3 Ekim 2007
19 ve 21 Eylül tarihli yazılarımda, bazı gazete yazıcılarının, imam-hatip okullarının asli görevlerinin yeni Anayasa’da yer alması önerimi desteklemelerini istemiştim. Bu iki yazıda adlarını verdiğim yazıcılardan Mehmet Barlas (Posta, 22.09,07) "rejim ajanlığı" yaptığımı ileri sürdü. Cengiz Çandar (Referans, 22-23.09.07) da listeyi "İkinci Cumhuriyetçiler Milli Futbol Takımı"na çevirip kendisine ilk 11’de yer beğendi, "Roberto Carlos" oldu! Bu ciddiyetsizlik magazinci basının hoşuna gitti, mahalle takımları kuruldu.
Yazımın anlamını şimdiye kadar sadece Mehmet Ali Birand kavradı (Posta, 22.09.07) ve önerimi yerinde bulduğunu yazdı. Kendisine çok teşekkür ederim. Ancak, aynı yazıda, garip bir ulusalcılık merakımın ve AB’yi tanımamamın beni Avrupa düşmanlığına ittiğini yazdı.
LÜTFEN KANITLA
Cumhuriyet ve demokrasi bağlamında birçok merakım var ve bunlardan şikáyetçi değilim. "AB’yi tanımamak"tan neyi kastettiğini bilmediğim için bir açıklamada bulunamayacağım. Ama Avrupa Birliği yöneticileri arasında "enseye tokat" arkadaşım yok, memurlar arasında birkaç tanıdığım var. AB serüvenini Fransızca ve İngilizce kaynaklarından izliyorum. Üyesi olduğum uluslararası kuruşlar için sık sık Paris, Brüksel ve Lüksembourg’a giderim. Muammer Elveren ve Zeynel Lüle ile birlikte çalışırız. Adam olana bu kadarı yeter!
Mehmet Ali Birand’dan bir ricam var: Biraz zahmete girip, Avrupa düşmanlığı yaptığımı kanıtlayacak bir tek cümle göstersin.
MANDAYA HAYIR
Ancak çok doğru olan bir şey var: AB’nin, ABD’nin ya da IMF, Dünya Bankası gibi herhangi bir yabancı kuruluşun manda ya da vesayetini kabul etmem, etmiyorum. Ama bakıyorum TSK’nın rejimi korumakla ilgili yasal görev yetkisini vesayet olarak yorumlayanlar, yabancı kuruluş ve toplulukları mandacılığa ya da vasiliğe davet etmekten çekinmiyorlar. Ben TSK’nın vesayetine de, yabancı mandacılığına da karşıyım. Herkesten benim kadar açık olmasını beklemenin hakkım olduğunu sanıyorum.
SABIKALI 4’LÜ
19 Eylül 2007 tarihli Zaman gazetesinden bir haber: "Avrupa Parlamentosu’ndan yeni Anayasa’ya destek". Haber manşetinin üzerinde dört fotoğraf: Joost Lagendijk, Hannes Swoboda, türban savunucusu Cem Özdemir ve Olli Rehn. Dördü de Türkiye konusunda yaptıkları açıklamalar ve savundukları "koz"larla benim güvenimi yitirmiş, sabıkalı şahıslardır.
Bu dört insanın sözlerine derin bir kuşkuyla bakarım, güvenmem. Avrupa düşmanlığım bu güvensizlikten mi kaynaklanıyor acaba? Kanal D için M.A. Birand’la konuşan AB Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn, "Avrupa Birliği Türkiye’deki laikliğin garantörüdür" demiş. Olli Rehn’in bu cümlesindeki mandacı zihniyeti bir yana bırakalım, AB hangi yetki ve güç ile Türkiye’ye garantör ve güvence olacak?
Cumhuriyet rejiminin garantörleri, Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, YÖK ve TSK’dır! Atı alan Üstüdar’ı geçtikten sonra onların garantörlüğü de geçersiz olur. Olli Rehn’e gelince: Hemen bir demeç vererek, Türkiye’nin yeni İslami rejimiyle birlikte ve ortak çalışmanın iki taraf için de ne kadar verimli olacağını açıklar!
