12 Eylül 2007
8 Eylül tarihli Hürriyet’te Kubilay Keskin imzalı bir haber: Sortie adlı eğlence merkezi ramazan boyunca iftar mönüsü sunacakmış. Kulübün işletmecisi Erol Kaynar, "İftardan sonra içki satışı olacak mı?" sorusunu veciz bir şekilde yanıtlamış: "İçki konusuna hiç girmeyelim!" Osmanlı snobizmi yapayım derken boynunu ipe uzatan işletmeci, yakın gelecekte işletmenin kapısına kilit vurulduğu zaman Hanya’yı Konya’yı iyi anlayacak.
* * *
Gene 8 Eylül tarihli Hürriyet. Muammer Elveren’in müthiş haber ve fotoğrafı: Kültür Bakanlığı’na bağlı "Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu" Paris’teki UNESCO salonunda Mevlevi sema gösterisi yaparken Konya Turizm ve Kültür Müdürü Abdüssettar Yarar "yemeni" muamelesi yaptığı ayakkabılarını çıkartıp koltuğa bağdaş kurmuş.
Görenleri rahatsız edip midesini bulandıran bu durumdan gösteriyi izleyen Kültür Bakanı Mehmet Aydın ile UNESCO Büyükelçimiz Ali Tuygan rahatsız olmamışlar. Türk-İslam sentezinin mümtaz temsilcisi Kültür Müdürü, imam hatip mezunu imiş...
* * *
Gene 8 Eylül tarihli Hürriyet. İtalya’nın Torino kentinde yaptığı basın toplantısında Orhan Pamuk, çok sevdiği ülkesini yobaz Avrupalılar karşısında savunurken, "Avrupa medyası Müslümanların kötü, laiklerin iyi olduğunu ortaya çıkartmaya çalışıyor. Ama gerçekte bu doğru olmayabilir. Türkiye’de aşırı sağcılar laiktir. Müslümanlar da tıpkı Avrupa’daki gibi liberal demokrasiden esinleniyorlar" demiş.
Orhan Pamuk’un yazarlığı beni zerre kadar ilgilendirmez. Ancak bu türden zırvalıkları, düşünce diye öne sürdüğü zaman elbette can sıkıyor. Türkiye’de aşırı sağcılar laik imiş. Bu iddia "Laikler Türkiye’de aşırı sağcıdır" tarzında da okunabilir. Okunuyor zaten!
Bu iftiranın inatçı bir cehaletin ya da kötü niyetin ürünü olduğunu Avrupalı ne bilsin?! Bu Orhan Pamuk’a, bu AKP hükümeti yakında "Kültür Büyükelçisi" unvanı verirse şaşırmam.
* * *
Mehmet Ali Birand, "Asıl suçlu bizler değil miyiz?" başlıklı yazısında, "Demek ki bizler bu topluma, 80 yıl boyunca, Atatürk ilkelerini benimsetemedik ki, AK Parti gelip 3-5 yılda altüst ediverdi" diyor (Posta, 07.09.07). Bu konuda Birand ve "ülküdaşları"nın suçlu oldukları kesin. Ama ben suçlu falan değilim. Çünkü ömrüm boyunca Cumhuriyet ve Cumhuriyet’in değerlerine karşı olmadım. Cumhuriyet’i savunanlara "laikçi" demedim.
Cengiz Çandar, Referans Gazetesi’ndeki 07.09.07 tarihli yazısında "fosil" olarak tanımladığı kimi yazarları "statüko zaptiyesi" olmakla suçluyor. Herhangi bir ad vermiyor ama Cumhuriyet ilkeleri söz konusu ise kuşkusuz statüko zaptiyesi’yim. Ne var ki Cengiz Çandar, Türkiye’de statüko’nun ne anlama geldiğini asla açıklamıyor. Kimi yazarları "fosil" olarak tanımlamak çok tehlikeli. Ben yapmam ama biri çıkıp Cengiz Çandar’ın eline bir ayna verebilir.
