17 Mayıs 2008
KRALİÇE Elizabeth’in Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret pek çoğumuzun göz ardı ettiği "protokol" kurallarını su yüzüne çıkarma olanağı verdi. Protokol, İsmet Paşa’nın sözüyle ifade etmek gerekirse "kimseyi yüceltmez veya küçültmez" ama gereklidir.
Gereklidir, çünkü devleti "güzel" kılar ve somutlaştırır; kalın insanları da inceltir.
İngiliz toplumunun zarafet konusundaki şöhretinin temeli protokole verdikleri öneme bağlansa kanımızca yeridir.
İkinci Elizabeth’in ziyareti bu açıdan hayli ince dersler içermekteydi.
Kraliçe önce bu ulusun en önemli liderine, hepimizin kalbini kazanmasına yetecek bir şekilde saygı sundu. Anıtkabir’deki özel deftere, "Birleşik Krallığın büyük değer verdiği bir dostu ve modern tarihin en büyük şahsiyetlerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk’e saygılarımı sunmak benim için büyük bir onurdur" yazdı.
Bunu Kraliçe’nin şaşaadan uzak bir ihtişam içindeki temasları izledi.
Biz İstanbul’da İngiliz Uçak Gemisi Illustrious’da verilen resmi kabulde bulunduk. Tahminimize göre 500 kadar konuk çağrılmıştı. Bizim resmi kabullerdeki panayır havasıyla ilgisi olmayan bir düzen her şeye egemendi. Bunun için konuklara daha gemiye girerken "kaç numaralı grupta" olacağı bildirildi. Her konuğu görevlilerden biri bulunacağı gruba götürdü. Orada geminin resmi kabule davetli subayları vardı. Kraliçe saat 19 sularında salona girinceye kadar gruptakiler birbirleri hakkında fikir edinmişlerdi. Nitekim Kraliçe gruplardan birine yaklaşınca daha önce onlar hakkında bilgi edinmiş olan bir subay gruptakileri tanıtıyordu. Böylece Kraliçe karşısındakilerle bir ön bilgiye sahip olarak konuşma olanağı buluyor birkaç nezaket cümlesi ardından öteki konuklara geçebiliyordu.
Bu düzen sayesinde hem Kraliçe ve beraberindekiler hem de resmi kabule katılan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tüm konuklarla tek tek el sıkışma ve konuşma olanağı buldular. Çevrede ne öteki konukların omuzlarından uzatılmış ses kayıt cihazı ne Kraliçe’yi veya Cumhurbaşkanı’nı sorguya çeken gazeteci vardı.
Herkesle temas sağlandığı için de konuklardan hiçbiri "Ben buraya neden çağrıldım ve ne akla hizmet etmeye geldim?" demek zorunda kalmadı.
Resmi kabulün tam 20.00’de bitmesi gerekiyordu. Nitekim Kraliçe ve beraberindekiler saat tam 20.00’de ayrıldılar.
Nezih bir olay -smokin giymeyi kendi kimliğine aykırı bulan bazı konukların yarattığı görüntü kirliliği dışında- hiç kimsenin ağzında buruk bir tat bırakmadan başladı ve bitti.
Bu olayı ister istemez gelmiş geçmiş cumhurbaşkanlarımızın verdiği resmi kabullerle karşılaştırmak zorunda hissettik kendimizi.
Önce belirtelim ki ilk yapılması gereken şey resmi kabulleri basına kapatmak yani bu tür sosyal etkinliklerin haber olmasını engellemektir.
İkincisi aynen Kraliçe şerefine verilen bu resmi kabulde olduğu gibi örneğin Cumhurbaşkanı’nın tüm konuklarla tek tek konuşmasına imkan verecek bir düzenleme şekli bulmaktır.