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2007
HÜRRİYET Gazetesi’nde yayımlanan yazılarımı eleştirenlere cevap vermem. Her gün en az iki-üç gazete yazıcısı doğrudan ya da dolaylı yolla düşüncelerime saldırdığı halde cevap vermem. Düşüncelerimi açıklarım ama kimseye karşı savunmam. Onlar kendilerini savunur. Cevap verecek olsam yazma özgürlüğümü yitiririm. Çünkü iki yazımdan biri cevap olur. Kişiliğime, düşüncelerime küfredenleri, birinci sayfa sürmanşetten hedef gösterenleri de mahkemeye vermem. Olacak olur!
Geçmişimde tek kirli ve karanlık sayfa, tek satır bulunmadığı için, hiç kimse şimdiye kadar kişiliğimi karalamaya cesaret edemedi. Bu kadarı yeter bana!
AB, GARANTÖRMÜŞ
Kuşkusuz cevap verdiğim yazarlar da vardır. Kendi iplerini çeken yazıcılardır bunlar. Kamu yararı varsa, yazıcıya cevap veririm. Şimdi Mehmet Ali Birand’a olacağı gibi. İki yazısında da öylesine top kaldırmış ki adımı anmasaydı da ben bu yazıyı yazardım.
Mehmet Ali Birand, Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin laik sisteminin güvencesi olduğunu söyledikten sonra ekliyor: "İnce’ler, sırf AB’ye girmemek için ellerinden geleni yapmak yerine, laikliğimizi korumak adına, yaklaşımlarını yeniden değerlendirseler, ülkeye önemli katkılarda bulunurlar. Bunun için de biraz mantık, biraz da AB’yi tanımak yeter." (Posta, 8 Eylül 2007)
20 Eylül tarihli Posta’da da aynı konuyu ele alıyor. "Bir AB Komisyonu yetkilisi"nin, yeni Anayasa üzerine konuşurken, "AB’nin Türkiye’nin laik-demokratik sisteminin en önemli garantörü olduğunu" açıkladığını özenle belirttikten sonra öldürücü darbeyi vuruyor: "Bu, Türk kamuoyunu AB aleyhtarlığına kışkırtan ulusalcı çevreler, özellikle Özdemir İnce’lerin görmemeye çalıştıkları yaklaşım."
Sorunu bu denli soyduğu için Birand’a içtenlikle teşekkür ederim. Şimdi sıra bende:
HANİ SAYGI, SEVGİ
1. Çoğullaştırdığı Özdemir İnce’yi tekile indirelim. Tekil Özdemir İnce, Hürriyet Gazetesi’nde yazmaya başladığından bu yana halkı Avrupa Birliği’ne karşı kışkırtan tek satır yazmamıştır. Çeyrek yüzyıllık düzyazı kitaplarında da böyle bir satır yoktur. Ancak tekil Özdemir İnce, kartezyen (Descartes’cı) mantığı ve yeterli AB bilgisi ile Avrupa Birliği yönetimini acımasızca eleştirmiştir. "AB’ye AKP gibi girilmez, adam gibi girilir!" demiştir. Birand’a göre bu eleştiriler antidemokratik ve AB karşıtı. Hayır, ne antidemokratik ne de AB karşıtı! Sadece AKP tarzının karşıtı! Düşünceyi ifade özgürlüğüne saygı ve sevgi nerede?
2. Avrupa Birliği hangi hak ve yetki ile bizim laik demokrasimizin garantörü oluyor? Garantör demek, vasi demek! Türkiye’nin laik-demokratik rejiminin garantörleri kuşkusuz var: Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, üniversiteler, YÖK, sivil toplum örgütleri, Cumhuriyetçiler, muhalefet ve kuşkusuz TSK!
MANDACI ZİHNİYET
Özdemir İnce, Türkiye’nin Anayasal kurumlarının güvencesine güvenmeyecek, bu güvenceyi, garantörlüğü Avrupa Birliği’nden mi bekleyecek? Türkiye’nin AB ile bilmediğimiz bir garantörlük anlaşması mı var? Hani vesayet rejimine, vasiliğe karşıydınız? AB’nin vesayetine, garantörlüğüne güvenmek, mandacı zihniyetin hortlamasıdır! Tekil Özdemir İnce, AB’ye değil, üyesi ol(a)madığı AB’nin mandasına karşı! (Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2007
AYDIN ve bilim çevrelerinde kullanılan, kurşun gibi ağır iki sözcük vardır: 1. Mistifikasyon (mystification): Yutturma, aldatma; yalan, yutturmaca, aldatmaca; 2. Mistifikatör (mystificateur): Yutturmacı, kandırmacı, aldatmacı.
