Oktay Ekşi

Barut fıçısı üstündeyiz

29 Nisan 2008
SAKARYA’dan gelen işaret hiç de iyi değil. Tahrik edilmiş kalabalıkların neler yapabileceğini öğrenmek için ne 31 Mart (13 Nisan) 1909 olaylarına ne de 6/7 Eylül 1955 faciasına kadar gitmeye gerek var.<br><br>Biz 1980 öncesinin Kahramanmaraş ve Çorum katliamını, 1993 Temmuz’unun 37 kişiyi bir otelde ölüme götüren Madımak faciasını yaşamış kuşaklarız. Onların her birinin nedeni farklıydı. Farklıydı derken Sakarya’dakine göre daha düşük bir tehlike potansiyeline sahip olaylardı demek istiyoruz. Çünkü bunların hepsinde de olayın ardından "tahrikçileri belirleme ve etkisizleştirme" sonuç almaya yetebiliyordu.

Sakarya olayı kanımızca çok farklı ve maalesef çok daha tehlikeli.

Sakarya olayı derken neden söz ettiğimizi kamuoyunun televizyon ve gazete haberlerinden yeterince öğrendiğini varsaymak mümkün ama yine de özetleyelim:

Demokratik Toplum Partisi (DTP) önceki akşam Sakarya’daki bir düğün salonunda "Barış ve Kardeşlik Gecesi" isimli bir toplantı düzenlemiş. Belli ki Kürt kökenli insanlarımız arasındaki "dayanışma" ruhunu ve bilinciyi yükseltmeyi amaçlayan bir toplantı bu... Şiddete dönüşen bir tarafı olmadığı, yasalara aykırı bir şey yapılmadığı sürece de kimsenin karışacağı bir tarafı olmamak gerekir.

Öyle olmamış. Şehit düşen Komando Çavuş Tuncay Özdemir’in yakınları ve sevenleri, Tuncay’ın 17 kilometre uzaklıktaki köyünden yola çıkıp bu toplantının yapıldığı Düğün Salonu çevresinde protestolarda bulunmuşlar. Tabii protesto orada kalmamış. Dışarıdaki kalabalık artmış. İçeridekilerin can güvenliği tehlikeye girince güvenlik güçleri önlem almaya çalışmış. Ama bu gerginlik 5.5 saat devam etmiş. O arada salondakiler arasında fenalık geçirenler olmuş. Nitekim Ebubekir Kalkacı adında biri, kalp krizi sonucu ölmüş.

Şükredilecek olan iki şey var:

Daha önce de yurdun orasında burasında -özellikle Sakarya’da, Malatya’da- etnik sebeplere bağlı olaylar yaşandı ama bunlar yurt genelinde etki yaratmadan unutuldu. Çünkü halkımız farklı kökenden gelen komşusunu "terör" ve "terörist"le aynileştirmeme sağduyusunu gösterdi.

İkincisi, iyi ki gerilim sırasında silah kullanan veya Madımak faciası gibi salonu yakmaya kalkan olmadı. Yoksa bir anda kontrol edilemeyen olaylar dönemine girebilirdik.

Zaten Sakarya olayına önem vermemizin nedeni de bardağın taşmak üzere olduğunu düşünmemizdir. Adeta barut fıçısının üzerinde oturuyor gibiyiz. Bunu Başbakan başta olmak üzere İçişleri Bakanı ile mülki amirler görmüyorsa tehlike daha da büyük demektir.

Yok görüyor, örneğin Milli Güvenlik Kurulu’nda, Bakanlar Kurulu’nda Türkiye’deki kutuplaşmaların hangi noktaya geldiğini tartıştıkları halde önlem almıyorlarsa o gaflete isim bulmak imkánsız olur.

Sorumluluklarının gereğini yerine getirmek istiyorlarsa yapacakları iki şey var. Biri, ileriye dönük önlemleri belirlemek, ikincisi en son örnek olan Sakarya olayını "A"dan "Z"ye inceleyip devlet yetkisi kullananların zaafı, ihmali, yanlışı var mı onu ortaya çıkarmak ve hesabını sormak.

