşı çıkanları tehdit etmesi hepimizin belleğinde.

Adonis: Doğrudur, Kureyş’e geri dönüş, herhangi bir seçimin ya da ümmetin tercihi değildi, kılıç tehdidi altında olmuştu.

(Mürted (dönek) olduğu iddia edilenlerin nasıl kılıçtan geçirildiğini anlattıktan sonra Adonis devam eder. Aslında dönekler dönek değildir. Temizlemek için bahanedir).

Kısacası, ilk Arap-Müslüman toplum kabilecilik ve şiddet üzerine kurulmuştur ve günümüz Arap rejimleri aynı temelleri ve Tarih’in aynı karanlık yüzünü korumaktadır: Şiddet, cinayet, zorbalık.

* * *

Houria: Ama bu olaylar neden devam etti? Her zaman aynı trajediler, hep aynı despotizm ve halk ile iktidar arasında hep aynı uçurum. Henüz vatandaşlık düşüncesini bile uygulayamadık.

Adonis: Çünkü hâlâ şu kabileci ve dinsel yapıdan kurtulamadık. Bunu, Batı’nın yaptığı gibi, dine karşı kendi devrimimizi yapmadık. Batı, Devlet ile Kilise’yi birbirinden ayırmadan önce bizim Arap dünyasına benziyordu. Demokrasi bu ayrılmanın ürünüdür.

Arap ülkelerinin hiçbiri laikliği gerçekten kabul etmediler. Tam tersine dinselleşme daha da çoğaldı. Siyasal ve toplumsal sahneye şöyle bir bakmak yeter: Okullar laik değil, laik partilerin tamamının kökü kazındı: Marksistlerin, komünistlerin, ilericilerin tamamı.

* * *

Dostum Adonis, Arap toplumlarının çağdaşlaşmaları için kendi dinsel devrimlerini yapmaları gerektiğini tekrarlıyor durmadan. “Dinsel iktidar ile toplum (yani devlet) arasında ayrılma olmadan özgürleşmemiz mümkün değil, biz böyle öğrendik!” diyor.

Arap dostlarımın, yaşadığı AKP felaketinden sonra Türkiye’ye nasıl acıdıklarını biliyorum. Bir taraf, Türkiye’ye özenerek, özgürleşmek için laikleşmek gerektiğini söylüyor. Bizim köle ruhlular ise demokratik (!) bir biçimde laikliğin kökünü kazımak istiyor.
Yazının Devamını Oku

12 Eylül’le hesaplaşmak için

19 Ekim 2010
REFERANDUM sürecindeki sahte hamaratlığına bakıp AKP’nin 13 Eylül’den itibaren ortalığı toz-duman edeceğine inanmak mümkündü: Kenan Evren ve arkadaşları hemen tutuklanacaklar; AKP 12 Eylül mağdurları için hemen bir yasa çıkartacak! Ne gezer! Böyle bir şey yapmadıkları, yapmayacakları gibi, tam tersine “veliyy-i nimet”leri Kenan Paşa’ya el altından hulûskârâne haber gönderip “Sen bize bakma muhterem paşamız, bir şey olacağı yok, keyfini bozma netekim” diyerek esas duruşa geçmişlerdir.

AKP’nin 12 Eylül ile hesaplaşacağını sanıp “Evet” oyu verenler daha çok beklerler.

CHP’DEN KANUN TEKLİFİ


AKP’den bir girişim(!) beklerken, gerekeni CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk yapıp TBMM Başkanlığı’na, 14 Ekim 2010 tarihinde, gerekçesiyle birlikte “12 Eylül 1980 darbe sürecinin yol açtığı mağduriyetlerin giderilmesine ilişkin kanun teklifi” verdi. Tam başlığı “12 Eylül 1980 darbe sürecinin yol açtığı mağduriyetlerin giderilmesine ilişkin kanun teklifi” ve ilk iki maddesi şöyle:

MADDE 1- Türkiye Cumhuriyeti Devleti; 12 Eylül 1980 darbesini; demokrasiye, hukuka ve millete karşı yapılmış bir hareket olarak kabul eder. Devlet; uygulamaları, sonuçları ve yol açtığı gerek kişisel, gerekse toplumsal yıkımlar nedeniyle 12 Eylül 1980 darbe sürecinde madden ve manen zarar görmüş tüm kişilerden ve ailelerinden özür diler.

MADDE 2- Devlet, hukuken kanıtlanmış ve hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde; yeterli verilerle desteklenmiş bir neden olmaksızın 12 Eylül 1980 darbe rejimi kararları, işlemleri ve uygulamaları nedeniyle, idam cezasının infazı dahil, yaşamlarını, beden bütünlüklerini, akıl ve vücut sağlıklarını yitirmiş olanlara, (evveliyetle ölenlerin haleflerine) işkence görenlere, suçsuz olduğu halde tutukluluk hali nedeniyle işini yitirenlere, siyasi düşünceleri, dini inançları ve etnik kökenleri gibi sebeplerle her türlü haksız uygulama ile maddi ve manevi zarar görenlere maddi ve manevi tazminat öder.

