26 Ekim 2007
KÖY’ün denizinde Ülker’le yüzüyorduk. Açıktan yaklaştığımız bir "beach"li motelin önündeki iki direkten birinde Türk bayrağı vardı, ötekinde Avrupa Birliği’nin 12 yıldızlı bayrağı. Koya gelen yabancı teknedekiler, bu bayrakları görerek, Türkiye’nin AB üyesi olduğunu düşünebilir miydi? Görenin zekásına, ferasetine kalmış bir şey artık!
Avrupa Birliği bayrağını Ülker’e göstererek, "Enser’in Düğünü!" diye bağırdım.
Ülker katıla katıla gülerken su yuttu.
* * *
Enser, Ülker’in teyzelerinden birinin kocasıydı. Ama bunun öncesi epeyce şenlikli.
Olay geçen yüzyılın başında Yunanistan’ın Gümülcine (Komotini) kentinde geçiyor.
Enser adlı bir kabadayı, Ülker’in teyzesine uzaktan áşık oluyor. Kızın babası o sırada politik nedenlerden dolayı Yunan hapishanesinde.
Kızı istemeye adamlar gönderiyor.
Kızı vermiyorlar. "Babası hapiste olan kız hiç evlenir mi?" diyorlar.
Ama Enser yılmıyor. Durmadan eşraftan birini gönderiyor.
Kızı vermiyorlar.
Sonunda, kendi kendine düğün yapmaya karar veriyor Enser. Davulcu-zurnacı, saz heyeti falan tutuyor. Evin tam karşısında düğün derneğini kurduruyor, masalar donattırıyor, konuklar çağırıyor. Davetliler durumu biliyorlar ama sıkıysa uymasınlar Enser’in davetine, dünyayı zindan eder.
Çalgıcılar evin önüne gelip düğün havaları çalıyorlar. Aile çalgıcıların üzerine sıcak su, soğuk su döküyor. Çalgıcılar gerisin geri kaçıyorlar. Ama köşe başında Enser elinde tabanca beklemekte. Bunun üzerine çalgıcılar tekrar kız evinin önüne...
Günlerce bu kovalamaca devam ediyor. Hapisteki babaya haber gidiyor.
Sonunda, nasıl oluyorsa oluyor, Enser muradına eriyor.
Ben Enser’i görmedim. Torunlarını gördüm. Hepsi zindan delendi, hepsi ekmeğini taştan çıkartıyor, tuttuğunu kopartıyordu. Hoş sohbettiler, iyi masa donatıyorlardı.
Enser, "çivi" demektir!
* * *
Sözünü ettiğim AB bayrağını motelin önünde görünce aklıma Enser’in düğünü geldi nedense. Acaba Enser’in düğünü yöntemini biliyor muydu Anadolu Türkümüz, Türklerimiz?
Bu özentiyi, bu aculluğu anlamakta güçlük çekiyorum.
Bana marka korsanlığı, marka taklitçiliği gibi geliyor. Gucci-Mucci çantaları gibi.
Türkiye’de ne pahasına olursa olsun, AB’ye girmek isteyenlerin hali geliyor gözümün önüne. Onursuz bir sefillik!
Bu yazıyı yazarken farkına vardım: Yanılmışım! Enser’in düğünü başka bir şey! Orda kabadayılık var belki, dayatmacılık var belki, ama onursuzluk yok!
"Beach"li motelin önündeki AB bayrağı ile Enser’in Düğünü’nün hiçbir ortak yanı, benzerliği yok. Rahmetli Enser’den ve torunlarından özür dilerim!
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2007
GENELLİKLE gündelik habere dayalı yazı yazmam. Benim tarzım değil. Ama birkaç gün önce okuduğum bir haber dolayısıyla bir yöntem değişikliği yapacağım. Ama herkes şurasından burasından bilse de önce şu hanedan ne anlama geliyor bir anlayalım: Hanedán: Kökten soylu ve büyük aile, ocak. (Fr: Dynastie)
Hánedán-ı Al-i Osmán, hánedán-ı Osmáni: Osmanlı hánedanı.
