Özdemir İnce

‘Tarihte Tanrı fikrinin doğuşu’

28 Kasım 2010
JEAN Bottéro’nun Kırmızı Yayınları tarafından yayınlanan “Tarihte Tanrı Fikrinin Doğuşu” (Naissance de Dieu, La Bible et l’historien; Editions Gallimard) adlı kitabı şu çarpıcı cümle ile başlar: “3 Aralık 1872’de Kutsal Kitap, ‘bilinen en eski kitap’, ‘ötekilerden farklı bir kitap’, ‘bizzat Tanrı’nın yazdığı ya da dikte ettiği kitap’ olma gibi çok eski dönemlerden gelen niteliğini yitirmiştir.” (s. 23)
SEÇMELER KİTABI TEVRAT
O gün Londra’nın Society of Biblical Archelogy’sinin önünde ilk Asur bilimcilerden biri olan G. Smith olağanüstü bir keşif yaptığını açıklıyordu; bu Asur bilimciler çivi yazısını sökmek için elli yıl çaba ve gayret göstermişlerdi ve artık antik Mezopotamya toprağından çıkan tabletler hazinesinin dökümünü yapmaya başlamışlardı.
Smith orada Kutsal Kitap’ta geçen tufan öyküsüne çok yakın bir öykü ve bu konuyla ilgili ayrıntılar bulmuştu. “Gılgamış Destanı” idi söz konusu olan. Tevrat’ta anlatılan tufan öyküsü ile yaratılış sürecinin kaynağı Asur-Sümer mitolojisi ise şimdi ne olacaktı? O zaman Tevrat’ın yapısal varlığı da değişmeyecek miydi? Bu durumda Tevrat, İsrail anonim (sözlü) edebiyatından bir seçmeler kitabı olmuyor muydu? Doğrusunu söylemek gerekirse Tevrat bir seçmeler kitabı oluyor. Zaten öyle olduğu 1872’den sonra iyice kanıtlandı.
KAYNAK MEZOPOTAMYA’DAN
Tevrat (Eski Ahit) insan elinden çıkma ise, İncil (Yeni Ahit)’in de insan elinden ve ağzından çıkması gerekmiyor muydu? Bizim için buraya kadar iyi de, bundan sonrası zor: İncil ve Tevrat’ın, Kuran gibi vahiy yoluyla oluştuğuna (indiğine) inanan Müslümanların da dünyası yıkılmayacak mıydı? Kuran’ın Tevrat ve İncil’den yaptığı alıntılar ne olacaktı? Tevrat ve İncil insan imgeleminin ürünü ise Kuran da insan imgeleminin ürünü olmayacak mıydı?
Müslümanları bir yana bırakalım. Yahudiler ile Hıristiyanların büyük bir bölümü kutsal kitaplarının Mezopotamya mitolojisinden kaynaklandığını ve İsrail halkının tarihini anlattığını kabul ediyorlar ama dinlerine inanmaktan vazgeçmiyorlar. Bu, sağaltıcı, iyileştirici ilişkiyi çok iyi anlamak ve değerlendirmek gerekir. Yahudi ve Hıristiyan inancına sahip insanlar dünyanın 5770-5771 yaşında olduğuna inanç kültürü olarak inanıyorlar ama bilimsel olarak dünyanın gerçek yaşının milyarlarca yıla dayandığını da kabul ediyorlar.
İki bin yıl İsa’dan sonra, 3 bin 770 yıl İsa’dan önce! Bu sayı tarihe de uygun!
OKUYUN, AKLINIZ AÇILSIN
Jean Bottéro’nun kitabının Türkçeye çevrilip yayımlandığı 2010 yılı, tıpkı 3 Aralık 1872 gibi bir dönemin başlangıcı. Bu kitabı önce dindarlar okumalı: Kitabı içlerine sindire sindire okurlarsa, dinden çıkmak yerine daha iyi, daha bilinçli mümin olacaklarına inanıyorum. İnsan imgeleminin, insan dehasının ürünü olmak, insan imgeleminden, insan elinden çıkmak hiçbir din kitabını değersizleştirmez.
Jean Bottéro’nun kitabı, (okurlarsa), bütün yazarların ve yazıcıların, yazar ve yazıcı adaylarının gözünü ve aklını açacak bir kitap. Ancak o zaman, soldan sağa yazılan bir yazıyı sağdan başlayarak okuma alışkanlıklarından kurtulabilirler.
Yazının Devamını Oku

