14 Ekim 2007
14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan ilk demokratik seçimi kazanan Demokrat Parti iktidarının uygulamalarının "karşı devrim" olarak tanımlanmasına ateş püskürürler. Ve olayı saptırıp CHP’nin jakoben döneminin özlemini çeken jakoben-bürokrat-elit’in (!), halkın demokratik iradesinin Meclis’e yansımasını karşı devrim olarak aşağıladığını ileri sürerler.
14 Mayıs 1950 seçimleri, kuşkusuz, büyük bir halk hareketidir. Halk kendi kaderine sahip çıkmış ve CHP iktidarına son vermiştir. CHP’ye karşı oy veren halk, Cumhuriyet’e ve onun devrimlerine karşı oy vermemiştir. Ancak, CHP’nin içinden çıkmış ve o dönemden sorumlu kişilerin liderliğini yaptığı, seçimin galibi Demokrat Parti, halkın iradesini, planlı bir şekilde, Cumhuriyet devrimlerine karşı yönlendirme politikası uygulamıştır.
* * *
Adnan Menderes’in karşı devrim anlayışını kanıtlamak için gene Şevket Çizmeli’nin "Menderes, Demokrasi Yıldızı?" adlı kitabına başvuracağım ve yazarın, dokuz ciltlik "Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri ve Makaleleri" başlıklı belgesel derlemeden yaptığı alıntıları tanık olarak kullanacağım:
"Millete mal olmamış, millet vicdanına değirmen taşı ağırlığıyla çökmüş olan bazı tedbirleri ortadan kaldıracağız. Millet vicdanına baskı yapmakta olan birtakım tedbirleri, 15-20 sene sonra üzerinde bekçi gibi duracağız, onları mutlaka muhafaza edeceğiz demek doğru mudur?"
"Gene seçim beyannamemizde yazıldığı üzere millete mal olmuş inkılaplarımızı mahfuz tutacağız (koruyacağız)" (S.238)
Adnan Menderes, iktidara gelişinin ilk ayından itibaren bu kararlarını yürürlüğe sokmuştur. Kendisinin ve arkadaşlarının içinde yer aldığı kadronun yaptığı devrimleri ikiye ayırmak karşı devrim değil midir? Karşı devrimci değil de devrimci olsaydı, millete mal olmamış (!) devrimleri millete mal etmeye çalışmaz mıydı?
* * *
Demokrasi fatihi, demokrasi yıldızı Adnan Menderes’in millet ve halk için neler düşündüğünü öğrenelim: "Biz at koşturmuyoruz. Buraya mikrofon koyalım bütün millet dinlesin, karar versin diyor. Millet maddeten her meselede karar veremez. Böyle olsa idi meclise lüzum kalmazdı. Millet dört seneliğine karar verir?" (S.155)
Hani "Yeter söz milletin!" idi? Millet CHP’ye karşı "Yeter söz milletin!" desin, ama kendisine, DP’ye karşı dört yılda bir gün konuşsun! İşte demokrasi yıldızının zihniyeti!
* * *
Sol ve özgürlükler için neler düşündüğünü, neler yaptığını kendi ağzından dinleyelim: "İrtica ve ırkçılık gibi ayırımcı cereyanlar, solculuk maskesi altında yürütülmektedir" (S.239). "Biz bugünün şartları içinde aşırı sol cereyanları fikir ve vicdan hürriyeti mevzuunda mütalaa etmek gafletinde bulunmayacağız" (S.220). "Dünyanın her tarafında hürriyet rejimleri, hürriyetleri ifrata götürmek suretiyle yıkılır" (S.166).