Üçüncüsü, bir resmi kabule 1500 kişi çağırmak gibi popülist tavırlardan vazgeçip ev sahibi kaç kişiyle ilgilenebilecekse sayıyı o kadarla sınırlı tutmaktır.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2008
HANGİSİNİN sözünü ciddiye almak, kime kulak vermek gerektiğini bir anlayabilsek, ülkemizdeki Kürt kökenli insanlar adına konuşuyormuş gibi yapanların maksadını çözeceğiz.<br><br>Son olarak Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) TBMM Grup Başkanı Ahmet Türk’ün: "Çok açık konuşuyorum. Biz PKK’ya söylüyoruz. Silahlı mücadele Kürtlere zarar veriyor. Askerin elini güçlendiriyor. PKK da bize ’Bir adım atılsın, bir proje ortaya konulsun biz buna son verelim’ diyor. Bu çözülmüyor. Bizi halkımızla karşı karşıya getiriyorlar" dediği bildirildi.
Türk ile bazı DTP’liler geçen hafta Bağdat’ta Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile görüşmüşler, ardından Irak’ın kuzeyine geçmişler, ancak Mesut Barzani ile görüşemeden Türkiye’ye dönmüşlerdi.
Türk yukarıdaki sözleri, Irak’tan dönmeden bir grup Kürt gazeteciye söylemiş. Aslında o kadarla da kalmamış, "Bir siyasi çözüm projesi ortaya konulmasına rağmen PKK’nın silahlı mücadeleye devam etmesi halinde kendilerinin PKK’ya karşı çıkacaklarını" da söylemiş.
Bunlar dünkü Türk basınında Talabani’ye bağlı Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin resmi internet sitesinde yayınlanmıştı.
Lakin dün öğleden sonra Ahmet Türk ortada bir çeviri hatası olduğunu söyledi. Meğer "daha önce de ifade ettiği gibi, şiddetin kimseye faydası olmadığını" söylemişmiş. Kalan kısımların tamamı Soranice’den Kürtçe’ye çeviri yapılırken ilave edilmişmiş.
İnanabiliyor musunuz?
Bu kadar ilaveyi hangi çevirmen yapabilir?
Zaten biz de Türk’ün bu sözleri nasıl söyleyebildiğine örneğin "PKK’ya karşı çıkmayı" nasıl ağzına alabildiğine hayret etmiştik.
Biliyorsunuz Türk ve öteki DTP’liler PKK’nın bir "terör örgütü" olduğunu hiçbir zaman söylemiyorlar. Ama bize kalırsa bunu PKK’yı "özgürlük savaşçısı" saymaktan çok -veya en az o kadar- bir "terör örgütü" olarak gördükleri için yapmıyorlar. Çünkü Kani Yılmaz gibi, Serdar Kaya gibi ve özellikle Hikmet Fidan gibi isimlerin sırf "PKK’nın önder kadrosuna muhalefet ettikleri için" öldürüldüklerini biliyorlar.
Geriye ne kalıyor?
Ahmet Türk’ün "Barış, uzlaşı ve diyalog yoluyla" çözüm aradıklarına ilişkin sözleri mi?
Bugüne kadar bu çerçeve içine sığmadık hangi sözü söylemediler ki?
Zaman oldu "Türkiye’yi bölgelere (eyaletlere) ayıralım" dediler.
Zaman oldu "Demokratik Konfederasyon kuralım" dediler.
Zaman oldu "Kürt kimliği tanınsın"la yetindiler.
Aslında her defasında İmralı’daki liderlerinin ağzına baktılar. O "yat" deyince yattılar, o "kalk" deyince kalktılar. Hiçbir zaman PKK’dan bağımsız olamadılar.
O nedenle dün gazetelere yansıyan sözleri Ahmet Türk’ün şimdi tekzip etmesinde hayret edilecek bir şey yok.
Ama biz onlara aradıkları çözümün formülünü söyleyelim:
Bu ülkenin her türlü mutluluğunu paylaşmak, her türlü mihnetine ortak olmak, diğer etnik kesimlerle eşitlik içinde kardeşçe yaşamak en iyi çözüm yolu değil mi?