CMK 202

27 Kasım 2010
KÜRTÇÜLÜKLE, Kürt sorunuyla ilgili artık yazı yazmayacaktım. Çünkü benim yıllardır peşinde olduğum şeyi yapmışlar ve gerçek düşüncelerini söylemişlerdi. Başlangıçta, “daha fazla demokrasi” başlığı altında “Anadilde eğitim-öğretim hakkı”ndan söz ediyorlardı. Ben de o zaman Kopenhag kriterlerinde böyle bir hak olmadığını, söz konusu kriterlerin “yerel dillerin özgürce öğrenilmesinin önündeki engellerin kaldırılması”nı istediğini yazıyordum. Ama 2010 yılında baklayı ağızlarından çıkardılar ve özerklik ile anadilde öğrenim hakkı istiyorlar. Bu, onların en demokratik haklarıdır, isteyebilirler. Özü tartışılmaz, şekli tartışılır. Bunun üzerine, “Bir demokrat olarak benim işim burada biter!” dedim ve artık bir zorunluluk olmazsa bu konuda yazı yazmayacağımı ilan ettim.
DESTEKSİZ ATANLAR
Edebiyatımızın önemli isimlerinden Vedat Türkali, 22 Kasım 2010 tarihli BirGün gazetesinde, “KCK davasında anadilde savunma hakkının reddedilmesini asimilasyon politikasının devamı” olarak nitelendirmiş. Ayrıca, doğru yanıtı çoktan verilmiş olan şu İzmit (1925) basın toplantısına gönderme yaparak “Atatürk de çözümü özerklikte buldu” demiş. Kimi yazarların yaşlarına, ünlerine ve halk içindeki saygınlıklarına dayanarak ve belki de bunları istismar ederek, desteksiz atmaları beni çok rahatsız ediyor.
Egemen bir ulusal devlette mahkemeler de aralarında olmak üzere devlet işleri devletin resmi dilinde yapılır. Öte yandan, Hıristiyan azınlıklar söz konusu olduğu için Lozan Antlaşması’nın 39. maddesi Kürtleri kesinlikle kapsamaz.
VEDAT TÜRKALİ DEMAGOJİSİ
Vedat Türkali “En insani hak olan anadilde savunmak hakkının engellenmesi”nden söz ettikten sonra ekliyor: “Demek ki aynı asimilasyon politikası sürdürülmek isteniyor!”
Düpedüz demagoji yapan Vedat Türkali, demek ki, “en insani hak olan anadilde savunma yapma hakkı”nın koşullarını bilmiyor. Ceza Mahkemesi Kanunu’nun 202. maddesine bakalım: “Sanık veya mağdur, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa; mahkeme tarafından atanan tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin noktalar tercüme edilir.”
KCK davasının sanıkları kimler, kimler yargılanıyor? Eski milletvekilleri, Demokratik Toplum Partili (DTP’li) belediye başkanları, belediye meclisi üyeleri, aynı partinin üyeleri. Demek ki bu insanlar devletin resmi dili Türkçede meramlarını anlatabiliyorlar. Yoksa siyasetçi, belediye başkanı falan olamazlardı. Bu insanlar, şu ya da bu şekilde (şimdi bu tartışma konusu değil) ilköğretimden üniversite diplomasına kadar cumhuriyetin okullarında öğrenim görmüşler. Ama buna karşın, savunmalarını Kürtçe yapmak istiyorlar. Buna yasanın kötü amaçlı kullanılması denir. Ama mahkeme sanıkların savunmalarını Kürtçe yapmalarını yasaya karşın kabul ederse bize laf düşmez. Türkçe bilmeselerdi mahkemenin yaptığı zulüm olurdu.
Vedat Türkali çapında bir yazarın bunları iyi bilmesi gerekir. Yaptığı demagoji ancak kaosun sürmesine hizmet eder ve uzlaşma umudunu baltalar. Okur ve saygınlık kazandırmaz!
Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet devriminde iki tarih