Menderes’in demokrasi ve özgürlük ilkesi: Sağ ve irticaın önünü açacaksın, solun önünü tıkayıp ümüğünü sıkacaksın! AKP’ye göre üç demokrasi yıldızından biri Adnan Menderes idi. Öteki ikisi ise Turgut Özal ile Recep Tayyip Erdoğan.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2007
SON zamanlarda yapılan türban övgülerinden, türban cazgırlığı yapan yazıcıların yorumlarından, türban denen takının puta, Müslüman olduğu iddia edilen kimselerin de putpereste dönüştükleri sonucu çıkıyor. Bir "şey"in doğru ve geçerli örnek olması için, bütünsel ve kendi içinde tutarlı olması gerekir. "Şey"in içine istediğimizi doldurabiliriz. "Şey"e "ateist" diyelim. Türkiye gibi bir ülkede ateistçe yaşamak ve davranmak tehlikeli ve zor olduğu için, ateistin biraz sakınımlı davranması uygun olur. Ama sakınımı ileri götürüp camiye beş vakit namaza gitmesi, ramazanda oruç tutması da gerekmez. Bunları gerçekten gerçek Müslümanlar yapar. Mankenlerin orucuna da "mankenlerin gösteri orucu" denir.
YA FAİZ YERKEN
"Şey"in içini Müslüman’la dolduralım. Bir Müslüman nasıl bütünsel ve kendi içinde tutarlı olacak?
Müslümanlık biçim ve içerik olarak bir bütünsellik ifade eder. Müslümanlığın bilinen, uyulması ve yapılması zorunlu koşulları dışında haramlar, helaller, günahlar var. Örneğin, en bilinen sakıncalardan biri faiz! Faiz İslam’a göre haram, ama türbancıların tamamı faiz yemekte. Şimdi tek tek saymaya gerek yok ama İslamcı bir Müslüman’ın, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuran hükümlerine ters düşen laik Anayasası ve yasaları altında yaşaması mümkün değil. İslamcılara göre bütün Cumhuriyet devrimleri İslam’a aykırı.
İsmet Berkan’ın deyişiyle, "İnançları gereği türban takanlar"ın türbandan başka inançları yok mu, nasıl oluyor da laik Anayasa ve yasalarla uyum halinde yaşıyorlar. Türbansız hayat onlar için haram mı, türban İslam’ın tek koşulu mu? Yoksa onların İslam’ı türbana indirgendi de bizim haberimiz mi olmadı? Bu durumda türban put, kendileri de putperest olmazlar mı? Bu soruyu yanıtlamadan İsmet Berkan’ın "Türban takan kadınlar evde mi otursunlar?" sorusu, demagojiden başka bir şey olamaz.
FESAT DAYANIŞMASI
Türban savunucularından İsmet Berkan’ın yönettiği Radikal Gazetesi’nde (05.10.07) iki haber var:
Türkiye Yardım Sevenler Derneği Erzurum Şubesi Başkanı bir masaya oturmuş. Karşısında kara çarşaflı ve yüzü peçeli iki kadın. Bir de örtülü ve geleneksel giysili bir kadın var. Başkan, ramazan yardım paketi dağıtıyor ama paketi almak için Fatiha okumak zorunlu.
İkinci haber: Ardahan’ın Damal İlçesi’ndeki bir okulda verilen iftara katılan müftüler, yüz metre ilerde bir cami bulunmasına karşın, akşam namazını mescide çevirdikleri bir sınıfta kılmışlar.
Zorunlu Fatiha, mescide dönüştürülen laik okul sınıfı... Bunlar gayretkeşlik ve üşengeçliğe mi bağlanır, yoksa rejimle ilgili çok daha derin nedenleri mi var? Bunların türbanla ideolojik bir bağlantısı yok mu? Gören gözler için var. Var!
Ayrıca bir zorunluluktan da söz edeceğim: Türban sorunu (fesadı) imam hatip okulu sorunundan (fesadından) bağımsız değildir. Her kim ki türban dayanışması, savunması yapar, o kimse imam hatip okulları konusunda da görüş açıklamak zorundadır.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2007
ADNAN Menderes taa 1950’de bakın neler söylüyordu, Şevket Çizmeli’nin "Menderes, Demokrasi Yıldızı?" (Arkadaş Yayınları) kitabından aktaracağım: "Gene seçim beyannamemizde yazıldığı üzere millete mal olmuş inkılaplarımızı mahfuz tutacağız (koruyacağız)" ("Adnan Menderes’in Söylev ve Demeçleri" Cilt 2. S.26; 29 Mayıs 1950) Adnan Menderes’in sözünü ettiği "millete mal olmamış devrim", "millet vicdanına bir değirmen taşı ağırlığıyla çökmüş olan tedbir" laiklik devrimidir.