Karizma denen ve kestane ile karıştırılan "şey" de bunların ürünüdür günümüzde. Tarihte "karizmatik" sayılabilecek insanın sayısı bir düzineyle sınırlıyken, siyaset ve magazinin küçük dünyasının karizma karikatürleriyle dolması işte bu nedenledir.
Ben, yutturmaca, yalan ve aldatmaca kırıcılarına (demistifikatör) ve yaptıkları işe (demistifikasyon) büyük saygı duyarım. Tek ve biricik kıskançlığımdır, özentimdir!
Edebiyat yazarlığında bu işi yaptım, gazete yazıcılığında da bu işi yapmaya çalışıyorum!
* * *
Son yalan kırıcılardan biri: Şevket Çizmeli.
Yalan kırma eylemi: Menderes, Demokrasi Yıldızı?
Şevket Çizmeli’nin yıllardır yayınlanmasını beklediğim kitabı, "Menderes, Demokrasi Yıldızı?" sonunda birkaç gün önce, Arkadaş Yayınevi tarafından yayınlandı.
Ve demokrasi mimarı Menderes efsanesinin, demokrasi fatihi Demokrat Parti yutturmacasının sırça vitrini parçalandı. Adnan Menderes hakkında idam edilmiş olmasından başka bir şey bilmeyen genç kuşaklar, Türkiye’nin yaşadığı, yaşamakta olduğu her türlü olumsuzluğun kaynağında olan kişiyi, dönemini ve partisini artık öğrenebilecekler.
* * *
"Devletin anayasal kurumlarıyla kavga etme"nin marazlı geleneği sağcı hükümetlere, AKP hükümetine ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a Adnan Menderes’ten ve Menderes Dönemi’nden miras kalmıştır.
Başbakan Erdoğan, üniversite rektörlerine "Kendi işlerine baksınlar" mı dedi. Üniversite hocalarını "Kara cüppeliler" olarak tanımlayan Adnan Menderes de mutlaka böyle bir şey demiştir. Öğrenmek istiyorsanız, Şevket Çizmeli’nin kitabının Üniversite Muhtariyeti bölümünü (S. 668-678) okumak yeterli.
Bakın hükümetin antidemokratik uygulamalarını eleştiren üniversite hocalarına nasıl çemkiriyor: "Amma baytar Büyük Millet Meclisi’ni murakabe eder mi, etmez... Etse, derler ki, çizmeden yukarı çıkma!"
Menderes’in "Baytar" dediği, Veteriner Fakültesi profesörleri. Ama o, bu profesörlerden kendisine biat edenleri milletvekili ve bakan yapmıştır.
* * *
Besleme basın, besleme yazar, yanaşma düşünür mirası da büyük ölçüde Adnan Menderes’ten miras kalmıştır. Örneğin, Cumhurbaşkanı Gül’ün mürşidi Necip Fazıl Kısakürek 1951-1959 yılları arasında Adnan Menderes örtülü ödeneğinden 147 bin lira avanta almıştır (S. 683). Bu para ile o yıllarda Ankara Kavaklıdere’de 4-5 apartman dairesi alınırdı. Sendikacı babama rüşvet olarak önerildiği için biliyorum, o yıllarda beş tonluk bir Austin kamyon 5 bin lira idi.