Artık hanedan olmak için soylu sınıftan olmak gerekmiyor. Zengin ve siyasal bakımdan güçlü ailelere de hanedan denilebiliyor: Kennedy Hanedanı, Bush Hanedanı, Karamanlis Hanedanı, Gandi-Nehru Hanedanı, Koç ve Sabancı Hanedanları...
Bir de orta-alt ve orta sınıftan gelmelerine karşın ciddi bir siyasal güç sahibi olarak sınıf atlayan ve hanedanlaşan örnekler var: Özal Hanedanı! Özal’a kadar hiçbir başbakan ve cumhurbaşkanı hanedanca davranmadı. Ama bu da pek hoş karşılanmadı. Zaten, Turgut Özal’ın ölümüyle hanedan da dağıldı.
Tarihimizde bunun gibi tek kişilik, tek kuşaklık hanedanların örnekleri çoktur.
HALK ADAMI!
Yanlış sözcükler, yanlış kavramlar kullanmakta kimilerinin üstüne yok. Bu kimileri Türkiye’nin yüzde 99’unu temsil ediyor. Örneğin gerçek bir halk adamı olan Ecevit halk adamı değil "elit", ama hanedanlık düşkünü olan Turgut Özal halk adamı idi.
Turgut Özal için "elit" sıfatını kullanmıyorum. Çünkü "elit" seçkin demektir. Ama başka anlamları da vardır: Seçkin topluluk, kalburüstü takım; seçkin, üstün nitelikli.
Elit’in, seçkin’in Türkiye’de sanıldığı gibi sadece olumsuz bir anlamı yoktur. Örneğin hırsızın, itin, uğursuzun, kalpazanın elbette seçkini, eliti olmaz. Ama seçkin (elit) doktor, seçkin (elit) avukat, seçkin sanayici iyiler arasında en iyisidir.
Özentilerden, öykünmelerden söz etmiyorum.
SEZER FARKI
Bir başka örnek: Onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ailesi zenginlik açısından elit ya da hanedan değildi. Ama bir hukukçu olarak seçkin bir hukukçuydu. Alçakgönüllü bir halk adamıydı. Cumhurbaşkanlığı süresince herhangi bir hanedanlık özentisi göstermedi. Cafcaftan, tantanadan sürekli kaçındı. Oğlunu evlendirdi, ama bu evliliğin cumhurbaşkanlığına denk düşmesinden tedirgin gibiydi. Bu nedenle oğlunu utana-sıkıla, kaçarcasına evlendirdi. Sağcılar ve İslamcılar bu insana Cumhuriyet geleneklerine sahip çıktığı için olumsuz anlamda, halktan kopuk anlamında "elit" dediler. Halktan kopuk olarak gördükleri bu insan görev süresi içinde Cumhurbaşkanlığı bütçesinden arttırdığı parayı hazineye iade etti.
ZEVKSİZ VE RÜKÜŞ
Yeni Cumhurbaşkanı Abdullah Gül kızını Osmanlı sultanlarına özenen bir debdebe ile evlendirdi. Damat ile gelinin özel beste müzik ile nikáh sahnesine girişi, şehzade ile hanım sultanın sarayın tören salonuna girişinden farksız idi. Ama zevksiz, rüküş bir törendi.
Hükümet, tadilat ve mobilya alımı için Çankaya Köşkü’nün bütçesini yüzde 63 arttırmış. Onarımla ilgili çalışmaları uzmanlar değil, giyimiyle ince estetik zevkini (!) kanıtlamış olan Bayan Gül yürütecekmiş.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2007
"SINIRÖTESİ harekát hemen başlamalı, PKK’nın bütün yuvaları yerle bir edilmeli; daha sonra bizim sınırın güneyinde bir güvenlik kuşağı oluşturulmalı" demiyorum. "PKK’nın amacı ne, bizi Irak batağına çekmek mi; yoksa AB ve ABD ile Türkiye’nin arasını açmak mı, dünya kamuoyu önünde itibarsızlaştırmak mı istiyor bizi? PKK, dünya kamuoyunda hürriyet savaşçısı kimliği mi kazanmak istiyor?" türünden uzmanca (!) sorular da sormak istemiyorum.