* * *
Star Gazetesi okumadığım, 24 TV’yi seyretmediğim için Eser Karakaş ile Mehmet Altan biraderlerin son zamanlarda ne gibi inciler saçtıklarını bilemiyorum. Ama İslamcılık yolunda AKP yanaşmalığına devam ediyorlardır! Kayseri boyalı düzenin hizmetinde!..
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2007
BÜLENT Sarıoğlu’nun özel haberini gazetenin yazı işleri bir manşetle değerlendirmiş: "Yeni Anayasa’nın ilginç mimarları" (Hürriyet, 31.08.07). Bülent Sarıoğlu’nun yaptığı araştırmaya göre Anayasa’nın mimarlıktan uzak taşeronlarının belirgin özellikleri şöyle: * * *
PROF. DR. ERGUN ÖZBUDUN: Sarıoğlu bilgi vermiyor. Kürsü olarak Zaman Gazetesi’ni tercih ediyor.
* * *
PROF. DR. LEVENT KÖKER: Sol ideologmuş. "Kemalizm’e artık aşılması gereken bir tarihi fikirler bütünü olarak bakmalıyız. Kemalizm olduğu sürece Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonu gerçekleşemez. Kemalist Türkiye’nin vesayet rejimi olarak adlandırılmış olduğunu da hatırlatmak lazım" diye yazmış.
Benim yorumum: Kemalizm’i (eğer varsa) Anayasa’dan, yasalardan bir ur gibi kesip attık diyelim. Siyasal ve gündelik kültürden, bireylerin zihninden kesip atmak mümkün mü? Demek ki ciddi bir toplumsal çatışma göze alınıyor!
* * *
PROF. DR. FAZIL HÜSNÜ ERDEM: Anayasa’nın Atatürkçülük unsuruyla tekçi bir ideolojiye sahip olduğunu savunmuş. Bir yazısında "Türklüğün etnik bir çağrışım yapmadığı ve yalnızca vatandaşlığı ifade eden bir terim olduğuna ilişkin söylem, özellikle Kürtler ve gayrimüslimler açısından inandırıcılıktan uzaktır" demiş.
Benim yorumum: Fazıl Hüsnü Erdem "söylem" sözcüğünü yanlış kullanıyor. Dünyada Fransızlık, Almanlık, Yunanlık sözcükleri var oldukça, doğal olarak, Türklük de varlığını sürdürecek. Kürtler ile gayrimüslimlerin (varsa) bu tür vehimlerden kurtulmaları iyi olur.
* * *
DOÇ. DR. SERAP YAZICI: "Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olamayacağı iddiası bir söylem olarak da demokratik değildir" demiş.
Benim yorumum: Bayan Yazıcı da "söylem"i yanlış kullanıyor. İddia hukuki ise (ki hukuki idi) tartışılır. Bu türden iddialar demokratik/antidemokratik olmazlar.
* * *
DOÇ. DR. ZÜHTÜ ARSLAN: Hakkında "TSK ile polisi karşı karşıya getirdiği" gerekçesiyle soruşturma açılmış. TSK’nın depolitize edilmesini savunuyor.
Benim yorumum: Anayasa ve devrim yasalarına aykırı işler gören iktidar karşısında TSK ne yapmalı, iktidara yardımcı mı yoksa seyirci mi olmalı?
* * *
PROF. DR. YAVUZ ATAR: Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkilerin parlamenter sistemden sapma olduğunu savunuyormuş.
Benim yorumum: Standart bir parlamenter sistem var mı?
* * *
Ortak özellikleri: Zaman Gazetesi’nde sık sık yorum yazıları yazıyorlar ve İslamcı basın tarafından destekleniyorlar. İşaretler Fethullahçılarla, öteki tarikatlarla ilişkileri olduğunu gösteriyor. İyi de Prof. Dr. Zafer Üskül figüran olarak ne zaman sahneye çıkacak?