Örtülü ödenek listesinde Burhan Belge de yer almakta (S. 680-681). Borçları ve ev kirası ödenmiş. Menderes’in sevgilisinin kocası Ferit Alnar da epeyce beslenmiş bu fondan. 1950-1960 arasının yalan ve palavralarını kıracak, hallaç gibi atacak bir kaynak var elimizin altında artık. Bu nedenle, Şevket Çizmeli’ye teşekkür ediyorum.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2007
KUŞKUSUZ, neo-liberallerin iddialarının aksine liberal demokrasiden başka demokrasiler de vardı. Liberal demokrasi, demokrasinin ne ilk ne de son menzili (aşaması). Örneğin, "Sosyalist modelin çöküşünün ortadan kaldıramadığı bir şüpheye göre, bizim el üstünde tuttuğumuz demokrasi gerçek demokrasinin sadece bir gölgesidir." (Jacques Ranciere, "Siyasalın Kıyısında, S.49. Metis Yayınları)
* * *
"Bizim el üstünde tuttuğumuz demokrasi" kuşkusuz liberal demokrasiden başkası değil. Öyle de, liberal demokrasi, demokrasinin cemaatçi özü ile özel çıkarları düzenleyen görünmez elin hesapları arasında sıkışıp kalmıştır. İkisi arasındaki varsayılan birleşme aslında doğaya aykırıdır. Farazi birleşmenin dışında demokrasi ile bireycilik kendi zıt yönlerine, biri Mağrip’e, öteki Maşrık’a gider! Bu durumda ya demokrasi gereği bütün çıkarları kolektifleştireceğiz diyecekler ya da ağızlarındaki baklayı çıkartıp yekten demokrasi dediğimiz şeyin liberalizmden başka bir şey olmadığını söyleyecekler.
Yani ne sosyal demokrasi, ne de sosyalist demokrasi mümkün değil(!) El insaf!
* * *
Demokrasiyi, (1950’lerin ünlü hukuk hocalarından Prof. Dr. Bülent Nuri Esen’in deyişiyle) kakokrasi’ye indirgeyenlerin çapını aşan bir durumdur bu.
Liberalizm, demokrasiyi bir topluluğun bireysel çıkarlarına indirgemişse; liberalizm (kapitalizm) ile demokrasi aynı şey olmuşsa, artık her şey mümkündür. Demokrasiye de gerek yoktur, liberalizm her şeyi temsil eder. Ilımlı İslami de, ılımsız İslami de olabilir demokrasi, yeter ki düzen liberal ve kapitalist olsun! Ne var ki emperyalist olamayan kapitalizm bir fasafisodur.
Bu durumda, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, liberalizm de, kapitalizm de, demokrasi de fasafisodur. Adil olmayan seçim sistemi, antidemokratik partiler ve seçim yasası, çalışana verilmeyen grev hakkı, geçersizleşmiş kadın hakları; İslam’ın gündelik baskısı, eğitimin ve devlet kurumlarının dinselleştirilmesi, demokrasi kaftanı giydirilmiş kakokrasiye çok uygundur. Kemalizmin içeriğini iğdiş et, gerisi kolay(!) Dış borç artabilir, ödemeler dengesi bozulabilir, işçi ve köylü, bütün çalışanlar yoksullaşabilir! Oysa demokrasi bunun tersi için vardır; bunun tersi olduğu zaman demokrasi vardır!
* * *
Gelelim şu yeni demokrasinin temeli olacak olan, renksiz, kokusuz, ideolojisiz Yeni Anayasa’ya. Buna Liberal Anayasa diyorlar. Sözlüklere bakınca, liberal sözcüğünün altında liberalizm sözcüğünü görürüz. Liberalizm, yani serbest piyasa ekonomisinin ideolojisi. Fransızca sözlüklerde liberalizm sözcüğünün eşanlamlısı olarak kapitalizm ve bireycilik (individualisme) sözcükleri yer alır. Yeni Anayasa’yı hazırlayan hukukçu ekibine göre Kemalizm ideolojidir, ama liberalizm, kapitalizm ve bireycilik (individualisme) kesinlikle ideoloji (!) değildir. Böyle bir ekibe sıfır verilir; Hal ve Gidiş notu kırılır!
Kakokrasiyi demokrasi diye yutturmaya çalışan "gayri milli karma"ya bir soru: "İzm" takısıyla biten Kemalizm bir ideoloji imiş; peki aynı takıyla biten liberalizm, kapitalizm ve endividüalizm (bireycilik) nasıl oluyor da ideoloji olmuyor?
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2007
BAYAN Hayrünissa Gül’ün türbanı çevresinde yapılan tuhaf savunmalar, İslam’ın tek şartının türban olduğu izlenimi uyandırıyor artık. İslam inancını yaşamak = Türban takmak!.. Ne abartıyorum, ne de gülünçleştiriyorum durumu.