"Sınırötesi harekátı demokratikleşme karşıtları kışkırtıyor! Operasyonların hepsini PKK yapmıyor olabilir" türünden zırvalıklar ileri sürecek kadar aklımı ve vicdanımı pazara çıkartmış değilim.
PKK’nın 21 Ekim günü, saat 00.20’de yaptığı saldırıdan sonra her şey mümkündür. Bu "Her şey mümkündür"ün içine her şey girmektedir.
Her şey mümkün olmadığı gibi, hiçbir şey de mümkün olmayabilir. Çünkü Türkiye’yi bir "Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti" değil, bir "AKP Hükümeti" yönetiyor. Ve bu hükümetin, kimi zaman, parti çıkarlarını, ulusal çıkarların üstünde tuttuğu da çok iyi biliniyor.
Örnek mi istiyorsunuz? Türkiye’yi yeni bir kaosa sürüklemesi olası, hukuk ve akıl dışı Cumhurbaşkanlığı referandumu!
AKP CUMHURBAŞKANI
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü bu hükümetin, "Bu ne biçim hükümet?" dediğim hükümetin dışında görmüyorum. Şu anda AKP’nin cumhurbaşkanı. Bir gün Türkiye’nin cumhurbaşkanı olacak mı, olabilecek mi? Bunu bilecek durumda değiliz henüz. Eylemlerine bakacağız!
PKK 21 Ekim 2007 günü, saat 00.20’de, yani gece yarısını yirmi dakika geçe Cumhuriyet’in askerine karşı saldırıya geçiyor, ilk hesaba göre 12 askeri şehit ediyor. Bu olaydan Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, Genelkurmay’ın haberi ne zaman olmuş olabilir?
Genelkurmay karargáhı olayı "öğrenmesi gereken belli süre" içinde öğrenmiş ve İtalya’da bulunan Genelkurmay Başkanı’na da hemen haber verilmiş olmalı ki Orgeneral Yaşar Büyükanıt aynı gün içinde Ankara’ya geri döndü.
HABERİ Mİ YOKTU!
Olay kendisine haber verilmemiş olmalı ki, hiçbir şeyden habersiz Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kendi eseri olan bir referandumda oy kullanmak için memleketi Kayseri’ye gitti.
Birisi uyarmış olmalı ki saat 20.00’de Çankaya’da Terör Zirvesi toplantısı düzenledi.
Kayseri’de kendisini izleyen gazetecilere, daha önce söylediği gibi Sarıkamış felaketine değinmeden, içinde "haklıyız, geçmiş olsun, dayanışma içindeyiz" sözcükleri bulunan bir demeç verdi. Ardından Kayseri özel programını erteleyerek başkente döndü.
PKK’YIGÜÇLENDİRDİLER
PKK, bu hükümet döneminde yeniden örgütlendi, politik varlığını Avrupa’da yaygınlaştırdı, temsilcilerini TBMM’ye gönderdi. Ama ite-kaka bir tezkere çıkartan bu hükümet, "İnşallah bu yetkiyi kullanmak zorunda kalmayız" diyerek PKK’yı yüreklendirdi. Hazırlattığı anayasa taslağı ise federasyona ve ayrılmaya giden yolları açmaya aday görünüyor!
Bu durumda, "Bu ne biçim hükümet?" sorusunun yanıtı "Bu ne biçim hükümet!!!" olmalı.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2007
TOPLUMSAL olguları (fenomenleri) yorumlamadan önce, bunların tarihçelerinin verilmesi, olgunun tanımının yapılması, öyküsünün anlatılması gerektiği kanısındayım. Türban konusunda bir söyleşi mi yapacağız, söyleşeceğimiz kişiye türbanın tanımını, betimlemesini yapmamız, öyküsünü anlatmamız gerekir. Çünkü türban konusunda yorum yapanların büyük bir çoğunluğu onun tarihçesinden habersiz. Çoğu, türban fesadını 1965 yılında başlatan, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın halası "Sıkmabaş" Şule Yüksel Şenler olayından habersiz. İHL’ye kız öğrenciler alınmadan, mezunlarına üniversitelere girme hakkı verilmeden, Türkiye’nin bir türban sorunu olmadığını bilmiyorlar.