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2007
AVRUPA’nın saygın festivallerini bünyesinde toplayan "Avrupa Festivaller Birliği"nin 9 Haziran 2007 günü Brüksel’de yapılan genel kurul toplantısında Mersin Uluslararası Müzik Festivali, Avrupa Festivaller Birliği’nin resmi üyesi oldu.. 2002 yılında, başladığı günden itibaren Avrupa Festivaller Birliği’ne üye olmayı hedefleyen Mersin Uluslararası Müzik Festivali, 6 yılın sonunda ortaya koyduğu program kalitesiyle bu amacına ulaştı.
Aralarında Luzern, Baalbek, Flanders, Londra, Lyon, Orange, Prag, Ravenna, Zürih gibi saygın festivallerin yanı sıra ülkemizden İstanbul, Ankara, İzmir ve Aspendos festivallerinin üye olduğu birliğe Mersin Uluslararası Müzik Festivali de katıldı artık. Bu çok önemli bir aşama ve sevinilecek bir başarı.
* * *
Mersin Uluslararası Müzik Festivali, Europian Festivals Association’a (EFA) resmi üyelik sürecini bundan 2 yıl önce başlattı.
7-10 Haziran 2007 tarihleri arasında Brüksel’de yapılan EFA Genel Kurulu’na, Aspendos Uluslararası Opera ve Bale Festivali’ni de üye yapan Eski Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü ve Mersin Uluslararası Müzik Festivali Sanat Yönetmeni Remzi Buharalı’nın yanı sıra Fuat Atat katıldı.
Mersin Uluslararası Müzik Festivali, genel kurula katılan 50 üyeden 44’ünün oyunu aldı. Bu arada Festival Sanat Yönetmeni Remzi Buharalı’nın 3 yıl önce yapmış olduğu EFA Genel Kurulu’nun Türkiye’de yapılması başvurusu da kabul edilerek genel kurulun 2008 yılında Antalya’da yapılmasına karar verildi.
* * *
EFA Genel Kurulu üyeleri, Kraliçe adına her yıl düzenlenen piyano yarışmasını kazanan Rus piyanist Anna Vinnitskaya’nın sarayda verdiği konseri, Belçika Kral ve Kraliçesi’nin davetlisi olarak izlediler.
Mersin Uluslararası Müzik Festivali’nin bir Avrupa birliğine seçimle üye olması son derece önemli bir başarı. Ancak mankenlerin ve zamparalarının peşinde dolaşan basının bu başarıyı görüp değerlendirmemesi çok doğal. Peki ya Mersin, Mersinliler? Bu başarı, Festival Yürütme Kurulu Başkanı Tülay Bardakçıoğlu ve öteki görevlilerin yoğun gayretleri, Mersin Valiliği, Büyükşehir Belediye Başkanlığı, alt belediyeler, Başbakanlık Tanıtma Fonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Mersin Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü ile meslek oda başkanlıklarının katkıları ve festivale sahip çıkan Mersinli sanatseverlerin destekleri sonucunda elde edilmiştir. Bunu biliyorum. Ancak bu başarı havai fişeklerle kutlanmalıydı!
* * *
Mersin Uluslararası Müzik Festivali’nin kuruluşundan itibaren elimden gelen katkıyı yapmaya çalıştım. Bu süre içinde ne iktidar partisinin ne de öteki partilerin ciddi bir ilgisine tanık oldum. Aynı ilgisizliği Mersin Kenti Büyük Edebiyat Ödülü konusunda da görüyorum. Ama bu kez, Ticaret ve Sanayi Odası dışında kalan öteki kuruluşların ilgisizliği söz konusu. Bu bana dayanılmaz acı veriyor. Mersin’in ünlü kent bilincinden kuşku duymaya başlıyorum. Bu konuda son söz: Mersin Milletvekili ve Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen’den Mersin’in kültür varlığı ve hayatı için önderlik ve özel ilgi bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2007
BU yazının hedefi kesinlikle AKP iktidarı değil. O kusurlu malını elbette satmak isteyecek. Hedef: Onun piyasaya kakaladığı Nakşi demokrasinin sahte olduğunu gizleyenler, onu bize has demokrasi olarak sunanlar. "Neo liberalizm, küresel sermayenin hizmetine girmiş küçük bir grubun çıkarlarının, toplumun toplu çıkarlarını ezip geçtiği bir diktatoryadır" deseler, siz ne dersiniz? Toplumsal adaletin sürgüne gönderildiği böyle bir düzene demokrasi denilebilir mi? AKP’nin politikası yukarıdaki tanımın neresinde? Bu soruyu bütün iktisatçılara, ekonomi yazar ve vaizlerine soruyorum. Çünkü, kimi gazete yazıcıları bu türden eleştiri yapanları orducu, askerci olmakla suçluyorlar.