Türbanın konumu ve durumu İslami açıdan çok tartışmalı. Hatta ciddi bir dinsel dayanağı bile yok. Aslına bakarsanız, Türkiye İslam’ı, hukuk ve toplumsal kurallar bağlamında laik cumhuriyetin kurallarını kabul ediyor. Kabul etmişti. Bu İslam kızlar imam hatiplere girinceye kadar bir türban sorunu çıkartmamıştı. Türban, İslam’ın değil Müslüman Kardeşler türünden siyasal İslam’ın dayatması. Köktendinci İslamcılığın askeri üniforması.
* * *
Kibarlığın gereği yok! Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün refikaları Hayrünissa Gül Hanım, tam anlamıyla, köktendinci siyasal İslam’ın bir neferi gibi davrandı, davranıyor!
Sanki ben yazıncaya kadar hiç kimse bilmiyormuş gibi, şimdi bazı gazetelerde okuyorum, bazı televizyonlarda duyuyorum: Bayan Gül’den söz ederken, artık İslami açıdan haram olan faizden de söz ediyorlar. Yasalara göre meşru olan faiz İslam’a göre haram. Ama Bayan Gül’ün herhangi bir bankada mutlaka parası vardır. Faizin haram parasını yiyor ve türban takıyor! Bayan Gül’ün baba evindeki maddi durumunu bilmiyorum; erkek kardeşi var mı, falan? Diyelim ki bir erkek kardeşi var ve ana babasından iki ev miras kalacak. Ölüm hak, miras helal demişler. Bayan Gül’ün bu mirası Cumhuriyet hukukuna göre erkek kardeşiyle eşit olarak paylaşması lazım. Oysa İslam hukukuna göre erkek kardeşinin insafına kalmış.
Bayan Gül, "Bir laik rejimin anayasası ile, müminin anayasası aynı değildir!" diye yazan Vakit Gazetesi (23,09,07) kadar içten olabilse!
* * *
Burada Fikret Bila’dan yardım isteyeceğim: "Türkiye, İran da Malezya da olmaz" (Milliyet, 19 Eylül 2007) güvencesi, garantisi, iddiası. Bunu söyleyen Cumhurbaşkanı Gül!
Ama bu ülkede Cumhurbaşkanı Gül gibi düşünmeyenler var. "Türkiye bu kafayla giderse İran da olur, Malezya da olur!" diyenler var. Böyle bir kaygı karşısında Zaman, Yeni Şafak ve Vakit gazetelerinin Ali Bulaç’ları gibi, "Roberto Carlos Cengiz" (Çandar) takımı gibi, "Türkiye, İran da Malezya da olmaz!" diye demeç veremez. Onlar bu kaygı karşısında bir taraftır. Oysa Cumhurbaşkanı’nın bir taraf değil bitaraf (tarafsız) olması gerekir. Demeç verdi diyelim, AİHM’nin kararlarını unutarak, Avrupa Birliği ülkelerini örnek vermez. Avrupa Birliği hukukuna aykırı demeç ver(e)mez. Cumhurbaşkanı Gül, canı istediği zaman AB’yi tanık gösteriyor. Çoğunluğu Hıristiyan inançlı halkların yaşadığı ülkeleri örnek göstermek çok yanlış. Kendisine gösterilen örnek: İran ve Malezya. Örneğin, Mısır’ı, Suudi Arabistan’ı, Libya’yı, Pakistan’ı örnek göstermeli.
* * *
Cumhurbaşkanı Gül, Anayasa taslağı konusunu yorumlarken: "Türbana indirgemeyin!" demiş (Milliyet, 19.09.07). Bu da çok yanlış! Başbakan Recep Tayyip Erdoğan gibi konuşarak Anayasa taslağından, AKP hükümetinden yana "oy" açıklıyor.
Bu gidişle Abdullah Gül, yeni bir Celal Bayar’a dönüşebilir. Recep Tayyip Erdoğan’a gelince: Onun Adnan Menderes’e benzeme operasyonu zaten tamamlanmak üzere!