Umarız afra tafrayı bırakır, doğru olanı yaparlar.
Yazının Devamını Oku

Vahit Erdem olayı

27 Nisan 2008
DOĞRU söyleyeni 9 köyden mi yoksa partisinden mi kovarlar, biraz beklersek göreceğiz. Önce "aldırış edecek bir şey yokmuş" gibi yapılır. "Arkadaşımız öyle düşünüyorsa, görüşlerine saygı duyarız" türünden hoşgörü içerikli laflar edilir. Muhtemelen AKP Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem için de öyle olacak. Ama sahne gerisindeki gerçek hiç de öyle değildir. Hemen uygun bir iftira atılır. Örneğin, "Bakanlık bekliyordu. Kabineye almadınız diye söylüyor bunları" türü değerlendirmeler yapılır.

Ve sıra, uygun zamanı bekleyip doğru söyleyenin beline vurmaya gelir.

Bu arada "gelsin de görüşelim, bir de kendisini ben dinleyeyim"ler olur. Ama sonuç değişmez.

Tüm bunları Vahit Erdem’in Kırıkkale’de yayınlanan Kırıkkale Bayrak isimli gazeteye verdiği mülakata ait dünkü ve önceki günkü Hürriyet’te çıkan haberler nedeniyle yazıyoruz.

Verilen bilgiye göre Erdem, mensubu olduğu partinin genel kamuoyunda yarattığı, "Bu partinin bir dini parti olduğu ve irtica getireceği" yolundaki korkuya değinmiş. "Bu iktidarın, bazı çevrelere göre gizli gündemi var. Adım adım Türkiye’yi, fırsat buldukça irticaya götürecek gibi bir düşünce var. (...) AKP’ye karşı bir korku var. Bu korkuyu idare etmek gerekir ama edemedik" demiş.

Başka ilginç değerlendirmeler de yapmış. Örneğin, "Yüzde 47 ile AKP iktidara geldi. Aslında AKP’nin oy oranının ben o kadar olduğu kanaatinde değilim. (...) Keşke daha dengeli bir Meclis yapısı olsaydı. AKP 280-285 (sandalyeli) olsaydı. Diğer iki parti de onu dengeleyecek şekilde olsaydı. Belki Cumhurbaşkanı mutabakatla seçilmiş olurdu ve bugünkü yaşadığımız sıkıntılar olmazdı" demiş.

Bunlar ve "Türban konusunda yapılan Anayasa değişikliği yanlış olmuştur. Çünkü her karşılaştığınız sorunu Anayasa ile çözemezsiniz" şeklindeki sözleri, Başbakan ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın görüşleriyle taban tabana zıt.

Hele "AKP’nin liyakat yerine kadrolaşmaya" önem vermesine ilişkin eleştirisi Tayyip Erdoğan’ı çılgına çevirecek kadar açık ve doğru.

Bu durumda Vahit Erdem’e "haddinin bildirilmeyeceğini" beklemek için çok saf olmak gerek.

Bekleyip görelim.

Ama o kadar beklemeden de geçen dönem AKP Milletvekili olan -son seçime girmedi- Dr. Turhan Çömez’in başına gelenler, aklı olana yeterince işaret veriyor.

Biliyorsunuz AKP içinde, yolsuzluk yapanların üstüne bir tek Çömez gidiyor, özellikle de Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ı hedef alıyordu. Bu konuda çok uğraş verdi ama sonuç alamadı. Sonunda AKP’den ihraç edildi.

Sanmayınız ki Çömez tek örnektir. Yeri gelince ötekileri de yazarız.

"İhraç" lideri rahatlatır ama hatalardan dönülmezse bu olay durmaz. Yeni Vahit Erdem’ler çıkar.
Yazının Devamını Oku