AKP REDDEDER Mİ?


Bu yasa önerisinin, “Hayırcı” CHP mensubu bir milletvekilinin değil AKP hükümeti ya da milletvekilleri tarafından yapılması beklenirdi ve yakışık alırdı. CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk’ün verdiği yasa önergesinin gerekçesinden bir alıntı yapalım:

“Eğer iddia edildiği üzere küresel demokrasinin 21. yüzyıldaki evrimi ve standartları, darbenin her çeşidine mani ise, geçmişin darbe geleneği ile örülmüş bir sistemin gerçek ve sağlıklı dönüşümü için darbelerin sorgulanması da kaçınılmaz bir koşuldur. Kaldı ki; ülkemizde birtakım kanaat önderleri, referandum sonuçlarına bakarak, Türkiye’nin siyaseten ikiye bölündüğü kanaati yaymaya çalışırken, bilerek ya da bilmeyerek asıl gerçeğin (referandum sürecinde Türkiye’de darbelerin sorgulanması için gereken toplumsal ve siyasal mutabakatın hiç olmadığı kadar güçlendiği gerçeğinin) üstünü örtmektedir. Nitekim, referandumda Anayasa değişikliğine verilmiş “evet” oyları da “hayır” oyları da esasen 12 Eylül’le hesaplaşma arzusu ve iradesiyle verilmiş oylardır.”

Ben bu yasa önerisinin gündeme alınmayacağını ya da AKP oylarıyla reddedileceğini düşünüyorum. Ya sizler?
Yazının Devamını Oku

Ben köşe yazarı değilim

17 Ekim 2010
ERTUĞRUL Özkök 8 Ekim 2010 tarihli yazısında, dört-beş adın arasında benim de adımı anarak önümüzdeki on yıl içinde işimin iş olduğunu yazdı. Hamburg’da yapılan Dünya Editörler Forumu’nun (WEF) 17. kongresinde, bir araştırmayı yanıtlayan editörlerin yüzde 60’ı önümüzdeki on yıl içinde köşe yazarlığının öneminin artacağını ve gazeteciliğin kozlarından biri olacağını açıklamışlar. Benim içim rahat, onların açıklamaları beni ilgilendirmiyor:
Ben muhabir kökenli bir köşe yazarı değilim; gazetede yazan bir edebiyat yazarıyım. Hürriyet Gazetesi’nde yazmaya başlamadan önce, görüşlerimi başta edebiyat dergileri olmak üzere dergilerde daha uzun boyutlu yazıyordum. Doğru anlamı ile: Bir “Chroniqueur” (Fransızca), bir “Columnist”im (İngilizce).
KAVUN ACISI GİBİ...
500 binlere karşı 1000 satsa da gerçek romanın fantirifitton romanı yeneceğine inandığım gibi kâğıda basılan gazetenin elektronik gazeteye yenilmeyeceğine de inanıyorum. Birkaç yıl önce Sicilya’nın Mazzara del Vallo kentinde yaptığım konuşmada, “yazarken” gözümün önünde tek bir okur imgesinin bulunduğunu söylemiştim. Ben onun için yazıyorum. Geçmişin, şimdinin ve geleceğin “bir” okuru için.
İzninizle açıklayayım: Bazen Ülker bir izlek (tema) verse de kimse şiir yazmamı istemiyor benden. Kimsenin yazmamı istemediği bir “şey” yazıyorum, bir yayıncı bu “şeyler”in toplamını kitap olarak yayımlıyor. En iyi olasılıkla başa baş gelip zarar etmiyor.
Edebiyat yazarı olarak, bir saniye bile olsa, okurun beğenisini, okura ait herhangi bir değer yargısını dikkate almadım. Her zaman iki ölçüm oldu: Edebiyatın etik ve estetiği. Ama elbette sadece bu değil. “Adalet” erdemi de yol göstericilerimden biri oldu.
Edebiyat yazarı olarak mutlu oldum, özgürlüğün tadını çıkardım. Yazdıklarımı yayınlamasalardı defterlerimde kalırdı. Birkaç dostuma okurdum.
Ama gazetede yazmak başka: Yazmam için bir para veriyorlar bana; okuru dikkate almak zorundayım. Gazetede yazan bir edebiyat yazarı olarak kendimi kuşkusuz denetliyorum. Edebiyat yazarı kadar elbette özgür değilim. Ertuğrul Özkök’ün deyişiyle bir Ortega y Gasset’yim nitekim! Ve böyle de mutluyum! Bu mutluluk kavun acısı gibi bir şeydir!
AVAMLAŞMA, BAYAĞILAŞMA
Bence gazeteyi yönetenler köşe yazarlarını bir yana bıraksınlar. Köşelerin dışında kalan alanlarına baksınlar. Bilimsel yazılar, “büyük röportaj”lar neden yok? Neden her şey avamlaşıyor, bayağılaşıyor? Örneğin ben, kültür ve sanat sayfalarının yokluğundan şikâyetçiyim. Var olanlar ise yetersiz, katkıda bulunanlar yeteneksiz. 20-25 yıldır gerçek edebiyatı öldürmek, fantirifitton yazıyı ve yazmanları öne çıkartmak için birbirleriyle yarış yaptıklarını görüyorum. Bu alanda, klanlar, amigolar ve çeteler var.
Televizyoncu olduğum için “kamuoyu oluşturma”nın ne anlama geldiğini çok iyi bilirim. Ancak kamuoyunu oluşturanlar seçkin (elit) olacaklar, oluşturdukları kamuoyunun tutsağı olmayacaklar ve yarattıkları bireysel imge ve simgelere tapınmayacaklar.
“En zengin düğününe davetli tek Türk” olmak hangi kaliteyi, hangi erdemi, hangi bilimi kanıtlıyor?
Yazının Devamını Oku