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2008
YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan kendisini unutmamıza izin vermedi. Gerçi bu defa "Üniversite tamamen serbest olmalı, sadece bilimle uğraşmalı" diyerek sahneye çıkması gibi dikkatleri çekmeyi başaramadı ama olsun.
Yeni bir tartışma başlattı ya...
Ona bakın.
Yeni tartışma konusu "üniversitelerin kontenjanı yüzde 25 oranında artırılabilir mi?" sorusu ile Başkan’ın, "üniversitelere girişle ilgili kuralları değiştirme" niyeti etrafında toplanıyor.
Başkan Prof. Özcan’ın düşüncesine göre üniversite kapısına gelen insan girmek istediği fakültenin hangi dersten ne kadar puan beklediğini bilirse, ona göre hazırlanır...
Yıl içinde açılacak birkaç (belki üç belki dört) sınavda istenen başarıya ulaştığını gösterirse fakülteye kaydını yaptırır, olay biter.
Sözlerinden bizim anladığımız bunu öneriyor.
İlk bakışta ikisi de insana çok cazip görünüyor.
Öyle ya... Kontenjan artarsa daha çok öğrenci yüksek öğrenim hakkından yararlanır.
Öteki model de İngiltere’dekine benziyor.
Orada girmek istediğiniz fakülte sizden hangi derste nasıl bir başarı bekliyorsa o sınavı geçince gider kaydınızı yaptırabilirsiniz.
Lakin uzmanlar bu ilk bakışta güzel görünen önerilerin altyapısı hazırlanmadıkça Türkiye’de uygulanabileceğini düşünmüyorlar.
Daha baştan anlatalım:
Aslında üniversiteye öğrenci kabulü ile ilgili tartışmalar yıllardır bitmedi.
Şikáyetleri asgariye indirmek için hem Kemal Gürüz’ün hem de Erdoğan Teziç’in YÖK Başkanı olduğu dönemlerde birçok çalışma yapıldı.
Nitekim 2007 yılının Şubat ayında YÖK’ün yayınladığı "Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi" başlıklı raporda, çeşitli öneriler dile getirildi.
Önerilerin hepsinin ortak noktası, "yapılacak değişikliğin ortaöğretimin ve yükseköğretimin yeniden yapılandırılması kapsamında bir bütünlük içinde ele alınması" koşuluydu.
Yani ortaöğretim okullarının müfredatı ele alınmadan, üniversitelerin beklentileriyle onlar arasında bağlantı kurulmadan ve öğrencileri buna göre yetiştirmeden sırf "Sınav sistemini değiştirdik" diyerek veya "kontenjanları artırma" kararı vererek başarılı olunamayacağı "Tek başına sınav, sistemin yetersizliklerinden kaynaklanan sorunları çözemez" denerek ifade ediliyordu.
Örneğin ortaöğretimin ilk yıllarında öğrencileri ilgi ve yetenekleri doğrultusunda yönlendiremedikçe onları doğru seçim yapmaya hazırlayamayacağınız vurgulanıyordu.
Ötekilere, yani "afla sınıf geçirme" gibi, "devamsızlıkta hoşgörü" gibi popülist uygulamalara ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın eğitim düzeyini düşüren kararlarına değinmiyoruz.
Hele "kontenjan artırma" kararının tümden yanlış olduğu uzmanlarca ifade ediliyor.
Çünkü üniversitelerin bugün bile "şişirilmiş kontenjanla" öğrenci aldığı bildiriliyor.
Ama siz "emir demiri keser" der, kontenjanları artırabilirsiniz.
Artırırsınız ama Türk üniversitelerini uluslararası ölçütlere (Bologna kriterlerine) göre 9’unculuğa, bilimsel yayın açısından 19’unculuğa yükseltenleri aratırsınız.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2008
AÇIK söylemek gerekirse haberi okuduğumuz zaman pek aklımıza yatmadı. Çünkü ya biz konunun özünü yakalayamadık yahut kaleme alan arkadaşlar bir hata yaptı diye düşündük. Siz söyleyin... "Restoranda bir duble rakı dönemi kapanıyor" başlığı sizde de aynı kuşkuyu yaratmaz mı?