Kılıç’ın ilk konuşması

26 Nisan 2008
ANAYASA Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç dün, mahkemenin kuruluşunun 46’ncı yıldönümü dolayısıyla yapılan törende ilginç bir konuşma yaptı. Örneğin "Yüz elli yıllık çağdaş uygarlık mücadelemiz, toplumsal dönüşümün ancak ve ancak çağdaş Batılı değerler paralelinde, tek meşruiyet kaynağı özgürlükler olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devletine ulaşılmasıyla ileri bir düzeye taşınabileceğini göstermektedir" dedi. Anıtkabir defterine önceki gün "Yüce Atatürk, kurduğun ve niteliklerini belirlediğin Cumhuriyet’e bağlılığımızı ve sana olan şükran duygularımızı yinelemeye geldik. Anayasa Mahkemesi olarak bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da laik, sosyal, hukuk devletinin tüm niteliklerinin gerçekleşmesinde üzerimize düşen yükümlülükleri özenle yerine getirmeye devam edeceğiz" diye yazdığını da dünkü Hürriyet’te okuyunca zaten "Sayın Kılıç’ı biz mi yanlış biliyoruz? Yoksa o bildiğimizden farklı olmadığı halde bu resmi mi veriyor?" demiştik.

Özellikle Cumhuriyet’in temel değerleri konusunda duyarlı olmadığı ileri sürülen birini Anayasa Mahkemesi Raportörlüğü’ne tayin ettiği yolundaki haberler henüz çok taze iken...

Sebep ne olursa olsun, gerçek şu ki dünkü Haşim Kılıç, önceki başkanlardan farklı bir görev anlayışı taşımadığı izlenimini verdi.

Bu izlenimimiz yerinde mi değil mi diye, önceki başkanlardan Ahmet Necdet Sezer’in, Mustafa Bumin’in, Tülay Tuğcu’nun yaptığı "Yıldönümü Töreni" konuşmalarını Kılıç’ınkiyle karşılaştırdık. Saptayabildiklerimizi şöyle özetlemek mümkün:

Önceki başkanlar da aynen Kılıç gibi, "hukuk devleti"nin, "yargı bağımsızlığının" altını çizmişler. "Yargı kararlarını eleştirme"nin bir hak olduğunu ama bunu "yargıyı etkileme" hatta "tehdit etme" boyutlarına taşıyanlara karşı çıkmışlar. Bu konuda Kılıç öncekilerden daha açık konuşmuş. Dediği özetle şu:

"Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi’ne intikal etmiş davalarla ilgili olarak, gerek ulusal gerekse uluslararası çevrelerce Mahkemeyi yönlendirme, etkileme ve baskı altında tutma girişimleri büyük bir üzüntü ile takip edilmektedir (...)"

Önceki başkanlar Anayasa’nın ve yasaların kendilerince yanlış hükümlerinin değiştirilmesini talep etmişler. Örneğin Sezer ile Bumin, Cumhurbaşkanının yetkilerinin azaltılmasını önermişler. Bumin 39’uncu yıldönümü konuşmasında, Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimi yetkisinin Cumhurbaşkanı’ndan alınıp "Yüksek Yargı organları Genel Kurullarına" verilmesini önermiş. Oysa Kılıç, "Anayasa Mahkemesine üye seçme" konusunda Parlamento’ya yetki verilmesini istiyor.

Kılıç eski başkanlardan farklı olarak "Anayasa’nın tamamen değişmesini" de öneriyor. Yalnız bunun "tüm görüşlerin ve kesitlerin katıldığı müzakereci bir ortamda hazırlanıp kabul edilmesini" istiyor.

Dikkati çeken bir nokta daha var... Kılıç, yargının "bağımsız" ve "mutlak anlamda tarafsız" olmasını istiyor. Oysa Sezer, Bumin ve Tuğcu, "yargı"nın "görevini yansız ve bağımsız biçimde yerine getirmesini" savunuyorlar ama bu yansızlığın "Atatürk ilke ve devrimleri" karşısında da yansızlık anlamına gelemeyeceğini vurguluyorlar. Kılıç’ın "mutlak anlamda tarafsızlık" talebi bu görüşle çatışıyor mu, o anlaşılmıyor.
Yazının Devamını Oku

O CHP böyle değildi

25 Nisan 2008
BATI medyasında "news maker" diye bir kavram vardır. Bu, her yaptığı "haber" olan insanlar için kullanılır. CHP de bizim siyasi yaşamımızın "news maker"larından biridir. En zayıf zamanında bile içinde olup bitenlerden, Kurultay’larına kadar her şeyi haber olur. Sebebini sormayın. Belki Cumhuriyetimiz ile aynı yaşta -hatta bir buçuk ay büyük- olmasından gelen bir ayrıcalıktır bu, belki de tükenmez bir ihtilaf ocağı olmasından...