26 Kasım 2010
KONYA Milletvekili Refik Bey (Demokrat Parti’nin dört kurucusundan biri olacak olan Refik Koraltan) ve arkadaşları tarafından hazırlanan Şapka İktisası (Giyilmesi) ile ilgili yasa önerisi 25 Kasım 1925 günü TBMM tarafından kabul edildi. Yasanın birinci maddesi şöyledir: “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel idare ve bütün kurumlara mensup memur ve müstahdemler, Türk ulusunun giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet engeller.”
ŞAPKAYLA GELEN ÖZGÜRLÜK
Şapka Giyilmesine Dair Kanun, Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan 8 devrim yasasından biridir. Yasanın gerekçesinde, “Aslında, hiçbir özel önem taşımayan şapka meselesi çağdaş ve uygar milletler ailesine girmeye karar vermiş olan Türkiye için özel bir önem taşımaktadır” sözleri yer alıyordu.
Osmanlı döneminde kıyafet dini cemaatlerin geleneklerine göre oluşmuştu. Her din ve mezhep için bir renk söz konusu idi. Yunan kaynaklı fes, memur ve askerler için zorunluydu.
TBMM’de Nurettin Paşa gibi mürteciler yasanın insan haklarını ve kişi dokunulmazlığını çiğnediği gerekçesiyle karşı çıktılar. Ama şapkanın insanları renk ve biçimin ayrılıkçı kastından kurtarıp özgürleştirdiğini anlamıyorlardı.
O günler geçti. Günümüz mürtecileri şapka giymeyenlerin devrim yasalarından birini çiğnediğini ileri sürerek güya muhalefet ederler. Söz konusu yasa başı açık gezmeyi yasaklamıyor. Başınıza bir şey giyecekseniz (geçirecekseniz) bu şapka olmalı, fes ve sarık gibi şeyler yasaktır, diyor. Dün 25 Kasım 2010 idi. 85 yıl olmuş.
26 KASIM 1934
Devrim yasalarından biri olan “Bazı unvanların kullanılamayacağına dair kanun” TBMM’de 26 Kasım 1934 günü kabul edildi. Bugün 26 Kasım 2010. Yasa önerisi 21 Ocak 1922 ve 11 Ocak 1926 tarihlerinde iki kez kabul edilmemiş ancak 26.11.1934 günü şu şekilde kabul edilmiştir: “Ağa, hacı, hafız, hoca, molla, efendi, bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi ve hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar, kanun karşısında ve resmi belgelerde yalnız adlarıyla anılırlar.”
ŞAKLABANLIKLARA KARŞI
Günümüzün yeni mürtecileri bu yasa tarafından yasaklamasına karşın söz konusu sıfatların kullanılmakta olduğunu söyleyip kıs kıs gülerler. Yasa, bu sözcükleri sıfat olarak yasaklamıyor, unvan olarak yasaklıyor. Bunların bir bölümü dinsel, bir bölümü ise toplumsal sınıflandırmanın, hiyerarşinin simgeleridir. Örneğin “efendi”, “bey”, “beyefendi” arasında bir hiyerarşi söz konusudur. Aynı şey hacı, hafız, molla, hoca gibi unvanlar için geçerlidir. Yasa imam, müezzin, vaiz sıfatlarını meslekleri işaret ettiği için yasaklamamıştır. Yani yasa dine karşı değildir. Bu yasa çıkalı 76 yıl olmuş. Devrim yasaları Cumhuriyet’in biçimsel kaprisleri değildi. Hepsinin temelinde sağlam bir tarihsel ve toplumsal gerekçe vardır.
Bu yazıyı şu günler aynı şaklabanlıkların yapılacağını düşünerek yazdım.
Yazının Devamını Oku

‘Allah’ın terzileri’