Bu tarihçe ve öykülemeden sonra nereye geliyoruz? Türban ile imam hatip okullarının birbirinden ayrılmadığı, türban takan kızların çoğunluğunun İHL mezunları olduğu, normal lise mezunu kızların ise özel yurtların baskısıyla örtündüğü gerçeğine geliyoruz.
Türban sorununu çözmek isteyen, ilkin imam hatip sorununu çözer. Ya bu okullar kuruluş amaçlarına göre yeniden düzenlenir ya da ortaöğretim imam hatipleştirilir. Birincisinde türban işi birkaç ay içinde sona erer; ikincisinde bütün toplum türbanlanır ve kara çarşafa girer. Türban sorununu çözmek isteyen, özel yurtların türban baskısına engel olur!
* * *
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve Boyner Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ümit Boyner Hanım bu öyküyü bilseydi türban sorununun kendi sandığı kadar basit olmadığını anlardı. Gördüğüm kadarıyla Bayan Boyner’in laiklik konusunda belirgin bir düşüncesi yok. O nedenle nerede durması gerektiğine karar veremiyor. "Cami ile kışla arasında bir Türkiye tükendi" (Sabah, 07.10.07) diyor. Cami ile kışlayı günümüz iktidarının ataları sokmadı mı politikaya? Bayan Boyner, kız öğrencilerin türban yüzünden eğitimsiz kalmalarını kınıyor. Güzel! "O zaman üniversiteye üniformalı mı gidelim?" diye soruyor. Biraz düşünseydi, türban takmanın demokrasiyle, insan haklarıyla, din ve vicdan özgürlüğüyle bir ilişkisi bulunmadığını anlayabilirdi. Ama söyleşiyi yapan Şelale Kadak, türbanın tarihçesini, ilişkilerini anlatsaydı. Anlatsaydı, ama belki o da bilmiyordu. Siyasal simge olarak türbanın orak-çekiçten, gamalı haçtan farkı yoktur.
* * *
7 Ekim 2007 tarihli Zaman Pazar’ın sorularını yanıtlayan Ayşe Kulin, "Başı kapalı kadının ben nereye girebiliyorsam o yere, her yere girme hakkı olduğunu düşünüyorum? Yasaklayarak bir yere varılmaz. Kadınlar örtülü veya örtüsüz mutlaka hayatın içinde yer almalılar" diyor.
Söyleşiyi yapan Emine Dolmacı, imam hatiplerin kapağını bilerek açmıyor tabii. Ben sorayım: İmam hatip okulları konusunda ne düşünüyor acaba Ayşe Kulin. Bir yerde bu konuda yazsa da öğrensek. Ayşe Kulin’in İHL konusundaki düşüncesini öğrenmeden, türban konusundaki sözlerini ne yazık ki ciddiye alamam. Bu öneriler Ümit Boyner için de geçerli.
* * *
Neşe Düzel (Radikal 08.10.07) de ilişkileri anımsatmadığı için, Anayasa Mahkemesi kararına göre laikliğin "Anayasal ayrıcalık"a sahip olduğunu bilmediği için, sorduğu sorularla Kemal Karpat’ı açmazlara sürüklüyor. Ama bu bir başka yazının konusu.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2007
1980’lerde, Sofya yolculuklarımın birinde anlatmışlardı: Kırcalı taraflarında, Rodop’un dağ köylerinde bir aile yeni Müslüman olmuş. "Biz anadan doğma Müslümanız, yeni değiliz!" diye itiraz edecekleri için bu öyküdeki Müslümanların etnik kökenlerini yazmayacağım. Kente indikçe ailenin büyüklerinden bir hanım sorguya çekermiş bunları.
- Üseyin besmele çeker misiniz her zaman?
- Çekeriz be yenge!
- Üseyin, oruç yemeyin ha?!
- Yemeyiz be yenge!
- Üseyin, beş vakit namaz kılar mısınız?
- Kılarız be yenge!
- Üseyin, namazda büyüklerimize, ölülerimize dua etmeyi unutmayın ha!
- Unutmayız be yenge!