* * *
Biz bu mugalataları bir yana bırakıp yolumuza devam edelim: "Küreselleşme bir demokratik proje değildir. XIX. yüzyılın toplumsal sınıf kaynaklı işçi enternasyonalizminin tersine, siyasal temsilin ve genel oyun ölümünü simgeler."
Türkiye’nin bu gerçekleri artık düşünmeye başlaması gerekiyor. AKP’nin yüzde 46.6 oyunda uluslararası (küresel) sermayenin, uluslararası finans şirketlerinin, banka kumpaslarının ve yabancı özel servislerin payı nedir?
Bunların eğer bir payı varsa (ki bence kesinlikle vardır) 22 Temmuz seçimlerinin, sonuçlarına karşın, halkın gerçek çıkarlarını temsil ettiği söylenebilir mi? Genel oyunun sonuçları ile halkın gerçek çıkarları genellikle örtüşmez; halk kendi gerçek çıkarlarını temsil etmeyen bir siyasal cemaate (partiye değil!) neden oy verir?
Toplumbilim alimlerimizin bu konu üzerinde düşünmeye başlamaları gerekmiyor mu?
Türkiye’nin yaşamakta olduğu Nakşi demokrasi dönemi, gerçek demokrasinin neresinde?
17 Mayıs 2007 tarihli Radikal Gazetesi’nde Portekiz’in Nobelli yazarı Jose Saramago ile yapılan bir söyleşi özeti yayınlandı, Saramago bakın ne diyor:
- "Demokratik bir sistemle yönetilmiyoruz. Demokrasi halkın belirli aralıklarla oy vermesi ise o yapılıyor. Bence bu bir aldatmaca. Ötekisi siyasetçilerin elinde, büyük sermaye sahiplerinin, feodal beylerin, ağaların elinde. Onların büyük başarısı, insanları demokrasinin böyle bir şey olduğuna inandırmaları." // "Mesela IMF, Dünya Bankası demokratik kurumlar değil. Bunları biz seçmedik ki. Onlar kendi aralarında oturuyorlar, bizim düşüncemizi almadan bizim için neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veriyorlar." // "Ben size bir soru sormak istiyorum: Türkiye’deki muhafazakárlar kim, neyi muhafaza etmek istiyorlar?"
Benim yıllardır sorduğum cevapsız bir soru bu. Türkiye’nin Anayasa Mahkemesi’ndeki, Yargıtay’ındaki, Danıştay’ındaki, TSK’sındaki atanmışlara tahammül edemeyenler, IMF ve Dünya Bankası’nın ecnebi atanmışları önünde nasıl da esas duruşa geçiyorlar!
* * *
Jose Saramago, "Maniere de voir"ın 83. sayısında da şöyle yazıyor: "Deneyimlerimiz şunu gösteriyor: Ekonomik ve kültürel demokrasinin üzerine oturmayan bir siyasal demokrasi beş para etmez."
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2007
İLKİN iki kitap adı vereyim, sonra Cumhurbaşkanı Gül’ün laiklik tanımıyla çekişiriz: 1. Henri Pena-Ruiz, "Qu’est-ce que la laìcit?", Folio/Gallimard, 2003.