24 Kasım 2010
AKILLARINI “ortak akıl”a emanet edenler, yani kendileri düşünmeyip bir şeyhin aklına biat edenler, sonunda “ortak akılsızlık”a kurban olduklarının farkına varmazlar. Kimi okurlar basında hakkımda yayınlanan yazıları gönderiyorlar. Aldığım küfürlü e-postalardan herhangi bir farkları yok. Benim türbanlıları ve türbancıları doğru yola davet ettiğimi sanıyorlar. Sanmasınlar! Ben, tarihe not düşmek için, dayandıkları gerekçelerin çürüklüğünü kanıtlıyorum:

İNSAN YERİNE KOYMUYOR

1. Fıkıhçıların birbirini tutmaz yorumlarından başka türbanın Kuran’da herhangi bir dinsel kaynağı yok. Aksini iddia eden yalan söylüyor.

2. Siyasal dayanakların tamamı kadına hakaret ediyor, onu adam yerine almıyor: Kadınlara özgürlük veren ya da kadınların özgürlüğüne hizmet eden bir İslami hareket ya da iktidar duydunuz mu tarihte? Tersine, ilk yaptıkları iş kadınları köleleştirmek, kadınların köleliğine bir halka daha eklemek olmuştur. Vahhabi-Selefi tarikatı, Taliban, Müslüman Kardeşler, El Kaide, Cezayir’deki FİS (İslami Selamet Cephesi), Milli Görüş! Bunların tamamı kadını insan yerine koymamış, paspas olarak kullanmıştır. Bu satırları okuyanların yapmaları gereken şu: Yazdıklarımın doğru olup olmadığını araştırmak ve varsa tersi örnekleri göstermek. Ama olanaksız!

2.9 MİLYAR DOLAR

Türbanın ve türbancıların bir tek meşru dayanakları var: Ticaret! Günün ruh ve gidişatına uygun bir durumdur ki ticarete karşı elim kolum bağlı.
Haber ajansı Reuters, Türkiye’de tesettür giyimin yaygınlaştığını ve İslami butiklerin kalitesinin arttığını belirterek, “Allah’ın terzileri Türkiye’de yükseliyor” (Milliyet, 12.11.10) demiş. Reuters ajansı, “Eminönü’nde deniz kıyısında capcanlı renklerde pardösülü ve başörtülü kadınlar birbiri ardına geçiyor. 20 yıl önce böylesine bir görüntüye nadir rastlanırdı. Bu tarz giyimin arkasındaki markaların da iddialı bir büyüme planı var” var diye ekliyor. Tesettür sektörü 2.9 milyar dolarlık bir piyasa oluşturuyormuş. Bildiğimiz şeyler. Ancak bir şey öğrendim: “Allah’ın terzisi” sıfatı 1982 yılında kurulan Tekbir Giyim’in kurucusu Mustafa Karaduman için kullanılıyormuş.

TOPLUM İÇİNDE TOPLUM

Ben dikkatinizi bir başka yöne çekeceğim: Müslüman Kardeşler’in amacı olan toplum içinde toplum, paralel toplum yaratma projesi giderek tamamlanıyor: İslamcı kesimin çocuklarına verdikleri adlara bakın, en süzme Arap isimleri; imam hatip ve F tipi okullarıyla “Okul”u da ayırıyorlar; otellerini ayırdılar, ayırıyorlar; kendilerine özgü konut siteleri, mahalleler kuruyorlar; Anayasa ve cumhuriyet yasalarını kabul etmiyorlar. Ulusal toplum ikiye bölündü artık. Bu arada iki gözlemimi yazacağım: 1. Tesettür defilelerine çıkan mankenler 24 saat türban takmadıkları için yüzleri capcanlı, hastalıklı değil. 2. “Sen kafanın dışına değil içine bak!” derler ya, tesettürlü kafaların içi de tesettürlü, tutsak ve kimliksiz.