Alınmaca gücenmece yok!

16 Ekim 2010
“REFERANDUM sandığında Evet oyu atanların büyük bir çoğunluğu, yukarıdaki paragrafta sıraladığım erdem ve nitelikler için oy kullanmadılar. AKP’yi tercih ettikleri için Evet oyu verdiler. Tutucu gündelik hayatı, gelenek ve töreleri, sadaka törenlerini muhafaza etmek için Evet oyu verdiler. Kızları erkeklerle birlikte aynı okul, sınıf ve sırada okumasın diye Evet oyu verdiler. Genel liseler imam hatip okullarına dönüşsün diye. Valiler, kaymakamlar camilerde imamlık yapsınlar diye. İşsiz öğretmenler dağda-bayırda ve ovada cerre çıksınlar diye!

Devlet kadrolarını, eğitim ve öğretimi, sağlık, sanayi ve tarımı işgal eden İslamcıların, tarikatların ve cemaatlerin, askeri okulları, harp okullarını ele geçirmeleri için AKP’ye oy verdiler. En kuvvetli tarikat ya da cemaatin şeyhi cumhurreisi olsun, paşalıklar şeyhler arasında taksim edilsin diye. İmam Genel Kurmaz Başkanı için!

Karşı Devrim’in yargıyı, basını ele geçirmesi yetmez, daha fazlası gerek diye Evet dediler. Karşı Devrim’in tarikat ve cemaatleri Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ele geçirsin ve böylelikle Cumhuriyet iğdiş ve kötürüm edilsin diye Evet dediler.”

YAZIM HEDEFE ULAŞMIŞ

Yukarıdaki satırları 2 Ekim tarihli “12 Eylül mugalatası” başlıklı yazımdan aktardım. Alıntı yaptığım yazım birçok insanı üzmüş ve yaralamış. Ben zaten bu amaçla yazmıştım yazıyı. Demek ki hedefine ulaşmış.

Yazımı okuyup, “Atı alan Üsküdar’ı geçti”, “Kabarama kabarama kel Fatma, annen güzel sen çirkin!”, “Artık maymunun gözü açıldı, artık sıra bizde!” diyenlere, söyleyecek hiçbir sözüm yok. Bunlar kadrolu evetçiler. Hele, din görevlilerinin devlet memurunun ötesinde toplumla iç içe yaşayan sivil memurlar olduğunu söyleyen ve “İmamlar kanaat önderi olsun!” diyen Diyanet İşleri Başkanı koskoca Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nu duyduktan sonra.

İmamların nasıl sivil memur olduklarını Diyanet İşleri Başkanı’na dün sorduk.

AMAÇ: İMAM YÜZBAŞI!

Sözüm, referandumda Evet oyu veren ama Evet’in ne anlama geldiğini yorumladığım yazımdan alınanlara, kendilerini hakarete uğramış sayanlara. Alınmaca yok, yorumum dozunu arttırabilirim.

AKP’nin, cemaat ve tarikatların amacı bütün devlet görevlilerini imam yapmak; valileri imam, kaymakamları vaiz, belediye başkanlarını müezzin yapmak. İkinci ve daha önemli amaçları: TSK kadrolarının rütbelerinin önüne imam sıfatını eklemek: “İmam-yüzbaşı”! Ne güzel oluyor değil mi?

Güya böyle bir amaç için Evet dememişler, güceniyorlar. İstanbul-Kurtalan trenine yanlışlıkla(!) binerseniz, fark edip ara istasyonlardan birinde inmezseniz doğruca Kurtalan’a gidersiniz. Tarihte böyle zihin tutulmaları (bönleşmeler) olmuştur. Almanya tarihine bir bakın, nice parlak zekâlı yaratıcılar Nazileri desteklemiştir. Büyük filozof Heidegger’in Nazileri desteklemiş olduğuna inanmak mümkün mü? İtalya’da faşist Mussolini diktasını destekleyen aydınlar, düşünürler, sanatçı ve yazarlara ne demeli?

Bizimkilerin yaptığı da bu, ben adını koyuyorum. Darılmaca, gücenmece yok!
Yazının Devamını Oku