Hoş kesin bir yargıya hálá varabilmiş değiliz.
Değiliz ama "Bu iktidar onu da yapmaya kalkarlarsa şaşmamak lazım" deme eğiliminin giderek ağır basmakta olduğunun da farkındayız.
Konuyu biraz daha açalım:
Hürriyet’in Ekonomi sayfalarının müdürü arkadaşımız Vahap Munyar’a Yazgan Şarapçılık firmasının sahibi Nurettin Yazgan mektup göndermiş ve Nisan başında yürürlüğe giren 5752 sayılı yasanın -kendisi tarafından anlaşıldığı gibi uygulanması halinde- "restoranlarda kadehle şarap satmak" dahil alkollü içki tüketimini engelleyici birçok yasak getirdiğini bildirmiş.
Örneğin otel ve tatil köylerinin, şarapçılık firmasından aldıkları özel ambalajlı şarapları fıçıya aktarıp müşteriye sunmaları artık yasak olacakmış.
Restorana gidip "Bana bir duble rakı ver" derseniz olmazmış. Çünkü içkiyi orijinal ambalajından ayırarak satmaya restoranın yetkisi yokmuş. Keza birden fazla içkinin karıştırılmasıyla kokteyl yapmak da yasak olacakmış.
İçki mi içmek istiyorsunuz? Şişeyi ya masanıza getirtip kendiniz koyacak yahut da evinize götürüp orada "zıkkımlanacak"mışsınız.
Tüm bunların nedeni, bu yeni 5752 sayılı yasanın:
"Yetkili olmadıkları halde, açık olarak içki satışı veya sunumu yapanlar ile satışa sunulan tütün mamulleri, etil alkol, metanol ve alkollü içkileri arz ambalajlarını bozmak veya bunları bölmek suretiyle satanlara bin Yeni Türk Lirası’ndan on bin Yeni Türk Lirası’na kadar idari para cezası verilir" diyen yeni 8’inci maddesinin "j" bendi hükmüymüş.
Doğrusu biz burada sözü edilen tüm yasakların "yetkili olmadıkları halde" onları yapanlara yönelik olduğunu düşündük. Zaten tereddüdümüzün temelinde de bu düşünce vardı.
Lakin öte tarafta da bugünkü siyasi iktidarın, "içki" denince, "eğlence" söz konusu olunca tüylerinin diken diken olduğu gerçeği var.
Pek çok mescidin duvarına koca koca afişlerle "İçki her kötülüğün anasıdır" yazıldığını ve bu sözün Hazreti Muhammed’e ait olduğunun vurgulandığını görmüyor musunuz?
İmza da -sureti haktan görünmek için olsa gerek- Yeşilay isimli içki ve sigara düşmanı cemiyete ait...
Lakin sigara yasağı uygulansın diye dünya çapında kampanyalar açılıyor, yasalar çıkıyor da nedense "içkiyi her kötülüğün anası" sayan Yeşilay’ın aklına bu kampanyaya bir gramlık katkıda bulunmak gelmiyor. Belki de o konuda hala bir Hadis-i Şerif arıyorlardır.
Sahi tüm belediyelere, "Şehrinizde içki içilmesine izin verilecek bölgeleri tespit edin, bunları mümkünse şehrin dışına atın" diye genelge gönderen... AKP’li belediyelerin doğruca etkisi altındaki kurum, tesis, sosyal ortam vs.’de alkollü içkiyi yasaklayan da bu iktidar değil mi?
Sıra kadehle şarabı yahut bir duble rakıyı yasaklamaya geldiyse neden şaşıyoruz ki?