1950 öncesinin, CHP içindeki gizli İslamcı muhalefeti ve yeraltına inmiş tarikat örgütlenmelerini bir yana bırakalım, AKP’yi iktidara getiren Cumhuriyet karşıtı İslamcı hareket 29 Mayıs 1950 tarihinde resmen başlamıştır.
İLHAM, MENDERES’TEN
Adnan Menderes’ten ilham alan Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, 21 Eylül tarihli yazısının başında şöyle diyor:
"Türkiye’de adına laiklik hassasiyeti denen şey, bazen zıvanadan çıkıyor ve insanı resmen çıldırtacak boyutlar kazanıyor. Amerika’nın kurucu babalarından Thomas Jefferson, Amerikan anayasasının ruhunu İncil’in oluşturduğunu söyler. Peki, aynı şeyi, biz söyleyebilir miyiz? Mesela Türkiye’nin anayasasının ruhunu Kur’án oluşturur, İslám oluşturur, diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Böyle bir şey söyleyen adama Türkiye’de hayatı zindan ederler."
DOĞRUYU SÖYLEMİYOR
Murat Yıldırımoğlu adlı okurum, Yusuf Kaplan’ın doğruyu söylemediğini hatırlatıyor bana: "Thomas Jefferson, aydınlanma çağının seçkin bir üyesidir. Hayatı boyunca dinin devlet yapısı üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak için çalışmıştır. Onun da aralarında yer aldığı Kurucu Babalar tarafından hazırlanan Amerikan anayasasının hiçbir yerinde Tanrı, Hıristiyanlık, İsa ya da İncil’den söz edilmez. Hatta anayasanın 6. maddesinde devlet görevleri için yapılan sınavlarda dine ilişkin soruların yer alması yasaklanmıştır. Jefferson din ile devlet arasına bir duvar örülmesi gerektiğini söylemesiyle ünlüdür."
"Jefferson bir deistti, yani bir Tanrı’ya inanıyor ama herhangi bir dine inanmıyordu. İsa’nın kişiliğine saygı duyuyor ama onun Tanrı’nın oğlu olduğuna, mucizeler gösterdiğine inanmıyordu. Daha da ileri gidip içinde İsa’nın bir bakireden doğduğuna ilişkin bilginin, mucizelere ilişkin iddiaların, İsa’nın ölümünden sonra yeniden canlandığına ilişkin iddiaların olmadığı bir İncil bile yazmıştı."
ÖĞREN VE UNUTMA
Yusuf Kaplan’ın öğrenmesi ve hiç unutmaması gereken iki şey var:
1. ABD sekülarizmi, kilise ve halkın devlet otoritesini sınırlandırma çabasından doğmuştur. Laikliğin kaynağı ise devlet ve halkın kilisenin otoritesini yıkmak için yaptığı işbirliğinde bulunmaktadır. Türk laikliği gelince, dinin baskılarına karşı toplum ve bireyleri korur, korumak zorundadır.
2. İsa, İncil’de "Benim krallığım bu dünyadan değildir" (Juhanna, 18:36) der. İslam ise 2007 yılında bile yeryüzü krallığından vazgeçmemektedir. Thomas Jefferson, İncil’i sorgulamış. Bir İslamcı olarak Yusuf Kaplan Kuran’ı sorgulayabilir mi?