Bu kitap "Laiklik Nedir?" adıyla Gendaş Kültür Yayınları tarafından bu yıl (2007) Türkiye’de yayınlandı.
2. Henri Pena-Ruiz, "Dieu et Marianne", Presses Universitaires de France, 1999.
Bir laiklik felsefesi kitabı. Henüz Türkçe yayınlanmadı. Bütün yayınevlerine tavsiye ederim. Çünkü Henri Pena-Ruiz dünyanın en önemli laiklik filozoflarından biridir, bence birincisidir.
Başta kitap okumaya meraklı olduğu söylenen Cumhurbaşkanı Gül olmak üzere aklı olan herkesin okuması gereken iki kitap.
* * *
Abdullah Gül, Çankaya’ya çıkmadan, TBMM kürsüsünden laikliğin yeni bir tanımını yaptı. Milli Görüş rahlesinden geçenler laiklik tanımı yapmaya pek meraklıdır:
"Cumhuriyetimizin temel ilkelerinden laiklik, bir hak ve özgürlükler sistemi olan demokrasinin içerisinde farklı hayat tarzları için özgürleştirici bir model olduğu kadar, bir sosyal barış kuralıdır da. Yalnız bu kadar değil: Hemen her toplumda zaman zaman baş gösteren çatışma ve kavga unsurlarını daha baştan ortadan kaldırmanın en kestirme yolu da yine laiklik ilkesine bağlılıktır. Coğrafyamıza özgü gerçekleri düşündüğümüzde, din ve vicdan özgürlüğünü de içinde barındıran laiklik ilkesinin değerini daha iyi kavramış oluruz."
* * *
Cumhurbaşkanı Gül’ün yaptığı bu laiklik tanımının laiklikle uzaktan yakından bir ilişkisi yok. Zaten diplomasının hakkını vermek sorumluluğunu hisseden hiçbir hukukçu böyle bir tanımı kabul etmez. Çünkü laiklik bir kılık-kıyafet yönetmeliği olmadığı gibi kavga ayırıcı hakem de değildir. Tam tersine herkes laiklik kuralına uyarsa zaten kavga çıkmaz.
Cumhurbaşkanı Gül, hayallerinden vazgeçmeye niyetli değil. Laikliği ille İslamileştirecek, eşinin türbanına legal bir dayanak bulacak. Ama bulamaz! Ancak bazı yolcuların bindikleri otobüsü namaz molası için cami önlerinde zorla durdurması gibi İslamo-faşist baskıların (Milliyet, 05.09.07) Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle ilişkisi düşünülmelidir.
* * *
Milliyet Gazetesi’nde (30.08.07) Cumhurbaşkanı Gül’ün laiklik tanımını değerlendiren hukuk bilimi adamları bu tanımın AKP usulü İslamcı bir tanım olduğunu söylüyorlar. En kestirme yanıtı Prof. Dr. İbrahim Kabaoğlu veriyor:
"Bu tanım, laikliğin kuramsal tanımında yer almadığı gibi, laikliğe böyle bir amaç da yüklenemez. Laiklik, öncelikle neyin yapılmaması gerektiğini belirler. En başta hukuk kurallarının dinsel buyruklardan esinlenmemesi demektir."
Milli Görüş rahlesinden geçenlerin şunu unutmaması gerekir: Din siyasete karıştırılamaz, ama laiklik dine ve siyasete karışmak, onları denetlemek zorundadır. Din ve politikanın ayrı ayrı özgürleşmesi laiklik değildir. Laiklik dini sınırlar. Laiklik, birey ve toplumu dinlerin baskısına karşı korur. Cumhurbaşkanı Gül, ilkin bu ilkeyi kabul etmek zorunda.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2007
BUGÜN, genellenebilecek bir örnek olduğu için kendimle ilgili bir durumdan söz edeceğim: Geçen yıl "Ağustos 1936" adlı bir şiir kitabı yazmaya başladım. Annemin karnındaki son bir ayın serüveni. Ağustos ayının her günü için bir şiir, doğum günüm olan 1 Eylül için 12 şiir. Kitap bitince, yıllardır tanıdığım bir ressamın kitabı resimlemesinin hoş olacağını düşündüm. Ressam, Hürriyet yazılarımı çok sevdiğini söylediği için de kendisini özellikle düşünmüş olabilirim.