Tesettürlü Türkiye’ye geçmiş olsun! Doktorlar böylelerine “Ne yerse yesin, serbest!” derler.
Yazının Devamını Oku

Türbanın altında gizlenen gerçek

23 Kasım 2010
TELEVİZYONLARA çıkan türbanlıların ve türbancıların muzaffer ve saldırgan edalarını hüzünle izliyorum. Zafer kazandıklarını sanıyorlar. Oysa, o duygu ile dolup taştıkça tutsaklık ve çıkmazları giderek artmakta ama bunun hiç farkında değiller. Türbanın dinsel inançlarının bir simgesi olduğunu sanıyorlar. Oysa türban, kadının ezilmesinin, posalaşmasının, sömürülmesinin, siyasal anlamsızlığının; kapitalizm ve emperyalizmin simgesi. Türbanın kadının özgürleşmesinin ve isyanının simgesi olduğunu söylüyorlar. Acaba öyle mi?

İÇİ BOŞ BİR İSYAN

Daha önceki yazılarımda tavsiye ettiğim bir kitaptan (Faik Bulut, Kadın ve Tesettür, Cumhuriyet Kitapları) bir alıntı yapacağım:

“Mısır Müslüman Kardeşler hareketinin önde gelen isimlerinden Muhammed Abu’l Fettuh, bir süre önce çıktığı el Cezire kanalında açıkladı: ‘1968’de Mısır’daydım. Tesettürlü hiçbir kadına rastlamadım. Şimdi ey kardeşlerim, Allah’ın açık ve inkâr edilmez zaferine bakınız: Allah’a hamdolsun ki evler, sokaklar, caddeler, salonlar ve işyerleri tesettürlü kadınlarla dolup taşıyor” (s. 234)

Ama, Mısırlı kadın yazar Huveyda Taha, 18 Ekim 2006 tarihli “el Kuds el Arabi” Gazetesi’nde yayınlanan “Tesettürün Örttüğü Gerçekler” adlı makalesinde şunları yazıyor:

“Evet, tesettür bir isyan yoludur. Ancak umutsuz kadınlarla erkeklerin isyanıdır bu. Ne ki, bu isyan ülkeyi, üzerinde savaşlar verilen yeraltı ve yerüstü zenginliklerini savunan bir isyan değildir; ulusları ileri götürecek bir isyan değildir. Bu, gerçekte kendisine isyan edilmesi elzem olan (içi boş) bir isyandır.” (s. 234)

HADIMLAŞTIRAN REJİM

Türbanlı ve türbancı kadınlarımızı dinledikçe, okudukça, bunların dünyayı anlayıp değerlendirmekte Arap ülkelerine dağılmış hemşirelerinin çok gerisinde kalmış olduklarını hüzünle fark ediyorum.

1970’ler türbanın, tesettürün yükselişe geçmesinin tarihidir. Çünkü 1970’ler Afganistan iç savaşıyla birlikte İslamcı direniş ve terörünün tırmanışa geçmesinin ilk yıllarıdır. Aynı yıllar Suudi petrol dolarının ortalığa yayıldığı yıllardır. Suudi Arabistan’daki monarşist rejim baskıcı erkekliğin de simgesidir. Suudi Arabistan zenginleştikçe kadın üzerindeki erkek baskısı da artmıştır. Bu monarşi, aynı zamanda (bir antitez olarak) erkeği hadımlaştıran bir rejimdir: İçeride, dışarıda ve bölge çapındaki siyasetlerinde bu sakatlanmış erkekliğin yansımalarını bulmak mümkün. Çünkü rejim sahiplerinin tamamı, erkek olmanın bilinciyle, her faaliyetlerinde bunu kanıtlamanın yol ve yöntemine başvururlar. Paranın tadını çıkarırlar: Parayı bastırıp kadını kullanırlar.

Yoksul erkeğin trajedisi daha çarpıcıdır: Yoksul ve abazan erkek, eline silah ve iktidar geçince, engellenmiş, hadım edilmiş erkekliğinin tepkisi olarak kadını kapatır, kilit altına alır.