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2007
19 ve 21 Eylül’de iki yazı yazdım, ortalık birbirine girdi. Bu iki yazıda da bazı adlar vardı. Edebiyattan gelen bir alışkanlık. Bir kitabı eleştirecekseniz, kitabın, yazarının, yayınevinin adını vermeden onu eleştiremezsiniz. Basın dünyasında, yazıcılar birbirlerinin yazılarını, düşüncelerini yerin dibine geçirirler, ama ad vermezler. Çünkü yarın, hiç belli olmaz, birbirlerine işleri düşebilir. Edebiyatçı böyle bir şey yapmaz. Ben kimi eleştirdiysem adını vermişimdir, vermeyi sürdüreceğim. Çünkü benim geleceğe dönük hiçbir hesabım yok, gerçekleri söylemekten başka.
ÖNERİM, SINAVDI
Bir liste yaptım ve bir öneride bulundum. İmam hatip okulları konusunda düşüncelerimi desteklemelerini istedim. Demokratlığı, liberalliği kimseye bırakmayanların çağdaş eğitimi desteklemek zorunda olduğunu düşünürüm. Önerim onlar için bir sınavdı.
O liste içinde yer alan Mehmet Barlas, AKP’nin kendisini destekleyenlere sırtını döndüğünü, kabaca söylersek, kazık attığını yazmıştı. Ben de aynı listeyi tekrarlayarak, bu hususta arkadaşlarını uyarmasını önerdim. Çünkü, özel bir hesabı ve çıkarı olmadan aklı başında bir insanın AKP iktidarını desteklemeyeceğini düşünüyorum.
MİZAHLA FİŞLEME!
Yaptığım listede yer alan Cengiz Çandar, ciddi önerilerimi, eleştirilerimi savuşturmak için, bu listeden bir "İkinci Cumhuriyetçiler Milli Takımı" yaptı ve kendini "Roberto Carlos Cengiz" olarak ilan etti. Böylece benim ciddi önerilerim halı altına süpürülüp gırgır futbol takımları yapıldı. Sonunda Vatan Gazetesi yazarı Mustafa Mutlu, "Takım listeleri mizahla fişleme mi?" (28.09.07) diye sormak zorunda kaldı.
Ben yaptığım listede yer alanların bir tür klan olduğunu düşündüm ama bu klanın adını "İkinci Cumhuriyetçiler" olarak ilan etmedim. O işi aşağı yukarı on yıldır kendileri yapıyor. Dahası, Mehmet Altan’ın bir özel günü "İkinci Cumhuriyet Bayramı" olarak ilan ettiğini de hatırlıyorum. Galiba Avrupa Birliği’nin resmi görüşmeyi başlatmayı kabul ettiği gündü o.
22 Temmuz seçim sonuçlarını kendi zaferleri olarak ilan edenler de kendileriydi.
DOLDURMAZSAN BOŞALIR!
Hürriyet Gazetesi’nde yazmaya başladığım Ocak 2000’den bu yana bu klanın üyelerini tek tek adlarını anarak, birkaçını topluca ve gene adlarını anarak eleştirdim. Ancak kimlikleri ve kişilikleri üzerinde hiç durmadım. "Sen geçmişte şöyleydin, böyleydin; döneksin, liboşsun!" demedim. Bir iki kez "Yeni Mürteci" sıfatını kullandım, "Yeni Muhafazakarlar", "Yeni Liberaller" gibi. Bu yüzden aralarından biri beni mahkemeye vererek, ne denli demokrat ve düşünceyi ifade özgürlükçüsü olduğunu kanıtladı.
Aralarında saygımı kazanacak tek bir araştırma yapmış, yer aldığı bilimsel alana katkıda bulunan bir tek kitap yazmış kimse yok. Ama bazılarının adının önünde "Dr.", "Doç. Dr.", "Prof. Dr." unvanları var. Birkaçının kitabı var ama hiçbiri Meriç’in öte yakasında geçerli değil. Yapıtları da kendileri gibi "Bon pour l’orient". Kostaklanmalarına bakmayın, topu birden bir şairle bile baş edemedi.
Bu yazıyı, insan beyninin pankreas gibi, mide gibi, tükrük bezi gibi düşünce salgılamadığını anımsatmak için yazdım. İnsan beyni aküye benzer. Doldurulmazsa hemen boşalır!..