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2008
ADALET Bakanımız Sayın Mehmet Ali Şahin’in Avrupa Birliği (AB) Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn’e iftiharla sunduğu "Yargı Reformu Stratejisi Taslağı"nı bir Türk olarak Bay Rehn’den sonra görebilmek hiç de hoş olmadı ama...<br><br>Ne yapalım ki bu siyasi iktidar da yoğurdu böyle yiyor. Tabii sadece bu olaya bakarak varmış değiliz o kanıya...
Biliyorsunuz hálá ortaya çıkartamadıkları "Anayasa Taslağı" üzerinde de Türkiye’de değil gidip taa Amerika Birleşik Devletleri’nde tartışma yaptılar.
Demek ki "saydamlık" konusunda da bir yanlış anlama var aramızda.
Biz kendi kamuoyuna karşı saydamlıktan ve "hesap sorulabilirlikten" (accountibility) söz ettiklerini sanıyorduk.
Onlar daha çok Avrupa Birliği’ne karşı saydam olmayı ve hesap vermeyi kastediyorlarmış.
Öyle veya böyle... Sonunda "taslak" şeklinde olsa bile bir "Reform Projesi" çıktı ya ortaya...
Ona bakalım.
Biz de bu düşünceyle baktık. Ama taslağın "yargı"nın en temel meselesini yani "bağımsızlığı"nı bile geriye götürmeyi amaçladığını görünce bu "reform"un bizi mi yoksa Avrupa Birliğini mi kandırmayı amaçladığını tayin edemedik.
Taslakta da deniyor ki, "Yargı bağımsızlığı konusu, 1961 Anayasası’ndan önce olduğu kadar, bu Anayasa’nın yürürlük döneminde ve özellikle 1982 Anayasası’nın kabulünden sonra çeyrek asırdır sürekli olarak ülke gündeminde kalmış ve yoğun bir şekilde tartışılmıştır."
Doğru!
Zaten o nedenle "yargı bağımsızlığı" yargıyla ilgili tüm sorunların temelidir diyoruz.
Sadece biz değil, -geçen gün tekrar yazdık- Adalet ve Kalkınma Partisi de 7 yıl önce yayınladığı Parti Programında aynı şeyi söylemişti.
O nedenle bu reformun amacı öncelikle "yargı bağımsızlığını sağlamak" olmalıydı.
Onun da temel koşulu, -yine yıllardır hemen herkesin vurguladığı gibi- Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda Başkan sıfatıyla oturma hakkı olan Adalet Bakanını ve bu kurulda üye olan Bakanlık Müsteşarını artık oraya sokmamaktır, değil mi?
Öyle değilmiş...
Yargı madem ki "Türk milleti adına" karar veriyormuş, onun bağımsızlığının güvencesi olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin seçiminde TBMM’nin ve Yürütmenin de rolü olmalıymış.
Hani Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’na üye seçme işini Meclis’e verip bu kurulu da siyasallaştırdılar ya...
Aynen onu yapmak çare imiş. Kısaca taslak, Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) adına bu Birliğin Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun ifadesiyle "yargıçların tamamen memurlaştırılması amacını" güdüyor.
Elbet başka öneriler de var.
Özellikle "yargı bağımsızlığı" ilkesine ters düşenlere yeri gelince değineceğiz.
Ama merak ediyoruz... Olli Rehn’in okuma yazması yok mu sanıyorlar.
Var olduğunu biliyorlarsa Yüksek Kurul’un tamamen Bakanlık patronajından kurtulmasını şart gören; "yargıç adaylarının seçiminde" yetkinin Bakanlığa değil Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na ait olması gerektiğini savunan Avrupa Birliği raporlarına rağmen bu taslağı onlara nasıl sundular?