- Üseyin, peygamberlere de mutlaka dua etmelisiniz!
- Ederiz de kimdir onlar be yenge?
HERKESE EŞİT DAVRANMAK
Bu öykünün, bu yazının ana fikriyle, düşünce ekseniyle bütünleşip bütünleşmeyeceğini bilemiyorum şimdiden. Ama bu bütünleşmenin oluşmasına çalışacağım:
Ne zaman belediyelerin ramazan çadırlarını görsem, çadırların önünde cep telefonlarıyla konuşanları görsem bu öykü gelir aklıma.
Bu yıl bir iftar yemeğinden ötekine koşan, devlet erkanına ve halk temsilcilerine iftar yemeği veren iktidar temsilcilerini görsem, bu öykü geliyor aklıma.
Belediyelerin ve kaymakamlıkların verdiği kuponlarla süpermarketlerden ramazan kumanyaları kapışanları gördükçe, bu öykü gelir aklıma.
O zaman, 365 günün tamamının Müslüman vatandaşlarımıza ait olmadığını, bu günlerin bir bölümünün Alevi, Nusayri, Hıristiyan (Ermeni, Rum, Süryani...), Musevi vatandaşlarımıza da ait olduğunu; bir yıl içinde adını verdiğim vatandaş topluluklarının da kutsal günlerinin bulunduğunu düşünürüm. O zaman kendi kendime cumhurbaşkanının, başbakanın, bakanların, belediye başkanlarının bu insanların da kutsal günlerini kutlamak zorunda olduğunu düşünürüm. Ama artık düşünmeyi bırakıp bu yıl günü gününe izleyeceğim!...
Laik Cumhuriyet’in yılmaz savunucusu hükümet(!) ve devlet kurumları bütün din ve inançlara eşit mesafede durmak, herkese eşit davranmak zorunda değil mi?
BİR YENGE LAZIM
Bu ramazan döneminde epeyce komiklikler, çiğlikler, şımarıklıklar oldu. Okulların, devlet dairelerinin ve benzeri yerlerin yemekhaneleri onarım bahanesiyle kapatıldı.
Başbakanlık binasının kapısındaki polisler oruç bozmak bahanesiyle nöbet yerlerini bıraktılar.
Bereket versin TSK’nın nöbetçileri yerlerinden ayrılmadılar ama yakında ayrılmaya başlayabilirler.
Kilis’teki Öncüpınar Kapısı’nda, Suriye’den Türkiye’ye geçmek isteyen gazeteci kafilesi, görevliler oruç bozmaya gittiği için beklemek zorunda kalmış. Kendilerine neden iftar saatinde geldiniz denmiş. Demek ki "Üseyin, ramazan ve oruç bahanesiyle görevinizi ihmal etmeyin ha!" diye azarlayan bir yenge lazım bu operet (gösteriş) Müslümanlarına!
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2007
LAİKLİĞİN ilkokul tanımı olan "din ve devlet işlerinin ayrılması"ndan hareketle düşünsel tornacılık yapılıyor. Tornacılar bunun ardından "Türkiye’de asıl, din devlet baskısı altında" diye feryat ediyorlar. Din ve devlet işleri ayrıldığına göre ikisi de birbirlerinin işine karışmamalıymış. Oysa laik devlet, dini denetlemezse laiklik ol(a)maz. Özellikle Müslüman ülkelerde. Tek hukuk ve öğrenim birliği olmaz.
Din ve vicdan özgürlüğü insanın temel haklarındandır, insan hakları bildirgelerinde yer alır, ama laiklik başka bir şeydir. Bunların güvencesidir. Ne var ki Türk sağı laikliğe su katmak için bu formülü kullanır. Adnan Menderes’ten bu yana.