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2007
25 Eylül 2007. NTV. Can Dündar’ın programı. Programın baş konuğu, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök. Fransız yazar, İslam dünyası ve Ortadoğu uzmanı Olivier Roy programa Fransa’dan telefonla katılıyor. Anlaşılan, NTV kadrosunda bir Fransızca simültane çevirmen bulunmuyor ki Oliver Roy’a sorular İngilizce soruluyor. Programın konusu: Türkiye, Malezya olur mu?
Programa başka katılanlar da var, ama benim derdim onlarla değil.
YANLIŞ SEÇİM!
Can Dündar, "Türkiye, Malezya olur mu?" sorusu bağlamında Olivier Roy’a türlü çeşitli sorular sordu. Olivier Roy’un bütün sorulara yanıtı, "Hayır olmaz!" oldu.
Olivier Roy böyle yanıtlamakta haklıydı. Ortak ve benzer toplumsal olguların değişik toplum ve coğrafyalarda aynı sorunu vermeyeceği bilenen bir şey.
Ben genel bir yanlışa işaret etmek istiyorum: Bu türden programlarda televizyoncular nedense yabancı uzmanları konuşturmaya bayılıyorlar. Belki de fiyakalı bir şey olduğu için. Yabancı uzmanlara kuşkusuz başvurulur, ama böylesine özel sosyolojik konularda değil.
PARANOYAK OLURDU!
Can Dündar, eğer imam hatip okullarını ve AKP iktidarının bu okulları ortaöğretimde normal liselerin alternatifi haline getirmesini anlatsaydı; çağdaş din adamı yetiştirmek üzere kurulmuş bu özel amaçlı okulun mezunlarının türlü cambazlıklarla üniversitelere sokulduğunu; bu fesadın kurumsallaştırılmak istendiğini anlatsaydı... Geçmişte, bu okul mezunlarının imam-öğretmen, imam-politikacı, imam-mühendis, imam-yönetici, imam-vali, imam-büyükelçi yetiştirmek için kullanıldığını da anlatsaydı... Nasıl bir cevap alırdı acaba?
Can Dündar doğru soru sormadığı, soramadığı için Olivier Roy durmadan yanlış cevaplar verdi. Eğer Olivier Roy’a AKP hükümetinin İHL projesini anlatsaydı, yanıtı şöyle alırdı:
"On, on beş yıl sonra Türk toplumunun bir bölümü tarihin en amansız İslamcı faşist yığışımı olur. Tıpkı Irak ve Sudan’da olduğu gibi iç savaş çıkar ve Türkiye önce ikiye, sonra üçe bölünür!"
Tabii, bu cevap üzerine, Olivier Roy da cumhuriyetçi paranoyaklar (!) sınıfına girerdi!
1970’LERİN BIYIĞI
O akşam Ertuğrul Özkök’le iftihar ettim. Olağanüstü aydınlatıcı ve dört başı bayındır konuştu.
Can Dündar’ın sorusunu savuşturup söylemesi gereken ön önemli şeyi söyledi:
"Türkiye’nin en önemli iki sorunu vardır: İmam hatip okulları ve türban!"
Bunalımın tek kaynağı. Çünkü imam hatip okulları halledilmeden türban sorunu çözülmez:
1. İmam hatip mezunları sadece İlahiyat Fakülteleri’ne ve Eğitim Fakülteleri’nde açılacak Din Öğretmenliği Bölümü’ne girebilecek.
2. İmam hatip okullarına kız öğrenci alınmayacak. İlahiyat Fakültesi’nde ve Eğitim Fakülteleri Din Öğretmenliği Bölümü’nde okuyan kız öğrenciler başlarını örtemeyecekler. Çünkü dinsel zorunluluğu olmayan türban bir siyasal üniformadır.