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2007
’MUHAFAZAKAR Türkiye’nin bütün katman ve kesimlerinde, İslamcı muhitlerinde unvanlar ve payeler bol kepçe dağıtılır. Bu kimselerin dokuza çıkan adı her ne olursa olsun bir daha inmez sekize. Böylece yazar, düşünür, bilim adamı olması gerekenler şeyhleşirler. Bu çarpıklığı Prof. Dr. Şerif Mardin örneğinde de görüyoruz. Şerif Mardin’in öğrencisi olmadım, tanışmadım, kendisine herhangi bir cemaat hayranlığım yok. Kitaplarını son birkaç yıl içinde okumaya çalıştığım için, ne sosyal bilimciliğine ne de bir aydınlığına. Neden böyle olduğunu anlatayım:
Ayşe Arman’ın Şerif Mardin ile yaptığı ve 16 Eylül tarihli Hürriyet’te yayınlanan söyleşide herkes gözünü sosyoloğun tek cümlesine çevirdi. Gazete yazıcıları da sadece, türban yasağının yüzde yüz antidemokratik olduğunu, kadınların geleceğini tehlikede gördüğünü ileri sürdüğü cümleyi ele aldılar. Mardin’in kadınların geleceğini tehlikede gördüğünden etkilenen gazete yazıcıları bunca yıldır akılları neredeydi? 1970’lerin ortalarından itibaren meydana gelen olumsuz gelişmeleri kör gözleri göremeyenler şimdi alkış mı bekliyorlar?
İLGİNÇ BİR TANIM!
Kadınlarla ilgili çok ciddi sorunların olduğunu söyleyen Şerif Mardin, "Belki de bütün bu korkular yersizdir" diye ekliyor. Bir toplumsal olgu ya tehlikelidir ya da değildir. Bu olguyu bir sosyolog tehlikeli bulabilir, bir başkası bulmaz. Bu da doğal. Ama tehlikeyi saptayan bir bilim adamının "Belki de bu korkular yersizdir" dediğine ilk kez tanık oluyoruz.
Oysa tehlikenin ne olduğunu kendisi açıklıyor:
"19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Anadolu’da çok teşkilatçı bir dini kurum yayılmıştı: Nakşibendilik. Nakşibendilik, yalnız dini inanç değil, aynı zamanda insanlara yön vermeye çalışan bir kuruluştu. Türkiye’de bilinmeyen bir şey, Nakşibendilerin 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılda teşkilatçı olmaya başladıkları. Mahalli teşkilatçı. Devletle rekabet halinde. Kemalistlerin göremedikleri şeylerden bir tanesi, Nakşibendilerin kurdukları teşkilatın ne kadar güçlü olduğu. Bunu anlayamadılar."
Prof. Dr. Şerif Mardin fena halde yanılıyor. Cumhuriyet, Nakşibendiğin nasıl bir bela olduğunu taa birinci Meclis’te görmüştü. Çıkartılan Devrim Yasaları bunun en önemli kanıtı.
Başta Şeyh Said isyanı olmak üzere Kürt isyanlarının Nakşibendiler tarafından çıkartıldığını bilmiyor mu Şerif Mardin? Devletle rekabet halinde olan Nakşibendiler, Nurculuk, Yeni Nurculuk (Fethullahçılık) ve öteki cemaatler neden teşkilatlandılar? Cumhuriyeti yıkmak için! Bunun böyle olduğunu çok iyi biliyor Said Nursi uzmanı ve hayranı Şerif Mardin ama bilimsel dürüstlüğü unutup söylemiyor gerçeği! Söyleyemiyor! Söylemeliydi!
NAKŞİ ANAYASA!
17 Eylül tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Anayasa Mahkemesi eski başkanlarından Mustafa Bumin’in de uyardığı gibi, sorun sadece türban değil, modern kadınlarımızın dekolte kıyafeti ya da boğaz sefaları değil. Her geçen gün büyüyen İslamcı faşizm. Bu faşizmi görenlere paranoyak muamelesi yapıldı. "Roberto Carlos Cengiz Çandar takımı" tarafından antidemokrat ve askerci ilan edildi. Kimileri uyanıyor ama artık çok geç. Nakşibendi darbesi çoktan başladı. Çok yakında nur topu gibi bir Nakşi anayasamız da olacak.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2007
’HER dönemin adamı gezginler kumpanyası’ndan Çengiz Çandar’la ilgileneceğim bugün. Cengiz Çandar, cumhuriyetçileri statükocu olmakla suçluyor. (Referans, 7 ve 14 Eylül 2007). Öyleyse evrensel statükoyu tanımlayalım: Küresel, liberal ve emperyalist kapitalizm.
Şimdi Türkiye’de statükoyu tanımlayalım: IMF ve Dünya Bankası’nın yönetiminde; ABD ve AB’nin gözetimi altında; küresel, liberal ve emperyalist kapitalizmin hizmetinde AKP iktidarının düzeni.