İşin özüne gitmek için, "Sezar’ın Hakkı Sezar’a" özlü sözünün kaynağı olan İncil’e başvuracağım. Öykü Matta, Markos ve Luka İncillerinde var. İncil’in kötü adamları Ferisiler, İsa’yı tuzağa düşürmek için bir düzen kurarlar ve Kral Hirodes’in adamlarıyla birlikte kendi adamlarını İsa’ya gönderirler. Gerisini Markos İncili’nden aktarıyorum:
SEZAR’IN HAKKI SEZAR’A
"İsa’ya gelip, ’Öğretmenimiz’ dediler, ’Senin dürüst biri olduğunu, Tanrı yolunu dürüstçe öğrettiğini, kimseyi kayırmadığını biliyoruz. Çünkü insanlar arasında ayrım yapmazsın. Peki, söyle bize, sence Sezar’a vergi vermek Kutsal Yasa’ya uygun mu, değil mi?’ İsa onların kötü niyetini bildiğinden, ’Ey ikiyüzlüler!’ dedi. ’Beni neden deniyorsunuz? Vergi öderken kullandığınız parayı gösterin bana!’ O’na bir dinar getirdiler. İsa, ’Bu resim, bu yazı kimin?’ diye sordu. ’Sezar’ın’ dediler. O zaman İsa, ’Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin’ dedi." (Matta, 22: 15-22)
Ama kilise İsa’nın bu sözünü dinlemedi, devleti ve halkı uzun süre baskı altında tuttu.
ABD adresli insanların Anglosakson sekülarizmi ile Avrupa-Fransız-Türk laikliği arasındaki farkı anlamaması doğal karşılanabilir ama Kemalizm’i "Devletin dini denetlemesi, din ve vicdan özgürlüğünü kısıtlaması" olarak tanımlayan Şahin Alpay’a (Tempo,04.10.07) ne demeli?
SEKÜLARİZM VE LAİKLİK
Anglosakson sekülarizmi, Luther’in Protestan reformuna dayanır. Katolik kilisesinin ve Katolik devletin baskısından yılan Protestanlar, ABD’ye göçtüler (ABD’ye ilk gidenler Protestanlardır), bu yeni topraklarda kendi kiliselerini kurdular ve kilise çevresinde örgütlendiler. Anglosakson sekülarizmi, Protestan kilisesi ile halkın devlete karşı yaptığı işbirliğinden doğdu. Amaç, devlet iktidarını ve otoritesini sınırlamaktı. Böyle bir düzende, ABD örneğinde olduğu gibi devlet dine karşı savunma halindedir.
1789 Büyük Fransız Devrimi’ni halk devlete, devleti temsil eden soylu sınıfa, kiliseye ve kiliseyi temsil eden ruhban sınıfına karşı yaptı. 1789 devriminin ürünü olan laiklik, halkın ve halkın kurduğu devrimci devletin kiliseye karşı yaptığı işbirliğinden doğdu. Bu laikliğin amacı, kilisenin (dinin) iktidar ve otoritesini sınırlamaktır.
Sekülarizm ile laiklik arasındaki fark, karmaşık bir fizik problemi değil. Çok basit! Yeter ki anlamaya niyet olsun. Hıristiyanlık yeryüzü iktidarından vazgeçtiği için sorun yok. Ama devlet, devlete egemen olmak iddiasından vazgeçmemiş olan İslamcıların "İslam dini"ni elbette denetim altında tutacak. Ancak, Cumhuriyet hükümetlerinin 1950’den bu yana bu denetim işini özellikle yerine getirmediklerine tanık oluyoruz.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2007
’MANTIK’ dizisi devam ediyor: Gazete yazılarını izlemediğim Mehmet Altan’ın 4 Ekim 2007 tarihli Tempo dergisinde bir demeci yayımlandı. Birlikte okuyalım (alıntıdaki sayıları, yorumlarken kolaylık olsun diye ben koydum): "1) İkinci Cumhuriyetçiyim, çünkü tek parti rejiminin ve zihniyetinin geride kalmasını, cumhuriyeti evrensel bir demokrasinin taçlandırmasını istiyorum. 2) Yönetenin değil, yönetilenlerin önemli olduğu bir Türkiye istiyorum. 3) 2. Cumhuriyet, ’demokratik cumhuriyet’ demek. Birincisi, yani Kemalist bir cumhuriyet, bizi geldiğimiz noktadan öteye taşıyamıyor. Ağır ve derin toplumsal sorunlarımızı ancak, Kemalist Cumhuriyet’ten geçerek çözebiliriz. 4) Türkiye’deki köhnemiş anlayışın ve yapının yenilenmesinde, vatandaşların zenginleşip özgürleşmesinde AB’nin rolü çok önemli. 5) AKP, dünyalaşma sürecine samimi bir şekilde katıldığı sürece; desteklememek için bir neden göremiyorum. Yeter ki yönetilenlerin yaşam standartları, AB düzeyine erişsin. Ak Parti’ye desteğimin sürmesi, onun Avrupa Birliği ve dünyalaşma konusundaki tavrına bağlı. Örneğin AK Parti’nin ekim ayı içinde 9. uyum yasalarını ve 301. maddenin gereğini yapıp yapmayacağı hayati bir önem kaşıyor. Bunun yapılmaması, savsaklanması çok belirleyici olacaktır."