Ressama telefon ettim. Niyetimi söyledim. Başlangıçta sağlık sorunları olduğunu söyleyerek kabul etmek istemedi, ama metni gene de göndermemi istedi. Dediğini yaptım. Ertesi gün telefon ettim. "Ağustos 1936"yı çok sevdiğini, çok etkilendiğini, ağlayarak okuduğunu ve kitabı resimleyeceğini söyledi. Bunun üzerine yayıncım kendisiyle temasa geçti, resimleme koşullarını öğrenmek için. Anlaşmışlar. Sevindim.
* * *
Ressamın resimlerini teslim etmesini beklerken, dün, yayıncım telefon etti. Ressam, sağlık sorunlarını öne sürerek resimleri yapamayacağını söylemiş. Ancak asıl nedeni de ağzından kaçırmış. İkinci Cumhuriyetçilerden, neoliberallerden, neoreaksiyonerlerden oluşan çevresi "Sen Özdemir İnce’nin kitabını nasıl resimlersin!" diye ressamı kurşuna dizmeye kalkmış. Orhan Pamuk’un Nobel’ini nasıl karalarmışım, falan? Bizim ressam bunların şerrinden korkmuş, gözü yılmış anlaşılan! Bana telefon etmeye cesaret edemedi.
Böylesine pisliklerle daha önce de karşılaşmıştım. Edebiyat dünyamı karartmak istemişlerdi.
* * *
AKP iktidarını bir yana bırakalım. Bu zevat, Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazılarım yüzünden beni bir kaşık suda boğmak, fare zehriyle zehirlemek istiyor. Ama güçleri yetmiyor. Medya dünyasında arkamdan neler çevirdiklerini bilmiyorum. Bildiğim, bu düşünce özgürlüğü bekçilerinin (!) yazılarım yüzünden beni mahkemeye verdikleri! Hınçlarını alamayıp edebiyat dünyasında da boğmak istiyorlar. Aslına bakarsanız hiçbir tekkede, hiçbir dershanede yer almadığım için, edebiyat dünyasına girdiğimden bu yana boğmak istediler beni. Onu da beceremediler. Ama etkili olmadıklarını da söyleyemem.
* * *
Hürriyet Gazetesi’nde yazmaya başladığımdan bu yana yurtiçinde ve dışında epeyce kitabım yayınlandı. Üç gazetecilik ödülü aldım. Fransa’nın en önemli ödüllerinden birini aldım. Avrupa Şiir Akademisi üyeliğine seçilen ilk ve son Türk’üm. En son, geçen ay, benim ve yayıncımın başvurusu olmaksızın M.C. Anday Ödülü verildi.
Bunlarla ilgili olarak Hürriyet ve Cumhuriyet dışında hiçbir gazetede haber yayınlanmadı. Ayrıca kitaplarım hakkında, Milliyet ve Radikal başta olmak üzere Akşam, Vatan, Birgün gazetelerinde ve kitap eklerinde tek satır haber, tanıtma ve eleştiri yazısı yayınlanmadı. Zaman’ı, Yeni Şafak’ı ve türlü çeşitli televizyonları saymıyorum.