Şimdi "ihtilaf" diye nitelediğimiz durum evvelce, yani 1950’li yıllarda "parti içi demokrasinin sağlıklı bir işleyişe sahip olduğunu" gösterirdi. Belki de biz öyle algılardık. Ama gerçek şu ki, -keşke CHP Genel Merkezi devletten aldığı milyarların bir kısmını o dönemin tarihini yazmaya ayırsa da herkes öğrense- Parti Meclisi toplantıları çok uzun ve çok yoğun tartışmalara tanık olurdu. Parti adına bir politika belirleme bazen aralıksız 6, bazen 8 saat süren tartışmaları gerektirirdi. Genel Başkan İsmet İnönü toplantıyı yönetir, herkesi dikkatle dinler, ileri sürülen görüşlerden katılmadıklarını yanıtlar, katıldıklarının bir sentezini yapar ve sonuç olarak parti adına izlenecek yolu oylayarak karara bağlar ve açıklardı.

Bunları biz olayı yaşadığımız için değil, Parti Meclisi üyelerinden dinlediklerimiz sayesinde bilirdik.

Zaten yukarıda belirttiğimiz gibi CHP’nin her faaliyeti "haber" değeri yüksek olaylardan sayılırdı.

Aynı şeyler partinin TBMM Meclis Grubu toplantıları için de geçerliydi. Dahası Grup Toplantısı son 20-30 yıldır, sadece CHP’de değil, öteki partilerde de gördüğümüz gibi okul müsameresine benzemezdi:

"Lider" teşrif edecek... Tüm milletvekilleri (doğrusu lidervekilleri) ayağa kalkacak. Lider oturunca onlar da oturacak. Sonra lider kürsüye gelip haftalık vaazını verecek. Milletvekilleri onu alkışlayacak. Bunun ardından gerekli görürlerse toplantının "basına kapalı" kısmına geçilecek. Orada da birkaç milletvekili zülf-ü yare dokunmamaya itina eden birkaç şey söyledikten sonra toplantı bitecek... Böyle bir ciddiyetsizlik tasavvur dahi edilemezdi.

Kurultaya gelince... Genel Merkez’in Faaliyet Raporu okunup da üzerinde görüşme açılınca gerçek bir "serbest tartışma şöleni" yaşanırdı. Genel Başkan (İsmet Paşa) yerinden kımıldamadan tüm konuşmacıları dinler, görüşmenin sonunda Genel Sekreter eleştirileri yanıtlardı. Onu Ana Davalar Komisyonu Raporu üzerindeki tartışmalar izlerdi. Ana Davalar Komisyonu’nun görevi partiyi iktidara getirmek için izlenecek yolu ve iktidara gelince izlenecek politikaları belirlemekti. Somut bir örnek verelim:

CHP’nin 1957 seçimleri öncesinde yaptığı Kurultay’da bu şekilde belirlenen ve "İlk Hedefler Beyannamesi" adıyla yayınlanan politikalar, sonraki yıllarda hem 1961 Anayasası’nı hem Anayasa Mahkemesi’ni, hem Toplu İş Sözleşmesi ve Grev Haklarını hem de Devlet Planlama Teşkilatı ile "5 yıllık Kalkınma Planlarını" doğurdu.

Böylesine dolu dolu geçen bir Kurultay’dan kendi yöresine dönen delegeler, fişek gibi hareketli ve heyecanlı olurdu.

Partinin Merkez organları için yapılan seçimler o zaman da hararetli geçerdi. Elbet aday listeleri çarpışırdı. Ama sonraki yıllarda icat edilen "Çarşaf Liste" yahut "Blok Liste" hokkabazlıklarına tanık olunmazdı.