Türban destekçisi, tuzu kuru sosyetik sarışınlar için söylüyorum: Türban, demokrasinin, din ve inanç özgürlüğünün koruması altında değildir. Çünkü, Çankaya’ya çıksa da türbanın 1970’lerin bıyıklarından ve parkalarından farkı yoktur.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2007
TÜRKLERİ ezmek isteyen ecnebiler, "Tarihinizle yüzleşmeden adam olamazsınız!" derler. Bizim eski solcu, yeni sağcı ve AKP destekçisi futbol takımı hep bir ağızdan tekrarlar: "Tarihimizle yüzleşmeden gerçek demokrasiyi kuramayız!" Bir rektör, bir dekan, bir mühür üniversitelerinin hocaları da Radikal 2, Zaman ve Yeni Şafak’ta bu koroya katılır:
"Tarihimizle yüzleşelim; işgalci orduyu Kıbrıs’tan geri çekelim; çok demokrasi verip PKK’yı teslim alalım; türbanı serbest bırakalım, imam hatipleri özgürleştirelim, YÖK’ün ümüğünü sıkalım!" Olur, neden olmasın?
"Tarihinizle yüzleşme cesareti gösterin!", "Tarihimizle yüzleşelim!" sloganları ortaya çıkmadan çok önce ben tarihle, dünya ile yüzleşiyordum. İnanmayan, "Yazmasam Olmazdı", "Mahşerin Üç Kitabı" adlı kitaplarımı okusun. Toplam 957 sayfa. Doğan Yayıncılık.
1950-2007 TABUSU
"Tarihimizle yüzleşmeden gerçek demokrasiyi kuramayız!" derler ama yüzleşme 1923-1950 ile sınırlıdır; askeri darbeler dışında 1950-2007 arası tabudur! Sanki 1950-2007 arasında yüzleşmemizi gerektirecek hiçbir şey yoktur.
Ne zaman 1950-1960 Demokrat Parti dönemini ele alacak olsam, bir saldırı dalgasıdır başlar. Demokrat Parti ve demokrasi düşmanı ilan edilirim.
Tarihimizle yüzleşmek babında Cumhuriyet’i ve Cumhuriyet ideolojisini, kuruluş felsefesini, devrimleri, Mustafa Kemal’i ve Atatürkü’ü eleştirebilirsiniz, yerin dibine batırabilirsiniz; o dönemi din düşmanı, Atatürk’ü diktatör ilan edebilirsiniz ama Demokrat Parti’ye ve Adnan Menderes’e dokunamazsınız. Tarih Baba’dan torpillidir, kutsaldır onlar!
Anlamayanların anlaması için işi kolaylaştıracağım. Demokrat Parti dönemini ve demokratik günahlarını görüp anlayabilmek için bu olguyu üçe ayıracağız: 1) Demokrat Parti öncesinde CHP’nin tek parti yönetimi; 2) Demokrat Parti’nin 1945-1960 yılları arasında yapıp ettikleri; 3) 27 Mayıs ihtilali ile Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi. Çünkü: CHP tek parti yönetiminin antidemokratik uygulamaları, Menderes ve arkadaşlarının idam edilmeleri, 1950-1960 arası Demokrat Parti’nin antidemokratik, karşı devrimci, ekonomik açıdan başarısız yönetimini mazur gösteremez.
Ne zaman Demokrat Parti’yi eleştirecek olsam, mazeret hazır: CHP yönetimi bir diktatörlüktü; bu yetmiyormuş gibi bir de Adnan Menderes’i astılar.
İPLİK PAZARA ÇIKACAK
Yapılan saldırılar umurumda bile değil. Demokrat Parti dönemi ile mutlaka yüzleşeceğiz. Şevket Çizmeli’nin "Menderes, Demokrasi Yıldızı?" (Arkadaş Yayınları) adlı kitabından yararlanarak bütün yalanları bozacağız. Birkaç pazar yazısında bu işle uğraşacağız. Adnan Menderes’in "...Gene seçim beyannamemizde yazıldığı üzere millete mal olmuş inkılaplarımızı mahfuz tutacağız (koruyacağız)" (29 Mayıs 1950); "Millete mal olmamış, millet vicdanına bir değirmen taşı ağırlığıyla çökmüş olan bazı tedbirleri ortadan kaldıracağız" (17 Haziran 1950) gibi önermelerinin ipliğini pazara çıkartacağız. Bunları yapmadan tarihimizle nasıl yüzleşeceğiz?