AKP iktidarını, bu iktidarın 2. Cumhuriyetçi hizmetkárlarını eleştirdiğim için, bunların gündelik faşizminin hedefi durumuna geldim. Demokrat maskeli faşistler! Ama şikáyetim yok. Hamama giren terler. Sadece, bu gündelik faşizmden haberiniz olsun istedim.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2007
GAZETE alimleri uydurup uydurup yazıyorlar. İki türlü modernleşme varmış. Bunlardan birincisi İttihat ve Terakki’den CHP’ye uzanan "Yukarıdan aşağıya modernleşme" modeliymiş. İkincisi ise "Kenardan merkeze modernleşme" modeli imiş. Buna göre birincisi yani yukarıdan aşağı modernleşme modeli devletçi yöntem oluyor. İkincisi, yani kenardan merkeze modernleşme modeli ise liberal model oluyor.
Türkiye’deki büyük mücadele bu iki tür modernleşme arasında geçiyormuş.
Modernleşmenin tanımını yapmadan, modernizmi tarihinden sıyırarak ancak bu türden safsata yorumlar yapılır. İlkin şu soruyu yanıtlamak zorundayız: Bu iki tip modernleşme, "modernleşme"nin tarihine ve tanımına uyuyor mu?
* * *
Modernleşmenin tanımını, yorumlarken ve alana uygularken bu kavramı en çok çarpıtan bir yazardan, Nilüfer Göle’den alacağım: "...’Modern’ sözcüğü Aydınlanma, Sanayi Devrimi, çoğulcu demokrasinin ürünü olan bireycilik, laiklik ve eşitlik gibi Batılı değerlere işaret etmektedir" ("Modern Mahrem, Metis Yay. S.20)
Modernizmin evrensel tanımına epeyce yakın olan bu cümleyi kabul edebiliriz.
Yukarıdan aşağıya modernleşme modeli bu tanıma uyuyor. Çünkü bu tanım Cumhuriyet devrimleri ile büyük ölçüde örtüşüyor. Yukarıdan aşağıya modernleşme modelinin simgelerinden biri kadının özgürleşmesi (emansipasyonu) ise, öteki okulun laikleşmesini sağlayan Öğrenim Birliği Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu).
Kenardan merkeze modernleşme modeli ise laiklik anlayışı ve kadını algılaması ile bu tanıma uymuyor. Kenardan merkeze modernleşmenin simgelerinden biri türban ise öteki imam hatip okulları.
"Modernite, insanların bireysel ve kolektif olarak tarihlerini yaptıkları, bu amaçla yeni şeyler keşfetme ve geleneğe itaat etmeme hakları olduğu ilkesine dayanır. Bu ilkeyi ilan etmek, Feodal Hıristiyan Avrupa da dahil, tüm premodern toplumları düzenleyen temel ilkeden kopmak demektir. İşte modernite böyle bir iddia ile ortaya çıktı." (Samir Amin, "Modernite, Demokrasi ve Din", Özgür Üniversite, S.62)
Modernitenin laiklik ve gelenekten kopma ile olan yakın ilişkisi göz önünde tutulursa muhafazakárlaşarak modernleşme iddiasının saçmalama duvarını delip geçtiğini görürüz. Çünkü muhafazakárlaşmanın aşamaları daha muhafazakárlaşmaktan başka bir şey değildir.
* * *
İşçi sınıfı oluşturmayan sanayileşmeyi nasıl modernleşme sayacağız? Anadolu Kaplanları, çalışanlarına tarikat formasyonu vererek onları modernleştiremez.
Modernleşme, teknolojiden yararlanmak, teknoloji ürünlerini kullanmak değildir. Bir İslamcı modernleşmeye karşıdır ama bilgisayar kullanabilir, ülkemizde örneklerini gördüğümüz gibi, radyo ve televizyon kurup laiklik, devrim ve evrim karşıtı yayıncılık yapabilir. Ama onun yaptığına da modernleşme değil İslamileşme denilir.
Laikleşmeden modernleşme mümkün değildir! Bunun aksi deve kervanını uçağa bindirmeye benzer! Modern insan, marifet gösteren sirk hayvanı değildir! Anlatabildim mi?