Öyle bir CHP de umut verirdi.
Yazının Devamını Oku

Olur böyle vak’alar

24 Nisan 2008
HERKESİN ağzından bazen maksadını aşan söz çıkabilir. Sadece ağzından değil, kaleminden de çıkar. O andaki ruh halinizin "Bunu hak etti" diye size söylettiği bir söz, bakarsınız ki ertesi gün koskocaman bir problem yahut yakışıksız bir "gaf" olarak karşınızda duruyor. Önemli olan bunu fark ettiğiniz zaman iyi niyet gösterip bir açıklama yapmak, hatta gerekirse özür dilemektir. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başına biliyorsunuz bu tür şey çok geliyor.

Hoş günde 3-5 kere kürsüye çıkan bir insanın gaf yapmaması mümkün değildir. Kaldı ki Sayın Başbakan gibi, konuşurken birden "Başbakan"lığını unutup "Tayyip Erdoğan"laşıveren bir insan buna mahkûmdur.

Nitekim önceki gün partisinin TBMM Meclis Grubunda konuşurken -biliyorsunuz grup kürsüsünde liderler desteksiz atarlar- tutmuş, 1 Mayıs 2008 günü İstanbul’un Taksim meydanında miting yapmaya kalkan İşçi Sendikaları Konfederasyonlarını azarlamış. "Ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar" demiş.

Sayın Başbakan biliyorsunuz pek alıngan biridir. Kendi ölçüsüne göre aşırı gördüğü her sözü "hakaret" sayar ve doğruca yargıya koşup ilgili hakkında "tazminat" davası açar.

Bu defa da "işçi örgütleri" ayaklandı. "Madem öyle, işte böyle!" dercesine 1 Mayıs günü Taksim’de miting yapmaya kararlı olduklarını ilan ettiler.

Aslında hukuk yahut yasal düzenlemeler açısından bakınca işçi kuruluşlarının böyle bir ısrarda bulunmaya hakları yok. Ama biz meselenin o tarafıyla değil, şu "ayak"la "baş" meselesi üzerinde duralım istiyoruz.

Bu söz elbet güzel değil. Ama öğreniyoruz ki İslam dininin Dördüncü Halifesi Hazreti Ali’nin "Bir memlekette ayaklar baş olursa, başlar ayaklar altında kahrolur" diye bir sözü varmış. Başbakan Erdoğan da muhtemelen o sözü tekrarlıyormuş.

Eh... Cumhuriyet Halk Partisi liderinin "ayet"li, "İmam Gazali" referanslı konuşmalar yaptığı, CHP Kurultayı için bastırılan afişlere "Din de bizim!" ibaresi koymakta sakınca görmediği bir ülkede Erdoğan’a bunu çok görmek haksızlık olur.

Gene konunun başına dönecek olursak:

Başbakan Erdoğan’ın sözünün orijinali Hazreti Ali’ye ait olsa bile ondan çok, 1950 öncesinde bir konuşma yaparken "Bu memleketin idaresini Hasso’lara Memo’lara mı bırakacağız?" diyen, bu yüzden de siyasi hayatı sönen merhum CHP Parti Müfettişi ve Sinop Milletvekili Cevdet Kerim İncedayı’nın sözlerini anımsatıyor.

Daha sonraki yıllarda merhum İhsan Sabri Çağlayangil, Süleyman Demirel’in Çalışma Bakanı iken Zonguldak maden işçilerine kızıp "amele" dedi diye kıyamet kopmuştu. Aslında "amele" sözünün anlamı "işçi"dir ama işçiler bu sözün kendilerini aşağılamak için kullanıldığını iddia ediyorlardı.

Sözü uzatmaya lüzum yok... Geçenlerde bir TV programında konuşan bir manken hanım "Dağdaki çobanın oyu ile benimki nasıl eşit olur?" dedi diye bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan da adını vermeden bu söz sahibini eleştirmedi mi?

"Gülme komşuna, gelir başına" sözünü anımsatmakla yetinsek...
Yazının Devamını Oku

Hepsi aynıdır

23 Nisan 2008
BU ne Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye hakkındaki raporu ne de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin 636 üyesinden sadece 21’inin imzalayıp da Türkiye’ye akıl verdiği bildiriyle ilgili bir yazı... Bu yazı dünkü Hürriyet’te yer alan "Kıyamet kilisesinde kıyamet koptu" başlıklı haberden doğdu. Kıyamet Kilisesi veya Kamame Kilisesi tüm tektanrılı dinler için kutsal bir şehir olan Kudüs’tedir. Hıristiyanlara göre Hazreti İsa çarmıhta can verdikten sonra bu kilisenin içinde bulunan mezara gömülmüş. O yüzden Kamame (yahut Kıyamet) kilisesi tüm Hıristiyanlık álemi için aynı derecede önemli ve kutsal sayılıyor.