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2008
YAZIP hatırlatsak şık düşmeyebilir diye tereddüt ettiğimiz bir söz var. Hani şaşkın ördeğin göle nasıl daldığını anlatan söz...<br><br>Adalet Bakanı dostumuz Mehmet Ali Şahin’in "Yargı Reformu Strateji Taslağı" başlıklı bir metni Avrupa Birliği (AB) görevlisi Olli Rehn’e sunması onu anımsatıyor. Haber birkaç gündür gazeteleri işgal ediyordu. Ama Olli Rehn ile öteki AB’li Joost Lagendijk’in Türkiye ile ilgili yanlışlarını düzeltmeye çalışmak birkaç günümüzü aldığı için bu konuya değinememiştik.
Önce soralım:
Türkiye’nin ciddi bir "yargı reformu"na ihtiyacı olduğunu Adalet ve Kalkınma Partisi sizce ilk ne zaman dile getirmişti?
Yanıt, bu partinin 2001 tarihli programının 12’nci sayfasında var. Aynen şöyle demişler:
"Yargıç tarafsızlığı ve yargı bağımsızlığı tam olarak sağlanacak, yargıç güvenceleri korunacaktır."
Bununla kalmamışlar. Bir "yargı reformu"nun gerektirdiği öteki önlemleri de saymışlar.
Aradan tam 7 yıl geçmiş. Dediklerinin yüzde birini bile yapmamışlar.
Şimdiki hükümetin 31 Ağustos 2007 tarihinde TBMM’de okunan programında da "Önümüzdeki dönemde de adalet reformu ile ilgili çalışmalarımızı kararlılıkla sürdüreceğiz" diyerek inananların ağzına bir parmak bal çalmakla yetinmişler.
O günden beri geçen 8 ay boyunca bu konudan hemen hiç söz etmemişler. Daha önceki dönemde de;
"Şu tarihte bunu demiştiniz. Neden o taahhüdünüzü yerine getirmiyorsunuz?" diyenleri duymazdan gelmişler.
Hatta, yargı bağımsızlığını değil, yargıyı iktidara bağımlı kılma amacı güttüklerini ortaya koyan politikalar izlemişler.
Şimdi yalapşap hazırlanmış bir metinle Olli Rehn’in gözüne girmeye çalışıyorlar. Akıllarınca bu sayede AB’nin kendilerine daha da sıkı bir şekilde sahip çıkmasını ve Anayasa Mahkemesi’ni etkilemesini sağlayacaklar. Sonuç olarak kapatma davasından kurtulacaklar.
Sayın Şahin’in dün bu konuda kendisine soru yönelten gazetecilere, taslağın "ön taslak" olduğunu yinelediği, "olgunlaşmasından sonra kurum ve kuruluşların görüşlerini alacaklarını" söylediği bildiriliyor.
Mehmet Ali Şahin, "Bu taslak, önemli değil. Bu taslaktan çıkacak yasal düzenlemeler önemli. Bu yasal düzenlemeleri yaparken, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da tüm kurumların temsilcilerinin bulunduğu komisyonlar çalışacak. Kimseden bir şey kaçırıyor değiliz" demiş.
Madem "önemli değil" idi, öyle bir metni Olli Rehn’e sunmanın gereği ne idi?
Yok önemli idi de eleştirileri asgariye indirmek için bu yanıtı verdiniz... O zaman "önemli" metni kendi hukuk dünyamızla paylaşmadan götürüp bir yabancıya vermenin açıklaması ne?
Hani AKP iktidarı "şeffaf yönetim"den yanaydı? Ceza Yasası’nın 301’inci maddesi hakkında Ziraat Odalarının görüşünü sormak aklınıza geldi de bunu hukukçulara sormayı düşünemediniz mi?
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2008
BUNLAR hem bilmiyorlar, hem de bilmediklerini bilmiyorlar. Eğer bilmediklerini bilseler böyle laf etmezler, örneğin Avrupa Birliği (AB) Komisyon Başkanı Bay Jose Manuel Barroso sözü dolandırıp Türkiye’ye getirince "demokratik laiklik" diye bir terim kullanmaz. AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn de geçende "laikçi"lerden söz ediyordu.