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2007
’MANTIK’ dizisi "Ergun Özbudun Mantığı" ile devam ediyor: AKP anayasasının baş yapımcısı Prof. Dr. Ergun Özbudun’un "Çağdaş Türk Politikası" (Doğan Kitap, 2003) adlı kitabının 134. sayfasından epeyce uzun bir alıntı yapacağım. "Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller" alt başlıklı kitabı Ergun Özbudun İngilizce yazmış, Türkçe’ye Ali Resul Usul çevirmiş. Kitabın İngilizce adı: "Contemporary Turkish Politics". İSLAMCILIK-KÜRTÇÜLÜK
"Temel haklar ve özgürlükler, yargının bağımsızlığı, askere verilen mahfuz alanlar, vesayetçi yetkiler şimdiki Anayasa’nın en fazla sıklıkla eleştirilen hükümlerini teşkil etmektedir. Türk ordusu, daha çok kurumsallaşmış demokrasilerde olduğundan çok daha fazla siyasal etkiye ve prestije sahiptir. Ancak, ilginç ve paradoksal şekilde, öyle görünmektedir ki, Türklerin çoğunluğu demokrasi ile bu tür askeri ayrıcalıkları uyuşmaz olarak görmemektedir. Ordu hálá, köktenci İslamcı tehdit karşısında, laik demokrasinin esas garantörü olarak algılamaktadır. Kamuoyu araştırmaları devamlı olarak Silahlı Kuvvetler’in en fazla güvenilen kamusal kuruluş olduğunu göstermektedir. Sivil-asker ilişkilerinin kurumsallaşmış Batı demokrasileri çizgisinde reorganizasyonu, öyle görünmektedir ki, ancak İslamcı tehdit sona erdiği zaman mümkündür." (S.134)
"6. bölümde açıklandığı gibi, Türkiye’de demokrasinin pekişmesinde en ciddi engeller İslamcılık ve Kürt milliyetçiliği tehditleridir. Bu iki grubun Türkiye’deki demokrasiyi karşı karşıya getirdiği problemler bu demokrasinin tarihinde karşılaştığı problemlerden çok daha ağırdır?" (S.135)
3 ÖNEMLİ SAPTAMA
Yukarıdaki satırlar benim yıllardır ileri sürdüğüm görüşlerle büyük ölçüde örtüşmektedir. Ergun Özbudun söz konusu kitabının yayınlanmasından dört yıl sonra arkadaşlarıyla birlikte Yeni Anayasa’yı hazırlamaktadır. Yeni Anayasa metnine yukarıdaki görüşlerin yansıması gerekir mi, gerekmez mi? Ergun Özbudun’un saptamalarına göre:
1. TSK’nın Türkiye politikasında etkisi vardır ama Türkiye oranında olmasa da demokratik ülkelerde de vardır bu etki.
2. Sivil-asker ilişkilerinin Batı demokrasileri düzeyine gelmesi için Türkiye’de İslamcı tehdidin sona ermesi gerekmektedir.
3. Demokratikleşmenin önünde iki engel vardır: İslamcılık ve PKK Kürtçülüğü.
AMA YANSIMIYOR...
Peki bu görüşler yeni Anayasa’ya yansıyor mu? Hayır yansımıyor: Yeni Anayasa taslağı toplumsal İslamlaşmaya ve federatif bölünmeye çanak tutuyor. Nasıl mı? Haftalardır yapılan tartışmalar neden yapılıyor sanıyorsunuz?
Radikal Gazetesi (27.09.07) hayırlı bir iş yapıp Prof. Dr. Özbudun ve arkadaşlarının TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) için hazırladığı anayasa taslağı ile gene Özbudun başkanlığındaki heyetin AKP için hazırladığı metin arasında ciddi farklar olduğunu kanıtladı.