Zaten dünkü Hürriyet’te yayınlanan haberin sebebi de bu. Bir Yunan Ortodoks kilisesi üyesi Hazreti İsa’nın mezarının bulunduğu bölmede gereğinden biraz fazla kalınca, Ermeni din adamı kızıp onu hırpalamış.

Sonra da olay büyümüş. Çünkü taraflar birbirine girmiş. Neticede İsrail güvenlik güçleri müdahale ederek Ermeni cemaatinden iki kişiyi gözaltına almaya mecbur kalmış.

Bu haliyle olay yine de hafif atlatılmış. Çünkü Kamame kilisesi hakkında meşhur Zeytindağ isimli kitabında Falih Rıfkı Atay’ın yazdıkları şöyle:

"Rahat döşeğinde ölmeyen İsa’nın mezarı etrafında çepeçevre Müslüman jandarmaları nöbet beklemektedir. Kilise içinin her parçası bir başka millete ayrılmış olduğundan, her millet kendi yerini süpürür, yıkar ve taşı üstüne yalnız o milletin ayağı basar. Birinin süpürgesi ötekinin taşına dokundu mu, cinayet olur ve İsa’nın mezarına gözyaşı yerine kan sıçrar. Şişli bastonlar gibi, Kudüs’te hançerli putlar vardır.

İsa’nın mezarı, üstünü temizlemek sevabı pay edilemediği için toz toprak içindedir. İpi koparak düşen çanı hiç kimse kaldırıp yerine takamaz. Beytüllahim
(Betlehem) kilisesi de böyle idi: Enver Paşa, kilise camlarının niçin kırık bırakıldığını sorduğu zaman, masraf etmek sevabını milletlerin paylaşamadıklarını ve her teşebbüsün arkasından kan ve kavga çıktığını söylemişlerdi. Başkumandan (Enver Paşa) kiliseyi bir jandarma müfrezesi ile sardırdı ve kilisenin pencerelerine yeni camlar ancak böyle takılabildi.

Kamame kilisesinin en büyük günü, ateş günüdür. İsa ruhunun göğe çıktığı gün."

Falih Rıfkı Atay
daha sonra bu "ateş günü"nü anlatıyor. İsa’nın mezarında yanan bir ateş varmış. Tören günü Patrik oraya girmeden üstünde kibrit var mı yok mu aranırmış. Sonra Patrik girdiği yerdeki ateşte yaktığı mumla dışarı çıkarmış. O ateşle yanan mumlar da kutsal sayılırmış.

Bunları anlatmamızın nedeni, "din" gibi "kutsal" değerler sistemini değil, onun adına bir şeyi kutsallaştırdığınız zaman nelerin yaşanabileceğini somut olarak ortaya koyuyor olması.

Atay aynı kitabında, Kudüs’teki "Ağlama Duvarı"nın da Yahudiler için kutsal olduğunu, oraya gelip Tevrat okuyan ve bir kağıda dileğini yazıp duvarın taşları arasına tıkıştıran Yahudilerin "yüzlerce yıldır döktüğü gözyaşının bu ağlama duvarını bir santim aşındıramadığını" kaydeder.

Daha önce de yazdığımızı anımsarız. Merhum Atay yıllar önce bizim de 8 senemizi verdiğimiz Dünya gazetesinin sahibi ve başyazarıydı. Bir gün İstihbarat odasına girip muhabirlere, "En iyisi ile en kötüsü arasında en az fark olan şey nedir?" diye sormuş. Çocuklar yanıt veremeyince, "Yobazdır kuzum yobaz!" diyerek odadan çıkmış.
Yazının Devamını Oku

CHP Kurultayı toplanıyor

22 Nisan 2008
SON milletvekili genel seçiminden beri yapılması beklenen 32’nci CHP Olağan Kurultayı nihayet bu hafta sonunda toplanıyor. Gerçi Kurultay’ın en kritik kararı olan "Genel Başkan seçimi" konusunda çok fazla merak yok. Genel Başkanlığa adaylığını koyacağı geçen eylülden beri bilinen Samsun milletvekili Prof. Dr. Haluk Koç’un bugüne kadar 66 ili gezdiği, 1250 küsur delegeden 700’ü ile bire bir görüştüğü biliniyor. Aday olmaya niyetli öteki isimler de elbet gayretle çalışıyorlardır.