"Bilmedikleri nedir?" derseniz söyleyelim:
Türkiye’de "laiklik" ile "demokrasi"nin bağdaşmadığını düşünen birileri belki vardır. Ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki "ortalama Türk" -o her kim ise- bile "laikliğin demokrasiyle bağdaşmayacağını" ileri süremez. Çünkü o "ortalama Türk", eğer oyunu AKP’ye verip Erdoğan’ı Başbakan yapabildiyse bunun "laik demokrasi" yahut diğer ifadeyle "demokratik laiklik" sayesinde gerçekleştiğini bilir.
Bay Barroso ile onun yardımcısı konumundaki Bay Rehn o nedenle Türkiye’deki laiklikten değil, olsa olsa Hafız Esad veya devrilen İran Şahı Rıza Pehlevi tipi bir diktatörün Suriye ve İran’da uyguladığı "laiklik"ten söz ediyorlar demektir. Bilmedikleri birinci nokta budur.
Yok eğer bu sözlerle Türkiye’yi kastediyorlarsa onu da "ikinci nokta" olarak açıklayalım:
Barroso ve Rehn, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kapatılması istemiyle açılan davadan söz ederken, sadece "Venedik Komisyonu kriterlerinin" esas alınmasını istiyorlar. Ama oradaki bilgi eksiklerini de bilmiyorlar.
Bilmedikleri için de, Venedik Komisyonu’nun 2000 yılında yayımlanan "Siyasi Partilerin Kapatılmaları" konulu raporunda, "Siyasi partiler, ancak şiddet kullanmayı savunmaları ya da demokratik anayasal düzeni ortadan kaldırmak suretiyle hak ve özgürlükleri yok etmek amacıyla şiddeti siyasi bir araç olarak kullanmaları durumunda yasaklanabilir" denildiğine göre hakkında bu tür bir suçlama olmayan AKP’nin kapatılması haksızdır tezini savunuyorlar.
Bu, "Venedik Komisyonu, laikliğe aykırı eylemleri bir partinin kapatılması için gerekli veya yeterli saymadığına göre, AKP Türkiye’deki laik rejimi yıkmaya karar vermiş olsa da kapatılamaz" anlamına geliyor.
Önce bilelim ki Venedik Komisyonu’nun karar ve tavsiyelerinin bağlayıcılığı yoktur.
Kaldı ki bu komisyon Avrupa Konseyi’nin bir organı olduğuna göre onun raporlarını ve kararlarını öncelikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) göz gönünde tutması gerekir.
Oysa AİHM bu raporun yayınlanmasından 3 yıl sonra yani 13 Şubat 2003 tarihinde verdiği kararla, "Türkiye’deki laiklik ilkesinin, devletin temel değerlerinden biri olduğunu, bu ilkenin hukuk devleti, insan haklarına saygı ve demokrasi ile örtüştüğünü" (Paragraf No: 93) ifade ettikten sonra, "Müslümanların Türkiye’de uygulanan laiklik ilkesi yüzünden kendi inançlarına göre yaşamalarına izin verilmemesinin demokrasiye aykırı olduğu" yolundaki itirazı -eğer demokratik laiklik dedikleri bu ise onu- reddetmiş (Paragraf No: 128) ve Refah Partisi’nin kapatılmasını onaylamıştır.
Venedik Komisyonu’nun ilkeleri yeterli idiyse, Refah Partisi’nin kapatılmasını AİHM neden onayladı?
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2008
BELLİ ki bu Avrupa Birliği (AB) sözcüleriyle hayli işimiz var. Başlarındaki Jose Manuel Barroso’yu şimdilik bırakın. Ama onu da temsilen konuşan Olli Rehn ve Joost Lagendijk’e laf anlatmak zor olacak. o kadar ki kendi değerlerine ters düştüklerini bile anlamıyorlar.<br><br>Ama herkesin bir işi var. Bizimki de anlayıncaya kadar anlatmak. Lagendijk’in laf anlamamakta direndiğini gösteren mektubunu dün bu sütunda okumuş olmalısınız.