Prof. Dr. Özbudun, Radikal Gazetesi’ne (29.09.07) bu konuda bir açıklama gönderdi ama nafile!
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2007
MEHMET Barlas, yazılarımda adı geçtikçe tedirgin oluyor. Oysa ben okurlarımın dileğini yerine getiriyorum. Bana, "Birileri, kimileri gibi belgisiz zamirlerle kimlikleri gizleme, kimden söz ediyorsan adlarını yaz!" diye uyarıda bulunuyorlar. Eleştirilen kişinin, şeyin adını vermek edebiyat/eleştiri geleneğinin de gereği zaten. Okurlarımın dediğini yapınca, adı yazılarımda geçen yazıcılar ya mahkemeye veriyorlar, ya da tedirgin oluyorlar. PATRONA İHBAR!
Örneğin Mehmet Barlas, 22 Eylül tarihli Posta’da şunları yazıyor:
"Örneğin gazete köşelerinde her gün diğer köşeleri izleyip çetele tutmayı, listeler yapıp bunları saplantılı tutumuna göre kategorize etmeyi meslek edinmiş rejim ajanlarına sık sık rastlanmaktadır."
24 Eylül tarihli Posta’da gene benden şikáyet ediyor ve beni Hürriyet’in patronlarına ihbar ediyor. Aslında müzevirlik yapıyor: "Örneğin ’Liberal Demokrasi’yi savunanlar, Türkiye’nin en büyük kitle gazetesinin köşesinde bile ’rejimin tehdidi’ biçiminde sunulup listeleniyor. O gazeteleri yönetenler de, köşeler verdiklerinin büyük kitle gazetelerini anti-demokrat yayın organlarına çevirmesini görmezlikten gelip ’mahalle baskısı’ kavramı üzerinde birbirini tutmayan çeşitlemeler yapıyorlar."
DİNDAR KESİMLER!
Mehmet Barlas mantığı’na bakın: Tutarsızlıklarını, dayanaksız iddialarını, dayanıksız düşüncelerini eleştirenler hemen anti-demokrat oluyorlar. Hele liberal demokratları eleştirirseniz rejim ajanı olursunuz. Mehmet Barlas şunu kabul edip içine sindirmeli: Liberal demokrasiden başka demokrasiler de var; liberal ekonomiden başka ekonomiler de var. Onlar da en azından "liberal" olanlar kadar meşru ve demokrat. Önemli olan insan haklarına ve düşünceyi ifade özgürlüğüne göstermelik değil fakat içten saygı ve sevgi!
24 Eylül tarihli Vatan Gazetesi, Mehmet Barlas’a soruyor: "Dindar kesimlerin, başkalarının özgürlüklerine müdahale etme potansiyeli var mı?"
Bu soru cümlesinin öznesi: "Dindar kesimler."
O halde, cevap cümlesinin de öznesinin "dindar kesimler" olması gerekmez mi? Cevap veren Mehmet Barlas olursa, gerekmez:
"Bakın bir otobüste mutlaka onu durdurup namaz kılmak isteyen bir-iki kişi olabilir. Ama bundan tehlikelisi, bir mahallede bir otobüsün durdurulup, içindekilerin dışarı çıkartılıp otobüsün yakılmasıdır. Türkiye’de bunu daha sık görmeye başladık. Yani şeriat tehlikesinden çok Güneydoğu’nun çözümsüz sorunlarından kaynaklanan ciddi bir tehlike var. Şeriat tehlikesine kapılıp öbür sorunları görmezseniz çok hata yapmış olursunuz."
DEMOKRAT VE GERÇEK
Yakmak ya da namaz kılmak için otobüslerin mutlaka durdurulması mı gerekmektedir? Durdurulmasalar olmaz mı? Mehmet Barlas’a "Otobüs durduran dindar kesimlerden daha tehlikeli kesimler var mı?" diye sorulmuyor. Ama o "Mehmet Barlas taktiği" ile soruyu soru ile yanıtlıyor.
Demokrat kişi, iktidarlara değil gerçeklere bağımlıdır.
Yazının Devamını Oku