Cengiz Çandar, bu küresel kapitalist emperyalizmin hizmetinde dirsek çürütüyor, sonra kalkıp bu kapitalizm ve emperyalizmin hedef haline getirdiği cumhuriyeti savunanlara "statükocu" diyor.
EMPERYALİZME ÖVGÜ
Statüko (statu quo) sözlük anlamıyla kendi başına ne iyidir, ne de kötüdür. Nötr bir durumdur. Onun iyilik ve kötülüğü toplu durumda ortaya çıkar, yani görecedir ve konjonktüreldir.
Cengiz Çandar’ın yanında yer aldığı ve övgüsünü yaptığı evrensel statükonun ne olduğunu yukarıda yazdım, bir kez daha yazayım: Küresel, liberal ve emperyalist kapitalizm.
Cengiz Çandar, küresel, liberal ve emperyalist kapitalizmi eleştiren cumhuriyetçileri statükonun zaptiyeleri olarak tanımlıyor.
YA GREV HAKKI!
Cengiz Çandar, İslamcı AKP’nin Türkiye’de karşı olduğu ne kadar ilke ve özellik varsa onları statüko olarak tanımlıyor. Ona göre demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti statükoyu temsil ediyor. Ona göre Anayasa’nın 174. maddesinin koruması altında olan Devrim Yasaları da statükonun bir parçası.
Ama çalışanların aleyhine olan yasalara, memurlara grev hakkını vermeyen yasalara karşı değil. Milletvekillerinin dokunulmazlığına, partiler ve seçim yasalarına karşı değil. Bu bağlamda (değişiklik istiyorsa) istediği AKP’nin öngördüğü değişiklikler. İktidar partisinin sözcülüğünü yapıyor ve AKP zihniyetine karşı çıkanları statükocu olmakla suçluyor.
Şimdi birkaç statüko durumunu inceleyelim: Hitler, Mussolini, Salazar, General Franko, Humeyni ve benzerlerine karşı statükoyu savunmak iyi mi yoksa kötü mü?
ROBERTO CARLOS!
Cengiz Çandar’ın önemli özelliklerinden biri, dayanıksız ve dayanaksız iddialarını doğru ve gerçekmiş gibi ileri sürmesidir: "Hiçbir anayasanın ’değiştirilemez’ ve hatta ’değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ maddeleri olamaz" (Referans, 14.04.07) diye yazıyor. Bu mesnetsiz, Cengiz Çandar’vari iddia en azından Fransız ve ABD anayasaları karşısında geçersizdir.
Fransız anayasasının 89. maddesinde, yönetimin cumhuriyet olan biçimi ve ülkenin toprak bütünlüğü ile ilgili herhangi bir değişiklik ve değişiklik önerisinin yapılamayacağı yazar.
ABD anayasası ilk kabul edildiği günden bu yana çok bakımdan değiştirilmiş olmasına karşın, temel ilkeleri 1789’da olduğu gibi kalmıştır. ABD anayasasını yapan "Babalar", herhangi bir partinin metni değiştirmemesi için, yerine getirilmesi olanaksız koşullar koymuştur.
Cengiz Çandar’ın boş iddiasını bu iki örnek çürütmektedir. Birleşmiş Milletler’e üye devletlerden kim bilir kaçının anayasasında değiştirilmez maddeler vardır.
NOT: Cengiz Çandar, kendisinin 2. Cumhuriyet Milli Takımının Roberto Carlos’u olduğunu yazmış (Referans, 23.09.07). Doğrudur, onun mümtaz yeri bu "Gayrimilli Karma"dadır!
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2007
HADİ Uluengin, "Dil üstünde laiklik" başlıkla yazısında şöyle diyor: "İftiharla açıklayabilirim ki, çok bilmişlerin ’uydurma’ demeye kalkıştığı o ’laikçilik’ deyiminin Türkçedeki mucidi benim." // "Güler misin, ağlar mısın, çünkücüğüme bunların karşılığı Fransızca lügatte yokmuş. N’apim yahu, benim göbeğim Voltaire lisanıyla kesilmedi. Türkçe yazıyorum." (Hürriyet, 15.09.07)
Yazının Devamını Oku