KARŞI YORUMLAR
1) Mehmet Altan Türkiye’de tek parti yönetiminin 14 Mayıs 1950’de sona erdiğini kavrayamamış galiba. O tarihten itibaren, Demokrat Parti’den başlayıp AKP’ye uzanan illiberal ve karakuşi yönetim zihniyeti egemendir.
2) Yönetilenin önemli olduğu Türkiye’yi hepimiz istiyoruz.
3) Kemalist Cumhuriyet 14 Mayıs 1950’de sona erdi. Bunu şimdiye kadar anlamadıysa, "Menderes’in Konuşmaları, Demeçleri ve Makaleleri" derlemesini ve Şevket Çizmeli’nin "Menderes, Demokrasi Yıldızı" adlı kitabını okumalı.
"Bayar, büyük ölçüde Menderes’in kaleme aldığı ve ’arkadaşlarımla uzlaşma gereği duymadan anlaşabileceğimiz tüzük esasları’ dediği ilkeler"in birincisini birlikte okuyalım: "Atatürk inkılapları oturmuştur, ölümü ile inkılap çağı kapanmış, sosyal tekamül çağı başlamıştır." (Şevket Çizmeli, S. 124-125 ve gerisi) Bunu Bayar ve Menderes söylüyor!
4) Avrupa Birliği’ne üye devletlerin vatandaşlarının tamamı zenginleşmiş ve özgürleşmiş midir; bu zenginleşme ve özgürleşmede ciddi bir adalet ve eşitlik ilkesi var mıdır? Hayır!
5) Bir iktidar, programı ve uygulamalarıyla bir bütün oluşturur. Bunları herhangi bir yaşam standardına indirgeyemeyiz. Çünkü yaşam standardının demokrasiyle ilişkisi bulunmadığını kanıtlayan onlarca, yüzlerce demokrasi dışı örnek var.
DESTEKLENEN MARİFETLER
AKP’yi desteklemeyi 9. uyum yasalarına ve 301. maddeye indirgemek mümkün değildir. O zaman geriye neler kalıyor birazını sayalım: Sosyal devlet ilkesinin göz ardı edilmesi, eğitim-öğretim ve toplumun İslamcılaştırılması; toplumsal adaletsizlik ve eşitsizlik; İslamlaşmayı ve bölünmeyi hedefleyen yeni anayasa taslağı; antidemokratik partiler ve seçim yasaları; antidemokratik emek ve çalışma ortamı; AKP’nin lider sultasına dayalı oligarşik yönetimi; devlet kadrolarının AKP’lileştirilmesi; antilaik politikalar; tarikat egemenliği...
İşte size İkinci Cumhuriyetçilerin desteklediği AKP’nin marifetleri!...
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2007
’MANTIK’ dizisi devam ediyor: İkinci Cumhuriyetçi Etyen Mahçupyan’ın tuhaf bir huyu var. Eleştirdiği kim ve ne olursa olsun, eleştirisinin öznesine hep "Türkiye" sözcüğünü koyar. Geçenlerde, arkadaşlarıyla bir araya gelmiş, bir televizyonda Cumhurbaşkanlığı referandumunu konuşuyorlardı. Arkadaşları 11 ve 12. Cumhurbaşkanlığı açmazını iktidarın siyaset bilmezliğine bağlamak istiyorlardı. Ama o, bu siyaset bilmezliği genişletti ve Türkiye’de siyasetin bilinmediğini, yanlış yapıldığını söyledi. Doğal olarak, konu sadece "siyaset" olsaydı, çok özel bir konu tartışılıyor olmasaydı, Mahçupyan’ın düşüncesine ben de katılırdım. Ama konu belli. Cumhurbaşkanlığı referandumu bunalımının AKP’nin baldan tatlı öfkesinden kaynaklandığını herkes biliyor artık. Bu zihinsel sapıncın, bu dilsel saptırmanın nedeni sadece AKP aşkı ise, iş karasevdayı da aşmış, tehlikeli boyutlara ulaşmış demektir.