Lakin CHP’de Genel Başkanlığa aday gösterilmek, deveye hendek atlatmaktan zor bir süreçtir.

Bilindiği gibi, Deniz Baykal, 24 Ekim 2003 tarihli 30’uncu Olağan Kurultay’da parti tüzüğünü değiştirtti. İlçe Başkanı, İl Başkanı veya Genel Başkan olmak isteyenlerin, o kongre delegelerinin en az yüzde 20’sinin imzasını taşıyan öneriyle aday olabileceği hükmünü getirdi.

Bir kimsenin Genel Başkanlığa resmen aday olabilmesi için bu kadar imzalı öneri de yetmiyor. Öneri altına imza atanlar Kurultay Başkanlık Divanı önünde "Ben -örneğin- Haluk Koç’un aday olması için imzamı veriyorum" dercesine arz-ı endam edip, oradaki görevli önünde imzalarını atacaklar. Böylece mevcut Genel Başkan ile mevcut parti yönetimi, kimin kendilerine karşıt olduğunu görüp onları mimleme ve bir gün sonra yapılacak Parti Meclisi, Yüksek Disiplin Kurulu ve Denetleme Kurulu seçimlerinde aday göstermeme olanağı bulacak.

Rakamla ifade etmek gerekirse, örneğin Haluk Koç’un resmen aday olabilmesi için en az 253 delegenin Genel Başkan’ın gözünün içine baka baka -bir başka ifadeyle gelecek Mart’ta yapılacak yerel yönetim seçimlerinde aday gösterilmeme riskini üstlenerek- "Haluk Koç’u destekliyorum" diyecek.

Gördüğünüz gibi -dilimiz faşizan demeye varmıyor ama biz demesek de birileri der- akıl almayacak kadar antidemokratik bir hükme göre seçim yapılacak. Parti delegelerini elinde tutan Deniz Baykal da, fiilen tek başına gireceği yarıştan böylece büyük bir başarıyla çıkacak.

Bunun adı "seçim" değildir. Açık konuşacaksak bunun adı tek kelimeyle "ayıp"tır.

Böyle bir yarışma anlayışı, ayıp olması dışında Deniz Baykal’a hiç de yakışmamaktadır.

Birinci nokta bu...

İkincisi bu Kurultay’ın aslında çok gecikerek toplandığı gerçeğidir.

Anımsanacağı gibi 22 Temmuz 2007 seçimi ardından CHP Parti Meclisi üyelerinden muhalif bir grup Olağanüstü Kurultay’ın hemen toplanmasını, seçim yenilgisinin sebeplerini incelemesini ve ne yapıp da bir sonraki seçimde yenilgiye uğramaktan kurtulmak mümkündür sorusunun görüşülmesini istedi. Deniz Baykal bu talepleri Parti Meclisi’nde boğdu. Boğarken de "Bu konuyu uzmanlara -veya uzmanlaşmış bir komisyona- havale etmeyi, onların getireceği rapor üzerinde görüşme yapılmasını" önerdi. Ama sonra ne komisyondan haber geldi ne de uzmanlardan...

Kısaca hem Parti Meclisi uyutulmuş oldu hem de parti kamuoyu...