Yaptığı ilk iş budur! Afganistan’da, Irak’ta, Mısır’da, Cezayir’de, Hamas’ın Gazze’sinde bu böyle olmuştur. Bu nedenle bizim türbanlılara ve türbancılara içim acıyor: Sizin ne işiniz var Arap travmasıyla? Sizin koskoca bir Cumhuriyetiniz var!
Yazının Devamını Oku

‘Emperyalizm Sosyalizm ve Türkiye’

21 Kasım 2010
ÖNÜMDEKİNİ ısırıp arkamdakini teptiğim, kendini beğenmiş, geçimsiz, huysuz bir “herif” olduğum söylenir ama kimi sayacağımı, kime hayranlık duyup bu hayranlığı dile getireceğimi çok iyi bilirim. Bugün, büyük bir saygı ve hayranlık duyduğum bir insandan, bir bilim adamından ve onun son yapıtından söz edeceğim: Korkut Boratav ve “Emperyalizm, Sosyalizm ve Türkiye” (Yordam Kitap) adlı kitabı.
Korkut Boratav, büyük bilgin Pertev Naili Boratav’ın oğlu. Ankara’dan mahalle komşum. 1935 yılında Konya’da doğdu. 1959 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1960 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne maliye asistanı olarak girdi. 1964’te aynı fakültede “iktisat doktorası”nı tamamladı. 1964-1966 yıllarında Cambridge Üniversitesi’nde araştırmalar yaptı. 1972’de doçent oldu. 1980’de Ankara Üniversitesi Senatosu tarafından profesörlüğe yükseltildi.
1983’te Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nca 1402 sayılı yasaya göre üniversitedeki görevine son verildi. 1984-1986 yıllarında Zimbabve Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Danıştay kararıyla yeniden Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne dönen Korkut Boratav, 2002’de emekli oldu. 1997-2003 yılları arasında Cenevre’de UNCTAD danışmanlığı yaptı. 1997 yılı Türkiye Bilimler Akademisi “Hizmet Ödülü” sahibi olan Boratav, 2004-2006 yılları arasında Türk Sosyal Bilimler Derneği Başkanlığı’nı yürüttü. Bağımsız Sosyal Bilimciler grubunun kurucularından ve aktif üyelerindendir.
SOSYALİZM DERMAN OLUR MU, OLMAZ MI?
Elbette Korkut Boratav’ın görkemli yapıtını değerlendirecek kıratta biri değilim. Ne haddime! Ancak bu yazıda tanıtmak istediğim son yapıtının adının bile Türkiye’de ve dünyada bilim dünyasına esaslı bir meydan okuma olduğunu söyleyebilirim: “Emperyalizm, Sosyalizm ve Türkiye”. Türkiye sözcüğünü çıkartıp yerine dünya sözcüğünü yazabiliriz.
Liberal düşüncenin, ekonominin ve türevlerinin bir tür tiranlık, despotluk, mutlakiyet kurduğu bir dünyada (Türkiye’de) bir bilim adamı çıkıp “Durun bakalım arkadaşlar, yaşadığımız şu sefil dünyada bu sefilliğin baş sorumlusu olarak emperyalizm diye bir şey var. Liberalizm dediğiniz şey bu emperyalizmin araçlarından biri. Peki bu emperyalizmin yarattığı eşitsizliğin, adaletsizliğin ve sömürünün ürettiği dertlere ve sorunlara sosyalizm derman olamaz mı?” diye bir soru soruyor.
Peki sosyalizmin ve onun ilham kaynağı Marksizmin pabucu dama atılmadı mı? Atılmadı, atılamaz! Çünkü, sosyalizm ve Marksizm yapısal olarak otomobile benzer. Bir motoru, bir direksiyonu, dört tekeri, kaportası, falanı ve filanı vardır. Modelin değişmesi yapısal ve işlevsel ilkeleri değiştirmez.
Sosyal bilimlerde hiçbir şeyin temel olarak modası geçmez. Bir zamanlar bit pazarına düşmüş olan Max Weber günümüz liberallerinin koçluğunu, guruluğunu yapmıyor mu?  Berlin Duvarı’nın yıkıldığına, Sovyetik Blok’un dağıldığına, blok üyelerinin kapitalizme transfer olmalarına bakmayın siz, emperyalizmin panzehiri sosyalizm ve Marksizm hâlâ delikanlı gibi ayakta, dipdiri. Şair, “Bugünle ve yarınla ancak bu yöntemle yüzleşebiliriz!” diyor.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar hakkında hükümler