Önce belirtelim. O "AKP kapatılacak" dememiş de, "İstanbul’da konuştuğu birçok insanın" sözünü nakletmişmiş. Bir de "CHP’den utanç duyduğunu" değil, "CHP’yi anlayamadığını" söylemişmiş. Bunları düzeltiyormuş.
İyi etmiş. Ama mektubunda da söylediği gibi "Anayasa Mahkemesi’nin ’367 kararı’nın siyasi olduğunu" düşünüyormuş. Bunu savunuyormuş. Kaldı ki "Yargı organlarına yönelik her eleştirinin, yargı bağımsızlığını tehdit ettiğini düşünmememiz gerekiyor"muş. Dahası, AKP hakkındaki dava sürecinde "kendisinin veya Olli Rehn’in görüş ve açıklamalarının etkisi olacağını düşünmemiz" yanlışmış.
Bir nokta daha var. Kendisi "AKP hükümetinin laikliği tehdit eden bir politik hedefi olduğunu düşünmüyor"muş. Aksi halde AB olarak "yanılgıya düşmüş" sayılırlarmış.
Zaten Olli Rehn de dünkü gazetelerde çıkan sözlerinde "AKP’nin şeriatı savunmadığını sağır sultan bile duydu, biliyor" diyerek aynı görüşü tekrarlamıştı.
Yeri geldiği için hem Lagendijk’e hem de Rehn’e söyleyelim:
"Evet, fena halde yanılıyorsunuz. AKP’nin şeriat özlemi somut kanıtlarla ortaya çıkmasa dava zaten açılmazdı. Bir an için bu partiye oy verenlerin tamamı şeriat istiyor dense bile, onun dışında kalan ve şeriat istemeyen en az yüzde 53 daha var. Oysa siz AKP’nin o yüzde 53’ü de temsil ettiğini sanıyorsunuz. AB değerlerine yakın olan o yüzde 53’tür, AKP değil, uyanın artık!"
Anayasa Mahkemesi için söylediklerine gelince:
Bay Lagendijk de bilir ki bir mahkemenin "bağımsız" olmadığını iddia edemiyorsanız -ki Anayasa Mahkemesi için böyle bir şey söylemiyorlar- onun kararını beklemek asgari terbiye, asgari uygarlık ve hukuka asgari düzeyde saygı gereğidir.
Bağımsız bir mahkemenin kararını yanlış bulabilirsiniz. Onu "hukuki" açıdan elbet eleştirebilirsiniz. (Nitekim bu satırların yazarı da söz konusu "367 kararı"nı yanlış bulanlardan biridir.) O tür eleştiri yargı bağımsızlığını tehdit etmez. Ama bağımsızlığını tartışamadığınız bir mahkemenin kararını "siyasi" diye niteleyemezsiniz. Nitelersiniz yaptığınız "Bu mahkeme adil karar vermiyor" anlamına gelir. O da yargıya saldırı olur.
Bay Joost Lagendijk’in yaptığı maalesef budur. Lagendijk kendi ülkesindeki veya İngiltere’deki bir mahkeme hakkında buna benzer bir şey söyleyebilir mi?
Hem AB adına konuşuyorlar hem de Bay Lagendijk kendisinin ve Olli Rehn’in sözlerinin yargıyı etkilemeyeceğini söylüyor.
Bay Lagendijk’e ve Bay Rehn’e soruyoruz:
Sizin yaptığınızın yani Anayasa Mahkemesi’ni AB adına etkilemeye çalışmanızın ve daha dava bitmeden "AKP’nin şeriatı savunmadığına" dair ahkam kesmenizin 27 Nisan tarihli meşhur "e-muhtıra"dan farkı ne?
Batı kültürünün temel taşı olan "dürüstlük" nerede kaldı?
Yazının Devamını Oku