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2007
22 Temmuz seçiminden sonra, susuzluk ve kuraklıktan dolayı solun ve sol niyetine de CHP’nin suçlanmasını bekledim. Beklediğim olmadı ama "olay"ın sorumlusunun Allah’tan başka kim ve kimler olduğu da çıkmadı ortaya. Müslümancılar bu cümlemi okur okumaz saldırıya geçerler. Aslında "Laikçi" sözcüğüne karşı benim de türetme kurallarına uyup uymadığına bakmadan "Müslümancı" sözcüğünü kullanmam gerekirdi ama bir kez kullandım, başka bir zaman ve yerde kullanmayacağım.
Kuraklık ve susuzluğun sorumlusu eğer CHP, 52 yıllık sağ iktidarlar, AKP iktidarı değilse, kim kalıyor Allah’tan başka?
* * *
Sorumlunun 1950’den sonra iktidara gelen partiler olduğunun anımsanması için, CHP’nin taş üstüne taş koymadığı iddiasını ilk ve son kez kabul ediyorum.
1950’den önce ahaliyi halkevleri ve halkodalarına tıkıp kafalarını söylevlerle ütüleyen (!) CHF (CHP) bildiğim kadarıyla Çubuk Barajı’ndan başka baraj yapmamıştı. Sıtma mücadelesi kapsamında birkaç küçük bataklığı kurutmuş ya da içlerine, kıyı ve köşelerine okaliptüs ağacı ekmişti. Sadece arazinin uygun olduğu akarsu kıyılarında ya arklar ya da su dolapları marifetiyle sulu tarım yapılmaktaydı. Uygun yerlerde el ve rüzgár tulumbaları vardı.
İkinci Cumhuriyetçi iktisatçıların dediği gibi 1. Cumhuriyet, Türkiye yüzölçümünde taş üstüne taş koymamıştı (tartışma çıkmasın diye kabul ediyorum) ama 14 Mayıs 1950’de, sağcı Yeni Orta Sınıf’ın büyük atası Demokrat Parti’ye toprağı, havası ve suyu temiz bir ülke bırakmıştı. Bu da mı yalan? Yoksa havayı, suyu, toprağı sol adına CHP mi kirletmişti?
* * *
Yuvarlak hesap 50 yıldır Türkiye’yi planla değil pilavla kalkındıran sağ iktidarlar, uyguladıkları sanayi ve tarım politikalarıyla bu hale getirdiler ülkeyi. Konya Ovası’nın çölleşmesinin sorumlusu, yeraltı sularının kaçak kullanımına göz yuman sağ iktidarlardır. Harran Ovası’nın tuzlanmasına neden olan da sağ iktidarlardır, çünkü çiftçiye doğru sulama yöntemini öğretmemiştir. Hava kirliliğinin, toprağın çoraklaşmasının, göllerin kurumasının sorumlusu Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğruyol Partisi, ANAP ve AKP’dir. Bu partilerle koalisyon yapan partiler de sorumludur. Solun bu günahtaki payı yüzde beşi geçmez. İkinci Cumhuriyetçiler, Neoliberaller, Yeni Osmanlılar, İslamcılar neden söyleyip yazmıyor bunları da gerçeğin üzerini kedinin pisliğini örtmesi gibi örtüyorlar.
* * *
1931’de İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey anlatıyor: "Bu memlekette bir vakitler şimendiferler, bankalar, ticaret, sanayi, milli şirketlerin hisse senetleri, hatta en iyi tarlalar ve şehirler dahilindeki en iyi emlak Türklerin değil ecnebilerin elinde idi. Bu memleket tarihinde milli iktisat namıyla hiçbir mevhum (kavram) kavrayamamıştır. Milli iktisattan bahsetmek bir vakitler bir kabahat, bir vakitler de muammadan (bilmeceden) bahsetmek gibi bir şeydi." (Bilsay Kuruç, "Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi", Bilgi Yayınevi, S.46)
Bereket versin, AKP, 1931’den sonra yapılan yanlışı düzeltiyor ve memleketin mal ile mülkünü gerçek sahipleri olan ecnebilere teslim ediyor.
Yazının Devamını Oku