20 Kasım 2010
İSLAMİ çevre ve kaynaklarda yer alan ya da yer almadığı halde varsayılan, rivayet edilen, kadınları aşağılayıcı hükümlerin bazılarını sıralayalım: 1. İki kadının tanıklığı, bir erkeğin tanıklığına bedeldir.
2. Kadınlar aklen ve dinen eksik yaratıklardır.
3. Uğursuzluk üç şeyde vardır: Kadında, evde ve atta.
4. Namazı kat’ eden (bozan, bitiren) şeyler, köpek, eşek, domuz ve kadındır.
5. Kadınlar arasında saliha (uygun, iyi) kadın, yüz tane karga arasında alaca bir karga gibidir.
6. Benden sonra erkekler için kadından zararlı bir fitne bırakmadım.
7. Bana cehennem halkı gösterildi: çoğunluğu kadınlardı.
8. Kadınlar, insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar.
9. Kadın eğe kemiği gibidir, onu doğrultmak istersen kırarsın.
10. Erkekler, kadınlar üzerinde hâkimdirler. O sebeple ki, Allah erkekleri kadınlara üstün kılmıştır.
11. Kadınlar, erkeklerin eline, hürriyetlerini terk etmişlerdir.
12. Eğer erkek tepeden tırnağa cerahat olsa, kadın da diliyle yalasa, yine de erkeğin hakkını ödeyemez.
13. Elin zinası, el temasıdır. Her kim yabancı kadının elini tutar ve onunla tokalaşırsa, kıyamet gününde, onun iki avucuna ateş konur. Birinizin başına demirden bir şişin vurulması, onun kendine helal olmayan bir kadınla tokalaşmasından daha hayırlıdır.
SAFSATAYA SAYGI DUYULMAZ
Kusura bakılmasın ama, günümüzde, çağının çağdaşı olmaya karşı inatla direnen bazı kadınların, yukarıda yer alan 13 maddeyi doğrulamak için birbirleriyle yarıştıkları görülüyor. Çağının çağdaşı, özgürlüklere saygılı olan bir kimsenin bireylerin dinsel inançlarına karışmamak zorunda olduğu söylenir ve bunun doğru olduğu da kabul edilir. Ancak bütün özgürlükler gibi dinsel inanç özgürlüklerinin de sınırları vardır. Bir kadının özgürlüklerini erkeklerin eline teslim etmesi gönümüzde, dinsel kaynaklı ve dayanaklı olsa bile, özgürlüklerin ve yasaların koruması altında olamaz.
Genel olarak dinlere saygılı olmamız gerekir. Zorunluluk olmasa bile gerekliliktir. Ancak bireylerin dinsel inançlarına saygılı olmak ile bizzat dinlere saygılı olmak aynı şey değildir. Birey din dışı rivayetlere ve yorumlara inanıyorsa, kutsal kitabın yerine şeyhin yorumlarını koyuyorsa ne olacak? Elbette bu türden safsatalara saygı duymak zorunda değiliz!
SAPKINLIĞIN ATEŞLİ SİLAHI
Tarikat şeyhleri, fıkıhçılar, Vahhabi-Selefi önderleri, Müslüman Kardeşler ve Milli Görüş mürşitleri (!) İslam’ı kendilerinin egemenlik sürdüğü bir (birer) özel dinsel alan haline getirdikleri için, bireysel inançlar da kamu ve kamu düzeni için tehlikeli silahlara dönüşmektedir. Türban artık günümüzde sapkın inanç ve yorumların ateşli silahı olmuştur.
Taliban’ın, Hizbullah’ın, El Kaide’nin ve bunların türevlerinin kaynak ve dayanakları da türbanı kutsal simge haline getiren çok özel yorumlardır. Bu bağlamda, türban militanlığı yapmanın Taliban ve El Kaide militanlığı yapmaktan herhangi bir farkı var mıdır?
Bu yargı bizzat dini yargılamak anlamına gelmez, ancak sapkın inançları mahkûm eder!
Yazının Devamını Oku

Kadın devlet memuru olabilir mi?