ÖDP’DE DE Mİ YOK!
"Türkiye’nin demokratikleşmeye ihtiyacı var, bunu taşımaya hevesli tek parti AKP. Eğer başka parti olsaydı onu da desteklerdik" (Tempo, 04.10.07) diyen Etyen Mahçupyan’ın 28 Eylül tarihli Zaman Gazetesi’nde yayınlanan bir yazısına değineceğim ama daha önce bir soru geliyor aklıma: CHP’ye karşı önyargıları var, ama Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) de mi demokratikleşmeye hevesi yok? Bir Liberal Parti de var, bir Demokratik Toplum Partisi (DTP) bile var, değil mi? Doğrusunu isterseniz, AKP’deki ateşli demokratikleşme hevesini Etyen Mahçupyan ve arkadaşlarından başka gören yok. AKP’liler bile o denli emin ve hevesli değil. Bence AKP’yi desteklemelerinin gerisinde bir ilahi ilham olmalı! Ama bu ilahi ilhamın ne olduğunu kurcalamak benim yazı tarzıma uygun değil!
YA 1950 SONRASI?
Yazılarını yanılsamalar yaratmak için kaleme alan Etyen Mahçupyan, 28 Eylül 2007 tarihli Zaman Gazetesi’nde şunları yazıyor: "Sivil anayasaya gösterilen bu aşırı tepkilerin özünde demokrasi korkusu var. Cumhuriyet idaresini, toplumun nasıl yönetileceği değil, ’kim’ tarafından yönetileceği sorusu etrafında kurmuş olan rejim sahipleri, şimdi söz konusu öznenin kendileri dışından gelmesine razı değiller."
Ham bir demokrasiyi tartışılmaz tabu haline getiren yazar, çağdaş demokrasilerde iktidarın hukuk ve yargı tarafından denetlendiğini unutmuşa benziyor. Ve ayrıca 14 Mayıs 1950’den bu yana bu ülkenin, DP, AP, ANAP, DYP, RP, FP mensubu, Cumhuriyet’in güya makbul saymadığı (!) dindar ve muhafazakár vatandaşlar tarafından yönetildiğini de unutuyor.
Şu "elit" demagojisine de bir son vermek gerekiyor artık. Temsili demokrasi varsa "elit" de vardır! 1923-1950 arasında ülkeyi elitler yönetti diyelim, 1950’den bu yana ülkeyi Demokrat Parti’nin, Adalet Partisi’nin, ANAP’ın, Doğruyol Partisi’nin milletvekili elitleri yönetmedi mi, şu anda AKP’nin "makbul" milletvekili ve bürokrat elitleri yönetmiyor mu ülkeyi?
DİKTATORYAYA ALKIŞ
Ayrıca: Yazara göre, AİHM, türbanla ilgili olarak, "sizdeki laiklik buysa ben karışmam" diyesiymiş? Peki, demokrasimizi beğenmediği zaman, "sizdeki demokrasi buysa ben karışmam" mı diyor? Demokrasiye karışan laikliğe de karışır!
AKP’nin yönetim diktatoryasına alkış tutan Etyen Mahçupyan, bu uğurda giderek "Mahçupolmazyan"a dönüşüyor. Yazar, kafayı Türk bürokrasisine takmış ama ABD ve AB devletlerinin bürokrasilerinin yönetsel gücünün yanında Türkiye bürokrasisinin esamisi bile okunmaz. Bilmiyor mu? Oralarda Anayasa mahkemeleri yok mu?
Yazının Devamını Oku