Böyle bir zihniyetle yönetilen CHP’nin Kurultay’ından bir şey ummak mümkün ise... Buyurun, işte orada Kurultay toplanıyor. Gidin izleyin. Eğer "parti içi demokrasi"nin kırıntısını bulabilirseniz bizi de haberdar edin.
Yazının Devamını Oku

Dileriz örnek olur

20 Nisan 2008
İÇİMİZDEN, artık karıştırmayalım demek geçiyor. Avrupa Birliği (AB) istemeseydi -pardon "kapatma" davası zoruyla ele almaya mecbur kalmasalardı- demeyelim. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, "Şu 301’inci maddeyi nasıl değiştirsek acaba?" diye bir buçuk yıl önce (kimseyi küçümsemek değil maksadımız) "Veteriner Hekimler Odası"ndan, "Ziraat Odaları Birliği"nden ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nden görüş almasındaki samimiyetsizliği de unutalım.

Yeni Türk Ceza Yasası’nın çoğu kez mağduriyetten başka bir sonuç doğurmamış olan "301’inci maddesini" (önceki yasada bu maddenin numarası 159 idi) değiştirecek somut adım nihayet atıldı ya, ona şükredelim.

Hani eskiden söz etmeyelim diyoruz ama, bu noktaya gelmenin "iktidar partisinin arzusuyla" değil, tam tersine, "arzusuna rağmen" mümkün olduğunu da izninizle kaydetmeden geçmeyelim.

Keşke bu sözümüz yanlış olsa... Keşke Türkiye’nin demokratikleşme konusundaki eksikliklerini, aksaklıklarını giderecek siyasi irade bugünkü iktidarda bulunsa... Keşke daha yeni Ceza Yasası yürürlüğe girmeden bizim, hem bu sütunda hem de Basın Konseyi adına gösterdiğimiz antidemokratik hükümler -ve elbet başkalarının önerdikleri de- bu iktidar tarafından ciddiyet ve samimiyetle ele alınsa... Keşke "yargının bağımsızlığını gerçekleştirmeyi" neredeyse 6 senedir hiç aklına getirmeyen bu iktidar, kendi parti programına baksa da, öncelikli saydığı bu vaadini yerine getirse...

Biz de ancak yabancı ülkelerin ve uluslararası kuruluşların dürtmesiyle -hatta itmesiyle- bir adım ileri giden bir ülke olmaktan çıksak.

Ve avuçlarımız patlayasıya bu iktidarı alkışlasak.

Oysa iktidar mührünü elinde tutan zatın sağa sola çatmaktan ve her türlü hakikatin son tebliğcisi rolünü oynamaktan bu dediklerimize eğilecek vakti yok ki!

Neyse... Biz bir gün onun da yanlışlarını göreceğini umarak konumuza dönelim:

Türk Ceza Yasası’nın 301’inci maddesi yukarıda değindiğimiz gibi, gereksiz mağduriyetlere sebep olduğu için bugüne kadar çok can yaktı. Bundan böyle uygulanmayacak değil, elbet uygulanacak ama "havadaki buluttan" söz eden arkadaşını "Sen bana ördek dedin!" diye suçlayan alıngan kişi tavrıyla dava açılması dönemi sona erecek.

Maddenin yeni metni -tam da Basın Konseyi adına öneriyi kaleme alan Turgut Kazan’ın formülüne uygun şekilde- afaki bir "Türklük" kavramını korumak yerine hepimizin üstüne titrememiz gereken "Türk milletini" koruyor. "Cumhuriyet" denince ne anlaşılması gerektiğini de netleştirip "Türkiye Cumhuriyeti Devleti"nin saygınlığını korumayı amaçlıyor.

Üzerinde çok laf edilen, "Bu maddenin ihlali iddia edildiği zaman soruşturma veya kovuşturmanın başlamasına izin verme yetkisi Cumhurbaşkanı’na mı yoksa Adalet Bakanı’na mı bırakılsın?" sorusu da, "ehven-i şer" formülüyle çözüldü ve yetki Adalet Bakanı’na bırakıldı. Okuyucuların anımsayacağı gibi Anayasamızda verilmemiş bir yetki ve görevi Cumhurbaşkanı’na vermeye kalkmak çözüm değildi, çünkü öyle bir hükmü Anayasa Mahkemesi’nin iptal edeceği kesindi.

Yeni 301 henüz yasalaşmadı. Dileriz gecikmeden yasalaşır ve öteki özgürlük karşıtı hükümlerin de yasalarımızdan temizlenmesine öncü olur.
Yazının Devamını Oku