19 Kasım 2010
TÜRKİYE’de İslami inançları yüzünden (sayesinde, dolayısıyla, için, gereği, vb.) türban takan kadın devlet memuru olmak istiyor. Durun bakalım, kadını türbanlanmaya zorlayan(!) İslam onun devlet memuru olmasına izin veriyor mu? Türbanı hangi zorunluluktan(!) dolayı takıyorsa, o zorunluluğun dogmalarına (naslarına) ya da fıkıhçılarına (İslam hukukçularına) göre bir eksik etek (yani kadın) devlet memuru olabilir mi? Fıkıhçılara kalan işten hayır gelmez, yarısı şunu, yarısı bunu der. Kadınların devlet memuru olmaları konusunda (kesin olsun/olmasın) Kitab’da bir hüküm yok. Ama o hüküm türban için de yok!
FAİK BULUT’UN KİTABI
Bu konuda ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenlere Faik Bulut’un “Kadın ve Tesettür” (Cumhuriyet Kitapları) adlı kitabına (s. 131) ve başka kaynaklara bakmalarını salık vereceğim. Ben bu yazıda Faik Bulut’un kitabından yararlanacağım.
“Hükümet ve devlet işlerini kadınlara tevdi eden hiçbir millet felâh bulmaz!” diyen hadisi unutup işimize bakalım ve adını andığım kitabın 131. sayfasını okuyalım: Bütün dini-siyasi kısıtlamalara karşın Arap ülkelerinde milyonlarca kadının eğitim ve öğretim kurumlarından mezun olmaları, yeni bir tartışmayı da beraberinde getirdi: Kadınlar kamu alanındaki yüksek makamlarda görevlendirilebilir mi? (Demek ki ayak işlerinde kullanılmaları caiz! Ö.İ.)
El Şarq el Awsat gazetesinden Hude el Salih, bu soruya cevap bulabilmek amacıyla yaptığı soruşturmayı 22 Mart 2007 tarihli nüshada yayımladı:
“Dini düzlemde tartışılan şey, kadının millete vekâleten bir kamu hizmeti yapıp yapamayacağı konusunda düğümleniyor. Bunun anlamı, kadınların siyaset ve yargı gibi karar alma mekanizmalarında olup olamayacağıdır.
Fıkıhçılar (İslam hukukçuları), ortaçağdan beri bu meseleyi tartışıp dururlar ve genelde bu noktada görüş birliği bulunmaz. Günümüz İslamcı çevre ve akımları da ortak paydada buluşmazlar. Kadının kamu hizmeti görmesine karşı çıkanların sarıldıkları gerekçelerden biri de, tanıklık meselesidir. Muhalifler, Kuran ayetine dayanarak ‘iki kadının tanıklığının bir erkeğinki kadar ciddiye alındığını’ vurgular; dolayısıyla kadının doğru dürüst hüküm veremeyeceği sonucuna varırlar.” (s. 132)
GERİSİ FESAT VE NİFAK
Kadının mutlaka başını örtmesi gerektiğini(!) iddia eden fıkıhçılar, aynı kadının devlet hizmetinde çalışmasının uygun olmadığını da söylüyorlar. Bu iddialara dayanarak başını türbanlayan kadın, devlet memuru olmak konusunda fıkıhçıların sözünü dinleyecek mi? Bizimkiler dinlemek istemiyor. Peki o zaman dinden çıkmak tehlikesi yok mu?
Erkeklerden daha akıllı olan çağımız kadınlarının “Uğursuzluk, ancak üç şeyde: Atta, kadında, evde hasıl olur!” rivayetine inanıp onu kabul edecek mi? Namazı köpek, eşek, domuz ve kadın’ın bozduğu rivayet ve hadislerine ne diyecek?
İnancı ne olursa olsun çağdaş Türk kadınının referansı, dayanağı, koruyucusu, özgürleştiricisi, eşitleyicisi Anayasa ve yasalardır. Geriye kalan her şey birer fesat ve nifak kaynağıdır!
Yazının Devamını Oku